Jo Nesbo – Leopar Harry

Kadın uyandı. Zifiri karanlıkta gözlerini kırptı. Esneyip burnundan nefes aldı. Bir daha gözlerini kırptı. Yüzünden aşağı süzülen bir damla gözyaşının diğer gözyaşlarının tuzuna karıştığını hissetti. Artık tükürüğü boğazına akmıyordu; ağzı kurumuş ve sertleşmişti. Yanakları içeriden gelen baskı yüzünden şişti. Ağzındaki garip nesne kafasını patlatacakmış gibi hissediyordu. Neydi o? Ağzında ne vardı? Uyandığında aklına gelen ilk şey geri dönmek istediği oldu. Karanlığa, onu saran derin sıcaklığa dönmek istiyordu. Adamın yaptığı iğnenin etkisi hâlâ geçmemiş olsa da acının yakın olduğunu biliyordu. Donuk ve yavaşça atan nabzının, beyninde savrukça gezinen kanının içinde olduğunu hissediyordu. Adam nereye gitmişti? Yoksa hemen arkasında mı dikiliyordu? Nefesini tutup kulak kesildi. Hiçbir şey duyamıyordu ama bir şeyin varlığını seziyordu. Leopar gibi bir şeyin.


Leoparların çok az ses çıkardığını, böylece karanlıkta avlarının dibine kadar sokulabildi-ğini söylemişti birisi ona. Nefeslerini avlarının nefesine göre ayarlayabilirlerdi. Avları nefesini tuttuğunda onlar da tutardı. Adamın bedeninin sıcaklığını arkasında hissettiğinden emindi. Neyi bekliyordu ki? Nefesini verdi. Aynı anda onun da nefesini ensesinde hissetti. Artık emindi. Arkasını dönüp saldırdı; ama karşısında havadan başka bir şey yoktu. Kamburunu çıkarıp büzüldü, küçülüp gizlenmeye çalıştı. Roşunaydı. Ne zamandır baygındı? İlacın etkisi azalıyordu. Kısacık bir an için bedenini hissetti. Ama o kısa an bile ne yaşayacağını anlamasına yetti. Artık neyin geldiğini görebiliyordu. Masada, tam önünde duran anlaşılmaz nesne bir bilardo topu büyüklüğündeydi.

Parlak metalden yapılmış yüzeyinde küçük delikler, şekiller ve semboller vardı. Deliklerden birinden çıkan, ucu ilmekli kırmızı teli görünce akima hemen 23 Aralık günü, yani yedi gün sonra anne babasının evinde süslenecek olan Noel ağacı gelmişti. Parıltılı toplar, peri bibloları, kalpler, mumlar ve Norveç bayraklarıyla süsleyecekleri ağaç. Sekiz gün sonra ise ailesiyle hep bir ağızdan en bilindik Noel ilahilerinden birini söyleyecek, hediyelerini açan yeğenlerinin heyecandan ışıldayan gözlerini izleyecekti. Keşke başka türlü yaşasaydım dediği şeyler. Gerçeklerden kaçmadan doyasıya yaşaması, mutlulukla, bol havayla ve sevgiyle dolup taşması gereken tüm o günler. Şimdiye dek önünden geçip gittiği, günün birinde gezmeyi planladığı tüm yerler. Tanıştığı ve henüz tanışmadığı adamlar. On yedi yaşındayken aldırdığı bebeği, henüz sahip olamadığı tüm çocukları. İleride yaşayacağına inandığı günler için ziyan ettiği tüm zamanlar… Önünde sallanan bıçaktan başka hiçbir şey düşünememişti sonra. Topu ağzına sokmasını söyleyen sakin sesi duymuştu. Adamın dediğini yapmıştı; başka bir seçeneği yoktu. Kalbi hızla çarparken ağzını elinden geldiğince çok açmış ve topu tel dışarıda kalacak şekilde ağzına ittirmişti. Metalin tadı gözyaşları gibi acı ve tuzluydu. Ardından başı geriye ittirilmiş, boğazına dayanan bıçağın çeliği tenini yakmıştı.

Tavan ve oda, bir köşede duvara yaslı duran alelade bir lambayla aydınlanıyordu. Duvarlar çıplak, gri beton rengindeydi. Lamba dışında odada sadece beyaz plastik bir kamp masası, iki sandalye, iki boş bira şişesi ve iki insan vardı. O ve kendisi. Ağzından sarkan kırmızı ilmek bir parmakla hafifçe çekilirken deri eldivenin kokusunu almıştı. Bir saniye sonra da kafasının patlayacağını sanmıştı. Top ağzının içinde büyümüş ve baskı yapmaya başlamıştı. Çenesini ne kadar açarsa açsın baskı azalmıyordu. Adam diş telinin iyi oturup oturmadığını kontrol eden bir dişçi gibi, dikkatli ve ilgili bir ifadeyle onu incelemişti. Yüzündeki ufacık gülümseme, sonuçtan memnun olduğunu gösteriyordu. Topun deliklerinin çevresindeki yuvarlak çıkıntıları dilinde hissedebiliyordu. Damağını, dilinin yumuşak etini, dişlerini ve küçükdilini zorlayan şey buydu. Bir şeyler demeye çalışmıştı. Adam, ağzından çıkan anlaşılmaz sesleri sabırla dinlemişti. Pes ettiğinde başını oynatmış ve şırıngayı çıkarmıştı.

iğnenin ucundaki damla, fenerin ışığında parıldamıştı. Kulağına bir şey fısıldamıştı: “Tele dokunma/’ Sonra da iğneyi boynuna batırmıştı. Ve kadın saniyeler içinde uyumuştu. Karanlıkta gözlerini kırparken korkudan kesilen nefesini dinledi. Bir şey yapmalıydı. Avuçlarını terden ıslanmış sandalyenin minderine koydu ve kendini yukarı itti. Ona mâni olan bir şey yoktu. Minik adımlarla yürüyüp bir duvara çarptı. El yordamıyla ilerleyip pürüzsüz, soğuk bir yüzeye geldi. Metal kapıydı bu. Sürgüsünü çekmeye çalıştı ama kımıldamadı bile. Kilitliydi. Tabii ki kilitli olacaktı. Ne sanmıştı ki? Bir kahkaha mı işitiyordu yoksa bu ses kafasının içinden mi geliyordu? Adam neredeydi? Neden onunla fare gibi oynuyordu? Bir şeyler yap, dedi içinden. Düşün.

Ama düşünmek ıçm önce şu metal toptan kurtulmalıydı; yoksa acıdan aklını ka-çıraeaktı. Başparmağını ve işaretparmağını ağzının kenarlarına götürdü. Deliklerin çıkıntılarını hissetti. Parmaklarını boş bir çabayla birinin altına sokmaya çalıştı. Nefes alamayınca öksürük ve panik atak nöbetine tutuldu. Çıkıntılar yüzünden soluk borusunu saran etlerin şiştiğini, böyle giderse sonunda zor nefes alacağını fark etti. Metal kapıyı tekmeledi, bağırmaya çalıştı ama top tüm sesini bastırdı. Tekrar pes etti. Duvara yaslandı. Etrafını dinledi. Bu duyduğu onun temkinli adımlarının sesi miydi? Odada mı dolaşıyordu? Onunla körebe mi oynuyordu? Yoksa kulaklarını zonklatan kan basıncının sesini mi duyuyordu? Acıya göğüs gererek var gücüyle ağzını kapatmaya çalıştı. Deliklerin çıkıntısı biraz inse de hemen sonra yeniden yükseliyor ve ağzını açmaya zorluyordu. Top demirden bir kalpmiş, bedeninin bir parçasıymış gibi ağzının içinde atıyordu sanki. Bir şeyler yap. Düşün.

Yaylar… Çıkıntılar yaylıydı. Adam teli çekince serbest kalmışlardı. ‘Tele dokunma” demişti sonra da. Neden dokunmamalıydı? Dokunursa ne olacaktı? Sırtını aşağı kaydırdı ve oturdu. Beton zeminin soğuk rutubetini hissetti. Yeniden bağırmayı denedi ama yapamadı. Sustu. Odaya sessizlik çöktü. Umursamadığı insanlara sessizliği bozmak için öylesine sarf ettiği sözler yerine sevdiklerine söylemesi gereken onca söz…. Buradan kaçış yoktu. Sadece kendisi, duyduğu inanılmaz acı ve patlayacak gibi olan kafası vardı. Tele dokunma. Teli çekerse belki de delikleri saran çıkıntılar tekrar topun içine girecek ve acısı biraz olsun azalacaktı. Devamlı aynı şeyleri düşünüp duruyordu. Ne kadardır buradaydı? İki saat mi? Sekiz saat mi? Yoksa yirmi mi? Tek yapması gereken o teli çekmekse neden bunu çoktan yapıp kurtulmamıştı? Uyarıyı yapan besbelli bir sapık olduğu için mi? Yoksa bu da mı oyunun parçasıydı? Bu gereksiz acıyı durdurma fikrine yok yere karşı mı koyuyordu? Yoksa oyunun amacı uyarıya kulak tıkayıp teli çekmek ve… korkunç bir şeyin olmasına sebep olmak mıydı? Teli çekerse ne olacaktı ki? Neyin nesiydi bu top? Evet, bu bir oyundu.

Vahşi bir oyun. Ve ne yazık ki oynaması gerekiyordu. Acı dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı; gırtlağı şişiyordu ve çok geçmeden nefes alamayacaktı. Bir kez daha bağırmayı denedi ama tek çıkarabildiği boğuk bir hıçkırık oldu. Artık akacak bir damla gözyaşı kalmayana kadar gözlerini kırptı. Parmakları dudaklarından sarkan teli buldu. Gerilinceye kadar tereddütle çekti. Yapmadığı için pişman olduğu çok şey vardı elbette. Yine de hayat onu buradan başka herhangi bir yere götürecek olsa, bunu seve seve kabul ederdi. Tek istediği yaşamaktı. Nasıl bir hayat olursa olsun. Bu kadar basitti. Teli çekti. Yuvarlak çıkıntıların içinden iğneler fırladı. Her biri yedi santim uzunluğundaydı.

Dördü iki yanındaki yanaklarına, üçü sinüslerine, ikisi üstteki burun kanallarına, ikisi çenesine saplandı. İki iğne soluk borusunu, bir iğne sağ gözünü, bir iğne sol gözünü deldi. Geri kalanlar ise damağının arka tarafına ve beynine girdi. Fakat ölümüne asıl sebep olan şey bu değildi. Metal top hareketi engellediği için yaralarından ağzına dolan kanı tüküremedi. Kan doğruca soluk borusuna ve ciğerlerine akarak oksijenin kalp dolaşımına girmesini önledi. Bu da kalbinin durmasına ve patoloğun raporunda yazdığı üzen? serebral hipoksiye, yani beyninin oksijensiz kalmasına seboy oldu. Bir başka deyişle, Borgny Stem-Myhre boğularak oldu Aydınlatan karanlık 18 Aralık Günler kısa. Dışarısı hâlâ aydınlık ama montaj odam ebedi bir karanlığa gömülü. Duvara asılı resimlerdeki insanlar, çalışma lambamdan yayılan ışıkta sinir bozacak kadar mutlu ve saf görünüyorlar. Hayatın hep yüzlerine güleceğinden, zamanın pürüzsüz, dalgasız ve dingin bir okyanus gibi önlerinde uzandığından eminlermiş gibi yüzleri umutla dolu. Bense gazetelerdeki kupürleri kestim, şoke olmuş bir ailenin acıklı hikâyesi için yapılmış haberleri bir bir kırpıp çıkardım, cesedin bulunmasıyla ilgili kan donduran ayrıntıları kesip attım. Aileden birinin ya da bir arkadaşın ısrarlı bir gazeteciye karşı koyamayıp verdiği o resimle, hayatının baharındayken çekilmiş, hiç ölmeyecekmiş gibi gülümsediği o fotoğrafla yetindim. Polis pek bir şey bilmiyor. Ama şimdilik.

Yakında ellerinde daha fazlası olacak. Bir katili katil yapan nedir, neresidir, nasıl bir şeydir? Bazılarında olup bazılarında olmayan doğuştan bir özellik, bir gen, kalıtsal bir gizli güç mü? Yoksa ihtiyaçlara göre şekillenip dünyayla yüzleşmeyle gelişen hayatta kalma stratejisi, hayat kurtaran bir hastalık, mantıklı bir delilik mi? Hastalıkların bedeni hararetle bombardımana tutması gibi, delilik de insanın kendini yeniden emniyete aldığı hayati bir geri çekilme şekli olabilir mi? Bana göre öldürme yetisi her sağlıklı insan için olmazsa olmaz becerilerden biri. Varlığımız bir kazanma mücadelesi; bu yüzden komşusunu öldüremeyenin var olmaya da hakkı yok. Sonuçta, öldürmek kaçınılmaz olanı hızlandırmaktan başka bir şey değildir. Ölüm istisna kabul etmez, bu da hayat acı ve ıstıraptan oluştuğu için iyidir. Bu açıdan bakıldığında her cinayet aslında bir hayır işidir. Sadece güneşin teninizi ısıtmasına, suyun dudaklarınızı ıslatmasına benzemez, hepsi bu. Ya da her kalp atışınızda farkına vardığınız aptalca bir yaşama arzusuna. Hayatınız boyunca biriktirdiğiniz onca şeyle, itibarınızla, statünüzle, ilkelerinizle ufacık zaman kırıntıları satın almaya hazır olmanıza. Cinayet derinlere inmenizi, muğlaklıktan ve kör edici aydınlıktan uzak durmanızı gerektirir. Sizi o soğuk ve aydınlatıcı karanlığa girmeye, merkezdeki sert çekirdeğe, gerçeğe ulaşmaya zorlar. Benim de bulmak zorunda hissettiğim buydu işte. Neyse ki onu buldum. Bir katili katil yapan şeyi. Peki ya hayatım? Ben de zamanın dalgasız, dingin bir okyanus gibi önümde uzandığına inanıyor muyum? Asla.

Çok geçmeden bu küçük hikâyedeki diğer tüm oyuncularla birlikte ölümün çöp yığınında uzanıyor olacağım ben de. Yine de vücudum ne kadar çürürse çürüsün, isterse kala kala bir iskeletim kalsın, dudaklarımda hep bir tebessüm olacak. Ben artık bunun için yaşıyorum. Var olma hakkım için. Belki arınırım, utancın tümünden kurtulurum diye. Ama bu sadece bir başlangıç. Şimdi lambamı söndürecek ve günün aydınlığına adımımı atacağım. Daha doğrusu, geriye kalan azıcık aydınlığa. Hong Kong Yağmur bir kereyle kalmamıştı. İki kereyle de. Aslında hiç durmadığı söylenebilirdi. O yüzden bütün hafta ılıman ve ıslak geçmişti. Toprak suya doymuş, Avrupa’ya bağlanan otobanlar göçmüş, göçmen kuşlar göç etmeyi ertelemiş ve kuzey iklimlerinde şimdiye dek görülmemiş böcek türleri rapor edilmişti. Takvimler kışı gösteriyordu ama Oslo’nun parkları kar şöyle dursun, kahverengi bile değildi. Yeşildi ve zavallı “fit olma” bağımlılarının Sognsvann Gölü’niin etrafı kayak yapmaya elverişli duruma gelinceye kadar Björn Daehlie taytlarıyla kendilerini koşuya verdiği Sogn’daki suni çim saha kadar da davetkârdı.

Yılbaşı gecesi sis öyle yoğundu ki fişeklerin sesi Oslo’nun merkezinden banliyö bölgesindeki Asker’e kadar yankılanmasına rağmen havada hiçbir şey görülmemişti. Böyle bir siste insan arka bahçesinde havai fişek atsa onu bile göremezdi muhtemelen. Yine de o gece Norveçliler bir tüketici anketine göre hane başına altı yüz kronluk havai fişek patlatmıştı. Aynı ankete göre yılbaşını Tayland’ın bembeyaz kumsallarında geçirmenin hayalini kuran Norveçlilerin sayısı da üç senede ikiye katlanmıştı. Gelgelelim Güneydoğu Asya’da da hava çığırından çıkmıştı. Hava durumu haritalarında genelde sadece fırtına sezonu geldiğinde görünen o abartılı semboller şimdi Çin Denizine dizilmişti. Yılın en yağışsız aylarından biri olması beklenen şubat ayında Hong Kong yağmuru bardaktan boşanırcasına yağıyordu ve kısalan görüş mesafesi, Londra’dan 731 sefer sayısıyla yola çıkan Cathay Pacific uçağının Chek Lap Kok Havalimanina inmeden önce havada birkaç tur atacağını işaret ediyordu. Çinliye benzeyen yolcu, kolçaklara sımsıkı tutunmaktan parmak boğumları beyazlaşmış olan yan koltuktaki Kaja Solness’e “Eski havalimanına inmeyeceğimiz için dua edin” dedi. “Şehrin tam göbeğindeydi. Bu havada kesin bir gökdelene çarpardık.” On iki saat önce kalkış yaptıklarından beri adamın dudaklarından dökülen ilk kelimelerdi bunlar. Kaja türbülansa girdikleri gerçeğini unutup biraz olsun başka bir şeye odaklanma fırsatını seve seve değerlendirdi. “Sağ olun beyefendi, içimi rahatlattınız. İngiliz misiniz?’’ Adam tokat yemiş gibi irkilince Kaja, onu ülkesini sömürgeleştiren bir milletin mensubuna benzeterek hakaret etmiş olduğunu fark etti. “Şey… Yoksa Çinli mi?” Adam sertçe başını iki yana salladı.

“Hong Kong Çinlisi. Peki siz, hanımefendi?” Kaja Solness bir an için “Hokksund Norveçlisi” demeyi düşünse de “Norveçli” demekle yetindi. Hong Kong Çinlisi adam bir süre cevabı düşündükten sonra bir zafer edasıyla “Aha!” diyerek tepkisini “İskandinav” olarak düzeltti ve Hong Kong’a neden geldiğini sordu. “Bir adamı bulmak için” dedi Kaja, yeryüzünü çok geçmeden görmenin umuduyla aşağıdaki mavi-gri bulutlara bakarken. “Aha!” diye tekrarladı Hong Kong Çinlisi. “Çok güzel bir kadınsınız, hanımefendi. Sakın Çinlilerin sadece Çinlilerle evlendiği söylentilerine kulak asmayın.” Kaja yorgun bir tebessümle gülümsemeye çalıştı. “Hong Kong Çinlileri demek istiyorsunuz, değil mi?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir