Britanya Kraliyet Kolonisi Cebelitarık’ta, kişiliksiz bir otelin ikinci katında, ellilerinin sonunda gösteren ince, hareketli bir adam huzursuzca odasını arşınlıyordu. Tam bir İngiliz olduğunu gösteren hatları hoş ve tümüyle saygın olsa da, sabrının sonuna gelmiş öfkeli mizacını belli ediyordu. Bilgiççe öne eğilişine, sık sık kemikli bileğinin tersiyle hizaya sokulması gereken başına buyruk, ak düşmüş kâkülüne bakınca, asabi bir konuşmacı denilebilirdi. Onun orta dereceli bir Britanya devlet memuru olduğunu, son derecede hassas ve çok gizli bir göreve gönderilmek üzere Majesteleri’nin Dışişleri ve Milletler Topluluğu’nun en sıkıcı bölümlerinden birindeki masasından alındığı kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Bazen yüksek sesle sık sık tekrarladığı adı Paul, soyadıysa -hatırlaması pek de güç değildiAnderson’dı. Televizyonu açtığında, Hoş geldiniz Mr. Paul Anderson yazısıyla karşılaşıyordu. Neden Lor d Nelson Snug’da yemek öncesi bir aperitifin tadını çıkarmıyorsunuz! Daha uygun olan soru işaretinin yerini almış ünlem, içindeki ukala için sürekli bir rahatsızlık kaynağıydı. Uyumak için boşuna çabalamasının, ya da, o da sadece bir kez, olmayacak bir saatte otelin çatı katına çıkıp oradaki restoranda, caddenin karşı tarafındaki üçüncü kat yüzme havuzundan yükselen klor kokuları içinde tek başına yemek yemesinin dışında, kendini odaya hapsettiği andan beri, üzerinde otelin beyaz bornozu vardı. Uzun bacaklarına kısa gelen bornoz odadaki hemen her şeye uygun olarak, leş gibi sigara dumanı ve lavantalı oda spreyi kokuyordu. Odayı adımlarken, iş hayatının kısıtlamaları olmaksızın, duygularını kararlılıkla dışa vuruyordu. Yüz hatları bir an gerçek bir kafa karışıklığıyla kasılmışken, bir an sonra tartan duvar kâğıdına vidalanmış boy aynasına yansıyordu. Arada bir, kendini rahatlatmak ya da uyarmak için, kendi kendine konuşuyordu. Yine yan yüksek sesle mi? Kahverengi bir ata binmiş sevgili genç Kraliçe’mizin renklendirilmiş fotoğrafı dışında sana kulak verecek başka kimsenin bulunmadığı bomboş bir odaya tıkılmışken ne fark eder ki? Yüzeyi plastik kaplı bir masanın üzerinde daha geldiği anda bayat diye nitelediği kulüp sandviçin artıklanyla, terk edilmiş bir şişe ılık Coca-Cola duruyordu. Zorlanmasına rağmen, odaya gireli beri kendine bir damla alkollü içki izni vermemişti. Gördüğü gibi nefret ettiği yatak, altı kişiye yetecek kadar geniş olmasına genişti ya, yatağa uzanır uzanmaz sırtına ağnlar giriyordu. Üzerinde suni ipekten parlak kızıl bir yatak örtüsü, onun üzerinde de en gelişmiş şifreleme teknolojisiyle donatıldığı söylenen, bu konulara pek güvenmemekle birlikte, donatıldığına inandığı, masum görünüşlü bir ceptele-fonu vardı. Yanından her geçtiğinde telefona yönelttiği bakışları sitem, özlem ve öfke karışımıyla yüklüydü. Üzgünüm, Paul, diyerek uyarıyordu, kendi kendini saha komutanlığına atamış Elliot’ın yorgun Güney Afrikalı sesi, görevin boyunca öperasyönel konular dışında kesinlikle kimseyle görüşmeyeceksin. Yokluğun sırasında güzel ailenin başına talihsiz bir olay gelse, sorunlarını senin büronun sosyal yardımlaşma bölümüne aktaracaklar, seninle temas da bundan sonra sağlanacak. Dediklerim açıkça anlaşılıyor mu, Paul? Anlaşılıyor, Elliot, yavaş yavaş da olsa, anlaşılıyor. Odanın öbür tarafındaki aşırı geniş pencerenin yanma gidip kirli tül perdelerin arasından yukanya, renksiz, kırışık ve uzak, öfkeli bir dul gibi kaşlarını çatan efsanevi Cebelitarık Kayası’na baktı. Alışkanlık ve sabırsızlıkla garip gelen kol saatini bir kez daha inceledi, sonra da yatağın yanındaki radyolu saatin yeşil rakamlarıyla karşılaştırdı. Kolundaki siyah kadranlı çelik saat, sevgili karısının artık hayatta olmayan sayısız teyzelerinden birinin bıraktığı mirastan güç alarak, yirmi beşinci evlilik yıldönümlerinde hediye ettiği altın Cartier’nin yerini almıştı. Ama dur bir dakikaî Paul’un karısı falan yok ki! Paul Anderson’m karısı da yok, kızı da. Paul Anderson kahrolası bir keşiş! “Ama bunu takmamalısm, Paul sevgilim, öyle değil mi ya?” diyor ona kendi yaşlarındaki anaç bir kadın fi tarihinde, Heathrow Havaalanının yakınındaki kırmızı tuğlalı banliyö evinde, kız kardeşi gibi davranan meslektaşıyla birlikte onu rolü için giydirirlerken. “Hele üzerine baş harflerin böyle kazılıyken. Bunu evli birinden yürüttüğünü söylemek zorunda kalırdın, değil mi, Paul?” Şakaya katılarak, kendi çapında uyumlu biri olmaya her zamankinden daha kararlı, kadının yapışkanlı bir etikete Paul yazmasını ve altın saatini nikâh yüzüğüyle birlikte süreç dediği müddet için kasaya kilitlemesini izliyor. Peki, nasıl oldu da, kendimi bu cehennem çukurunda buluverdim? Atladım mı, arkamdan mı ittiler? Yoksa, her ikisinden biraz mı? Lütfen düşünüp taşınarak birkaç tur atarken seni kutsanmış tekdüzelikten Britanya sömürgelerinden birindeki kayada hücre hapsine götüren alışılmadık yolculuğu anlat. “Pekâlâ, zavallı sevgili karın nasıl?” diye soruyor, bilinmeyen bir nedenle adı İnsan Kaynaklan olarak değiştirilmiş Personel Bölümü’nün yaş haddinden emekliye ayrılmasına ramak kalmış, cuma akşamı dürüst vatandaşlar eve dönmek için acele ederken tek kelime bile açıklama yapmadan onu yüce mekânına çağıran buz kraliçesi. İkisi eski rakip. Ortak bir özellikleri varsa, o da geriye kendileri gibi çok az insan kaldığı duygusu olmalı. “Teşekkürler, Audrey, karımın hiç de zavallı olmadığını söylemekten mutluyum,” diye cevap veriyor, yaşamsal risk içeren böylesi rastlaşmalarda benimsediği kararlı patavatsızlıkla. “Sevgili, ama zavallı değil. Bütünüyle düzeliyor. Ya sen? Sanırım turp gibisin?” “Demek yalnız bırakılabilir,” diyor Audrey, bu nazik soruyu duymazdan gelerek. “Aman Tanrım, hayır! Ne anlamda, yani?” – Şakacılığı sürdürmekte kararlı. “Şu anlamda: Yurtdışmda, sağlıklı bir iklimde geçirilecek dört, muhtemelen beş süper gizli günle ilgilenir miydin?” “Teşekkürler, Audrey, bugünkü durumda gerçekten de çok ilgimi çekebilir. Yetişkin kızımız şu sıralar bizde kalıyor, bu yüzden zamanlaması daha uygun olamazdı, hele tıp doktoru olduğunu düşünürsek,” diye gururla eklemekten kendini alamıyor; oysa Audrey Paul’un kızının başarılarından etkilenmiş görünmüyor. “Hangi konuyla ilgili olduğunu bilmiyorum, bilmem de gerekmiyor,” diyor, henüz sormadığı bir soruya yanıt olarak. “Yukarıda, adını duymuş olabileceğin Quinn adlı genç ve dinamik bir bakan var. Seni hemen görmek istiyor. Haberler henüz Lojistik Hazırlıklar Bölümü’nün senin bulunduğun ücra köşelerine ulaşmamış olabilir diye söylüyorum, Savunma’dan yeni alınmış, göreve yeni başlamış biri – pek tavsiyeye benzemedi ama ne yapalım işte.” Kadın nelerden bahsediyordu ki? Haberleri tabii duymuştu. Gazeteleri okuyor, öyle değil mi? Televizyonda Neıusnight haber kuşağını da izliyor. Fergus Quinn, milletvekili, bilinen adıyla Fergie, kavgacı bir İskoç, Yeni İşçi Partisi ekibinin kerameti kendinden menkul eriteli. Televizyonda lafını sakınmaz, agresif ve ürkütücüdür. Dahası, Whitehall bürokrasisine karşı halkın kırbacı olmakla övünür – uzaktan bakıldığında övgüye değecek bu erdem, ancak VVhitehall bürokratıysan pek güvence vermez. “Şimdi mi demek istiyorsun, Audrey, hemen bu dakikada?” “Benim hemen kelimesinden anladığım, bu.” Bakanın bekleme odası boş, personel çoktan gitmiş. Çelik kadar sağlam maun bakanlık kapısı aralık. Tıklatıp beklemeli mi? Ya da tıklatıp itmeli mi? Her ikisinden biraz deniyor: “Orada dikilip durma. îçeri gir ve kapıyı arkandan kapat.” Dendiğini duyuyor. îçeri giriyor. Dinamik genç bakanın iri bedeni gece mavisi bir smokin ceketine sıkışmış. Kulağında bir ceptelefonuyla, ateş yerine geçen kırmızı kâğıt folyolarla doldurulmuş bir şöminenin önünde poz veriyor. Televizyonda neyse, ete kemiğe bürünmüş hali de öyle, tıknaz, kalın enseli, kızıl saçları kısa kesilmiş, hırslı ve hareketli gözleriyle boksör suratlı biriydi. Arkasında dar pantolon giymiş bir on sekizinci yüzyıl imparatorluk kurucusunun üç buçuk metrelik portresi yükseliyor. Gerginliğin doğurduğu fesat bir an boyunca böylesine aykırı iki insan arasında karşılaştırma yapmamak imkânsız. Quinn her ne kadar bir halk adamı olmak iddiasını sürdürse de, her ikisinde de ayrıcalıklı memnuniyetsizliğin somurtkanlığı var. Her ikisi de ağırlığını bir ayağına vermiş, öbür dizini bükmüş. Yoksa dinamik genç bakan nefret edilen Fransız’a karşı cezalandırma amaçlı bir saldırıya mı hazırlanıyor? İşçi Partisi adına, uluyan güruhun budalalığını topa mı tutacak? îkisini de yapmıyor, ceptelefonuna kısaca “Sonra konuşuruz, Brad,” deyip paldır küldür kapıya yöneliyor, kapıyı kilitleyip ziyaretçisini değerlendirmek için dönüyor. En önemli kaygılarını doğrular gözüken tepeden tırnağa bir incelemeden sonra, özenle geliştirdiği Glasgow aksanıyla, “Bana Servis’in deneyimli bir üyesi olduğunu söylediler, doğru mu?” diye soruyor.”Sakin kafalı, her ne demek oluyorsa. İnsan Kaynaklarına göre, yabancı diyarlarda yirmi yıl taban tepmek. Sağduyunun ruhu, kolay sarsılmaz. Oldukça etkileyici bir rapor. Ama bana burada anlatılanların hepsine inanmış değilim.” “Çok iyi davranmışlar,” diye cevaplıyor. “Üstelik, olduğun yere çakılmışsın. Kışlaya girmişsin. Çık çayıra. Karının sağlığı ayağına köstek olmuş, doğru mu, lütfen?” “Sadece son birkaç yıl, Bakan Bey,” -Çık çayıra benzetmesine pek minnettar olmadan- “ve şu anda da seyahat etmeme bir engel bulunmadığını söyleyebilmekten mutluyum.” “Ve şimdiki görevin… neydi? Hatırlat lütfen.” Vazgeçilmez sayısız sorumluluklarını vurgulayarak hatırlatmak üzereyken, bakan sabırsızlıkla sözünü kesiyor: “Pekâlâ. Sana bir soru. Gizli istihbarat işinde hiç doğrudan tecrüben oldu mu? Şahsen, senin,” diye uyarıyor, sanki daha az şahsen bir başka sen varmış gibi. “Doğrudan, ne anlamda, efendim?” “Casusluk falan gibi, ne dersin?” “Maalesef, sadece tüketici olarak. Nadiren. Ürünün tüketicisi. Eğer bunu soruyorsanız, elde etme yönteminin değil, Bakan Bey.” “Kimsenin bana tek tek sayma zahmetine katlanmadığı yabana diyarlarda taban teperken de mi?” “Maalesef, insanın yurtdışı vazifeleri genellikle iktisat, ticaret ya da konsolosluk işleriyle sınırlı kalıyor,” diye açıklıyor, kendini her tehlikede hissettiğinde başvurduğu, artık kullanılmayan kelimelere sığınarak. “Tabii insan arada bir gizli bir rapora da erişiyor – hiçbiri yüksek düzeyde olmayan raporlar, diye eklemem gerek. Korkanm, hepsi bu kadar.” Oysa bakan bir anlığına da olsa bu komplo deneyiminin eksikliğinden cesaret almış görünüyor, ablak yüzünde hoşnutluk benzeri bir tebessüm beliriyor. ıo “Ama güvenilir birisin, öyle değil mi? Belki denenmemiş, ama buna rağmen güvenilir.” “Şey, öyle sanırım” – çekinceli. “Hiç TM ile işin oldu mu? “Efendim?” “Terörle Mücadele! Hiç işin oldu mu, olmadı mı?” “Maalesef hayır, Bakan Bey.” “Ama önemsersin, değil mi?” “Tam olarak neyi, efendim?” – olabildiğince yardıma. “Ülkemizin iyiliği, başka ne olacak! Halkımızın güvenliği, nerede olursa olsun. Zor zamanlarda temel değerlerimiz. Tamam, tercih edeceksen, mirasımız” – kelimeyi Muhafazakâr Parti’ye karşı bir tokatmış gibi kullanarak. “Örneğin, teröristlerin kahrolası dünyayı havaya uçurma haklan konusunda gizli düşüncelere sahip, kan kılıklı gardırop liberallerinden değilsindir.” “Hayır, Bakan Bey, sanınm öyle biri olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim,” diye mırıldanıyor. Oysa bakan karşısındakinin rahatsızlığını paylaşacak yerde pekiştiriyor: “Pekâlâ öyleyse. Senin için düşündüğüm son derecede duyarlı görev, terörist düşmanın anavatanımıza önceden planlanmış bir saldırı imkânını elinden alacak desem, arkanı dönüp çıkmazsın değil mi, doğru mu düşünüyorum?” “Tam tersine efendim, ben -aslında-” “Sen aslında ne?” “Mutlu olurum. Kendimi ayrıcalıklı hissederim. Gurur duyanm. Ama biraz da şaşırırım, tabii.” “Neye şaşırırsın, rica etsem?” -Üzerine alınmış gibi. “Şey, sormak bana düşmez, Bakan Bey, ama neden ben? Servis’te aradığınız türde tecrübeye sahip birçok insan bulunduğundan eminim.” Fergus Quinn, halk adamı, dönüp cumba penceresinin yanına gidiyor, -çenesi papyonunun üzerinden saldırganca öne ıı uzanmış ve papyonunun düğmesi ensesindeki yağ tabakalan arasından beceriksizce görünüyor- akşam güneşinin ışığında Atlı Muhafız Alam’mn altın çakıllarını seyre dalıyor. “Dahası sana hayatının geri kalanında sadece söz veya hareketle değil, herhangi bir başka yöntemle böylesi bir an-ti-terör operasyonunun yerine getirilmesi bir yana, düşünüldüğünü bile açıklayamayacağını söylersem -kendi kendini sürüklediği sözcüklerin labirentinden çıkmak için kızgınlıkla etrafına bakınarak- ilgini çeker mi, çekmez mi?” “Sayın Bakanım, beni bu iş için doğru insan olarak görüyorsanız, düşündüğünüz görev her neyse kabul etmekten mutluluk duyanm. Aynca ağzımın daima ve mutlak olarak kapalı kalacağı konusunda da söz veririm,” diye ekliyor, sadakatinin kendi gözleri önünde ileri sürülüp sorgulanmasının öfkesiyle hafifçe kızararak. Quinn omuzlarını en kusursuz Churchill modasına göre kamburlaştırıyor, fotoğrafçılann işlerini tamamlamalannı bekliyormuş gibi cumba penceresinin önünden ayrılmıyor. Bir süre düşündükten sonra ciddiyetle, “Geçilmesi gerekecek bazı köprüler var,” diyor. İnatçı başını Downing Sokağı yönünde sallayarak, “Bu yolun üst ve alt tarafındaki çok önemli bazı kişilerin yakması gereken belirli bir yeşil ışık var, O ışık yandığı zaman -yanarsa ve ancak o zaman- seni haberdar edeceğiz. Ardından benim uygun göreceğim süre boyunca sahadaki gözlerim ve kulaklarım olacaksın. Göz boyamacılık falan yok, anlaşıldı mı? Senin şu Dışişleri gizlemeleri, alayları falan da olmayacak. Benim nöbetimde söz konusu olamaz. Bana her şeyi eğip bükmeden, gördüğün gibi vereceksin. Senin gibi, tecrübeli olduğuna inandığım birinin gözlerine görünen yalın manzara. Beni duyuyor musun?” “Kusursuzca, Bakan Bey. Sizi duyuyor ve dediklerinizi bütünüyle anlıyorum.” Uzak Bir buluttan ona seslenen kendi sesi. “Ailende hiç Paul var mı?” “Anlayamadım, efendim?” “Tanrımf Oldukça basit bir soru, öyle değil mi? Ailende adı Paul olan herhangi bir erkek var mı? Evet ya da hayır. Ağabey, baba, ne bileyim ben işte?” “Yok. Maalesef görünürde tek bir Paul bile yok.” “Peki Paulines? Ya da kadın ismi olarak kullanılan hali. Paulette veya onun gibi bir şey?” “Kesinlikle yok.” “Ya Anderson? Etrafta hiç Anderson da mı yok? Kızlık soyadı olarak Anderson?” “Yine, bildiğim kadarıyla yok, Bakan Bey.” “Üstelik sağlığın da yerinde. Fiziksel olarak. Engebeli arazide zorlu bir yürüyüş buradaki bazıları gibi dizlerinin bağını çözmez değil mi?” “Enerjik yürürüm. Üstelik hevesli bir bahçıvanım” – aynı uzak buluttan. “Elliot adında birinin telefonunu bekle. Elliot senin için ilk belirti olacak.” “Bu Elliot adı mı, soyadı mı acaba?” diye kendi sesinin manyak gibi, sakinleştirici bir şekilde soru sorduğunu duydu. “Nereden bileyim? Etik İşler adıyla tanınan bir kurumun gerisinde, mutlak gizlilik içinde çalışıyor. Mahallenin yeni çocukları ve uzmanların dediğine göre alanlarının en iyileriymiş.” “Bağışlayın, Bakan Bey. Ama sözünü ettiğiniz tam olarak hangi alan?” “Özel savunma müteahhitleri. Hangi dünyada yaşıyorsun? Bugünlerde oyunun kuralı. Farkına varmadıysan söyleyeyim, savaş kurumsallaştı. Daimi profesyonel ordular çöktü. Çok ağır, eksik donanımlı, her bir düzine çizme için bir tuğgeneral ve dünyanın masrafı. Bana inanmıyorsan, Savunma’da iki yıl çalışmayı dene. “Oh, tabii inanıyorum, Bakan Bey” – Britanya askeriye-sinin toptan azline şaşırmış, yine de adamı memnun etmek gayretinde. “Evini adam etmeye çalışıyorsun. Doğru mu? Harrow veya öyle bir yer.” “Harrow doğru” -artık şaşırmanın da ötesinde- “Kuzey Harrow.” “Nakit sorunları?” “Yok, hayır, Tanrı’ya şükürler olsun, tam tersine,” diye haykırıyor, bir anlığına da olsa, dünyaya dönmenin rahatlığıyla. “Biraz bir şeylerim var, eşime de taşrada bir taşınmazı içeren küçük bir miras kaldı. Piyasa sağlamken şimdiki evimizi satmayı ve taşınana kadar daha küçük bir yerde oturmayı planlıyoruz.” “Elliot, Harrow’daki evinizi almak istediğini söyleyecek. Etik’ten falan olduğundan bahsetmeyecek. İlanları emlak-çının vitrininde ya da bilmem nerede görmüş, eve dışarıdan bakmış, beğeniyor, ama görüşmek istediği konular var. Buluşmak için bir yer ve saat önerecek. Ne teklif ederse, uyacaksın. Bu insanların çalışma biçimi böyle. Başka soru?” Hiç sormuş muydu ki? “O arada, bütünüyle normal insanı oynuyorsun. Kimseye tek bir kelime yok. Ne burada işte, ne de evde. Bu dediğim iyice anlaşıldı mı?” Anlaşılmadı. Hiç anlaşılmamış gibi. Ama hepsine içten birer “evet” ve Pall Mall’daki kulübüne yaptığı güçlendirici cuma akşamı ziyaretinin ardından o gece eve nasıl döndüğü hakkında açık seçik bir anısı yok. Eşi ve kızı yan odada keyifle sohbete dalmışken müstakbel Paul Anderson Etik îşler’i google’lıyor. Houston, Teksas’ta kayıtlı Etik İşler Anonim Şirketi mi demek istediniz? Başka bilgisi olmadığından evet, diyor, öyle demek istedim. Benzersiz niteliklere sahip jeopolitik uzmanı düşünürlerden oluşmuş yepyeni uluslararası ekibimizle, Etik’te bizler önemli kurumsal ve ulusal kuruluşlara yenilikçi, içgörülü ve üstün risk değerlendirme analizleri sağlıyoruz. Etik’te dürüstlüğümüz, hak ettiğiniz özenimiz ve en güncel siber yeteneklerimizle övünüyoruz. İstendiği anda yakın koruma ve rehine pazarlığı Kişisel ve gizli sorularınızı Marlon yanıtlayacaktır. E-posta adresi ve posta kutusu da Houston, Teksas’tan. Marlon’a yönelteceğiniz kişisel ve gizli sorularınız için ücretsiz telefon numarası. Yöneticilerin, yetkililerin, danışmanların ya da benzersiz niteliklere sahip jeopolitik uzmanı düşünürlerin adından eser yok. Ne isim, ne de soyadı olarak bir Elliot da geçmiyor. Etik İşlerin ana kuruluşuysa Spencer Hardy Holdingleri, ilgi alanlan arasında petrol, buğday, kereste, sığır eti, emlak geliştirme ve kâr amaçsız girişimler bulunan çokuluslu bir şirket. Aynı ana şirket Protestan vakıflara, din okullarına ve İncil misyonlanna da bağışta bulunuyor. Etik İşler hakkında daha fazla bilgi için lütfen önceden bildirilmiş şifrenizi girin. Böyle bir şifreye sahip olmadığı ve girmemesi gereken bir yere girdiği duygusunun etkisinde kaldığı için araştırmalarına son veriyor. Bir hafta geçiyor. Her sabah kahvaltıda, gün boyunca büroda ve her akşam işten sonra döndüğü evde talimata uyarak Tümüyle Normal Adam rolünü oynuyor. Gelecek ya da gelmeyebilecek, ya da en beklenmediği anda gelecek yüce telefonu bekliyor: Tam da öyle oluyor, o telefon bir sabah erkenden, kansı ilacını aldıktan sonra uyurken, kendisi damalı gömleği ve fitilli kadife pantolonuyla mutfakta oyalanır, arka çimenlerle gerçekten ilgilenmesi gerektiğini düşünerek bir önceki akşamın bulaşığını yıkarken geliyor. Telefon çalıyor, ahizeyi kaldırıyor, neşeyle “Günaydın” diyor ve karşısında tabii ki emlakçımn vitrinindeki ilanı gören ve evle ciddi bir şekilde ilgilenen Elliot var. Tek fark, adamın adının Elliot değil, Güney Afrika aksam sayesinde îlliot olması. * Elliot Etik İşler’in benzersiz niteliklere sahip jeopolitik uzmanı düşünürlerden oluşmuş yepyeni uluslararası ekibinden biri mi? Bariz olmasa da, mümkün. Paddington Caddesi Bahçeleri’nin ötesindeki cansız yan sokakta, ikisinin topu topu doksan dakika sonra karşı karşıya oturdukları çıplak büroda Elliot’m üzerinde pazar günü kiliseye gidiyormuş gibi koyu renkli iyi bir takım elbise, boynunda da minik paraşütlerle bezenmiş çizgili bir kravat var. Manikürlü sol elinin en şişman üç parmağını Kabala simgeleri taşıyan yüzükler süslüyor. Parıltılı bir kafatası, zeytuni bir cildi var, çopur ve rahatsız edici derecede de kaslı. Bir an konuğunu fingirdek kırpışlarla süzen, bir sonraki an duvara dönen bakışları renksiz. Konuşma İngilizcesi, titizliğine ve telaffuzuna not verilecekmiş gibi özenli. Elliot çekmecesinden neredeyse yeni bir Britanya pasaportu çıkarıyor, başparmağını tükürükleyip işgüzarca sayfalarını karıştırıyor. “Manila, Singapur, Dubai: Bunlar istatistikçi konferanslarına katıldığınız güzel kentlerden sadece birkaçı. Bunu anlıyor musun, Paul?” Paul bunu anlıyor. “Uçakta yanına oturan meraklı biri Cebelitank’a niçin gittiğini soracak olursa, yine bir istatistikçi konferansı olduğunu söyler, ondan sonra da cehenneme gitmesini tavsiye edersin. Cebelitarık internet kumarında önemli bir yer, kumarın tümü de temiz değil. Kumarın patronları kendi küçük adamlarının yersiz konuşmalarından hoşlanmaz. Şimdi sana sormam gerek, Paul, çok samimi olarak söyle, kişisel kimliğinle ilgili herhangi bir endişen var mı?” “Şey, aslına bakarsan, sadece bir endişe, Elliot, evet, var,” diye itiraf ediyor epey düşündükten sonra. “Neymiş o Paul? Kendini rahat hisset.” “İngiliz olmaktan – bir de etrafta bulunmuş bir dışişleri üyesi olarak – önemli bir Britanya toprağına farklı bir İngiliz olarak girmekten kaynaklanıyor – nasıl diyeyim, biraz” -kelimeyi anyor- “doğrusunu söylemek gerekirse biraz kuşkulu.” Elliot küçük ve yuvarlak gözlerini ona dikiyor, kırpmadan bakıyor. “Yani, demek istiyorum ki, kendi kimliğimle gidip talihimi denesem? îkimiz de ortalıkta görünmemem gerektiğini biliyoruz. Ama bütün hesaplarımıza rağmen, tanıdığım ya da beni tanıyan birine rastlayacak olsam, en azından kendim olabilirdim. Yani ben olabilirdim. Yani-” “Yani ne, Paul?” “Yani Paul Anderson adlı dandik bir istatistikçi olmak yerine. Demek istiyorum ki, kim olduğumu biliyorlarsa böylesine uydurma bir masala kim inanır? Dürüst olmak gerekirse, Elliot,” -yüzüne sıcak bastığını hissederek ama durdurmayı başaramayarak- “Cebelitarık’ta Majesteleri’nin Hükümeti’nin muhteşem bir merkezi var. Önemli Dışişleri Ofisi’nin varlığıyla dev boyuttaki dinleme istasyonundan bahsetmiyorum bile. Bir de Özel Harekât eğitim kampı. Bu durum, düşünmediğimiz birinin birden ortaya çıkmasına ve bana uzun zamandır görmediği dostuymuşum gibi sarılmasına bakar, o zaman – işte tekerime çomak sokulur. Hem üstelik ben istatistikten ne anlarım? Kesinlikle hiç. Uzmanlığını sorgulamak amacında değilim, Elliot. Ve tabii, ne gerekiyorsa yapacağım. Sadece soruyorum.” “Bütün endişen bu mu, Paul?” diye soruyor Elliot kaygıyla. “Tabii. Kesinlikle. Sadece ne düşündüğümü anlatmak istedim.” Anlatmamış olmayı dileyerek; İyi ama insan mantığını nasıl pencereden dışanya atar ki? “Gerçek şu ki, Paul, Cebelitarık’ta kimse senin kim olduğuna beş paralık bile değer vermez, özellikle de Britanya pasaportunu burunlarına dayayıp, baştan itibaren kimsenin gözüne batmadıkça. Yine de: En kötü senaryoyla baş başa kalsak, ki benim görevim bunu göz önünde bulundurmayı gerektiriyor, ateş hattında ilk hedef taşaklann olur. Operasyonun, aralanndan biri olmaktan gurur duyduğum uzman planlamacılarca tahmin edilemeyen bir şekilde sonlandığmı varsayalım. İçeride adamlan var mıydı, diye soracaklar. Sonra, bütün gün ve gece kitap okuyarak otel odasında pinekleyen bilgiç serseri Anderson da kimmiş, diye merak etmeye başlayacaklar. Kahrolası bir golf sahasından daha büyük olmayan bir kolonide bu Anderson nasıl bulunacak? Böyle bir durum olsa, gerçekte olduğun insanın kişiliğini benimsemediğin için şükredeceğinden eminim. Şimdi mutlu musun, Paul?” Mutluluktan havalara uçacak kadar, Elliot. Daha mutlu olunamaz. Tümüyle yabancı bir ortamda, her şey düş gibi, ama sonuna kadar sizinleyim. Ancak Elliot’ın biraz kaygılı olduğunu görüp, birazdan verilecek ayrıntılı brifingin pek iyi başlamayacağından korkarak, biraz yakınlaşmaya çalışıyor: “Fazla meraklı damgasını yemeden, senin gibi nitelikli birinin bu planın neresinde yer aldığını sorabilir miyim, Elliot?” Elliot’ın sesi vaizin dindarlık taslayan havasına bürünüyor: “Sorun için içtenlikle teşekkür ederim, Paul. Ben savaş adamıyım; bu benim hayat tarzım. Çoğu Afrika kıtasında, küçük ya da büyük birçok savaşa katıldım. Bu maceralarım sırasında efsanevi, hatta söylememe gerek bile yok ama esrarengiz istihbarat kaynaklanna sahip biriyle tanışma fırsatı buldum. Dünya çapındaki tanıdıkları ona, demokrasi ilkelerinin ve özgürlüğün gelişmesi için kullanacağını bilmenin güveniyle başka kimseye anlatmadıkları bilgiler veriyor. Ayrıntılarını şimdi sana açıklayacağım Operasyon Yaban Hayatı onun kişisel bir buluşu.” Ve dalkavukça olmakla birlikte, sorulması aşikâr soruya yol açan, Elliot’ın gururlanarak yaptığı açıklamadır: “Bu ulu insanın bir adı olup olmadığını sorabilir miyim, Elliot?”
John Le Carre – Nazik Bir Durum
PDF Kitap İndir |