John Le Carre – Son Casus

Magnus Pym rüzgârlı bir Ekîrn sabahının erken saatlerinde, Güney Devon’un tüm halkının terkettiği izlenimini veren bir kıyı kasabasında külüstür taksiden indi. Taksinin uzaklaşmasını bekledikten sonra kilise meydanına doğru yürüdü. Bel-a-Vista, The Commodore, Eureka gibi adları olan kötü ışıklandırılmış eski Vik-torya tipi pansiyonlara gidiyordu. Pym’in yapı olarak güçlü ama oturaklı bir görünüşü vardı, herhangi bir şeyi temsil ediyormuş gibi. Adımları canlıydı; hafif öne eğilerek yürüyüşü, Anglosakson yönetici sınıfının damgasını taşıyordu. Gerek hareket ha^-ünde, gerekse kıpırtısız durarak Đngilizler hep bu tavırla uzak sömürgelere bayraklar dikmişler, büyük nehirlerin kaynaklarını bulmuşlar, batan gemilerin güvertelerinde durmuşlardı. Pym şu ya da bu biçimde onaltı saattir yolda Almasına rağmen paltosu ve şapkası yoktu. Bir elinde resmi görünüşlü şişkin bir siyah evrak çantası, diğerinde yeşil bir Harrods torbası vardı. Kentli giysileri denizden esen güçlü rüzgârda dalgalanıyor, tuz gözlerini yakıyor, yolu üstünde köpük baloncukları uçuşuyordu. Pym’ in hiçbirine aldırdığı yoktu. «Yer yok» tabelalı bir evin önüne gelince zili çalıp önce dış ışığın yanmasını, sonra da içerden zincirin çekilmesini bekledi. Tam o sırada kilisenin saati beşi çalıyordu. Pym saatin çağrısına karşılık veriyormuş gibi topukları üstünde dönüp meydana baktı. Baptist kilisesinin zariflikten uzak kulesi uçuşan bulutlar arasında dimdikti. Pym bahçelerin süsleri olan ağaçlara, boş .


orkestra yerine, otobüs durağına, yan sokakların gölgelik taraflarına ve tek tek kapı içlerine baktı. «Siz misiniz, Bay Canterbury,» dedi bir kadın kapıyı açtığında. «Sizi gidi kötü adam sizi! Yine yataklıyla gelmişsiniz. Neden telefon etmediniz ki?» «Nasılsınız, Bayan Dubber? Đyi misiniz?» «Benim nasıl olduğumu bırakın şimdi. Bay Canterbury. Girin içeri. Üşüteceksiniz.» Gelgelelim rüzgârın süpürdüğü çirkin meydan Pym’i büyülemiş gibiydi. «Sea View’un satılık olduğunu sanıyordum, Bayan D,» dedi, kadın kendisini içeri sokmaya çalışırken. «Bay Co-ok’un karısı öldükten sonra taşındığını söylemiştiniz. Eve bir daha ayak basmaz diyordunuz.» «Basmaz elbette. Girin içeri, Bay Canterbury, ben hemen çayı hazırlarım, ayaklarınızı silin ama.» «Peki, yukardaki yatak odasında neden ışık yanıyor?» diye sordu Pym, kadının kendisini merdivenlerden yukarı sürüklemesine karşı koymayarak. Pek çok sert insan gibi Bayan Dubber de ufaktefekti.

Ayrıca yaşlıydı, çevresindeki her şeyi çarpık gösteren bir de kamburu vardı. «Bay Cook üst katını kiraya verdi. Celia Venn resim yapmak için tuttu orasını. Tam da sizden beklenen bir şey bu.» Kadın sürgüyü çekti. «Üç ay gözden kaybol, sonra tut bir gece yarısı gel ve başkasının evindeki ışığı merak et.» Bir sürgü daha itti. «Hiç değişmeyeceksiniz, Bay Canterbury. Doğrusu sizin üstünüze neden bu kadar düşüyorum bilemiyorum.» «Kimmiş bu Celia Venn?» «Doktor Venn’in kızı, o budala adam. Denize bakıp resim yapmak istiyor.» Kadının sesi birden değişti. «Ne cesaretle, Bay Canterbury? Çabuk çıkarın onu bakayım.» Bayan Dubber son sürgüyü de ittikten sonra elinden geldiğince doğrulmuş, çekingen bir kucaklamaya hazırlanıyordu. Ancak kimsenin bi’r an bile inanmadığı o kendine özgü çatık kaşları yerine, yüzünde gerçek bir korku vardı şimdi.

«O korkunç siyah kravatı takmışsınız yine, Bay Canterbury. Evime ölüm getirmenize izin veremem. Kimin için yas tutuyorsunuz ki?» Pym yakışıklı bir erkekti. Elli yaşlarında olmasına rağmen — 8 — eline ayağına çabuk ve hareketli. Ancak Bayan Dubber’in gözünde en iyi yanı, insana bir sıcaklık ve güven veren sevimli gülümsemesiydi. «Whitehall’dan eski bir meslektaş, Bayan D. Önemsiz biri. Yakınım falan değil.» «Benim yaşımda herkes yakındır, Bay Canterbury. Adı neydi?» «Adamı pek tanımazdım bile.» Pym kravatını çözüp cebine soktu. «Size adını falan söylemeyeceğim, yoksa hemen başlarsınız gazetelerde ölüm ilanlarını okumaya.» Pym konuşurken holde masanın üstündeki, geçen geldiğinde taktığı turuncu gece lambasının ışığında müşteri defterine bakıyordu. «Gelen giden oldu mu, Bayan D?» Listeye göz gezdirdi. «Kaçak çiftler, esrarengiz prensesler falan? Paskalya’da gelen o birbirine âşık delikanlılar ne oldu?» «Onlar âşık falan değillerdi.

» Bayan Dubber iki yana sallanarak mutfağa doğru yürüdü. «Ayrı odalarda kaldılar ve geceleri televizyonda maç seyrettiler. Ne dediniz, Bay Canterbury?» Ama Pym ağzını açmış değildi. Ani iletişim patlamaları kimi zaman hattaki bir sansürcü tarafından kesilen tamamlanmamış telefon konuşmalarını andırırdı. Bir iki sayfa daha çevirdi. Bayan Dubber mutfakta gaz ocağını yakarken, «Artık öyle yolu düşüp de bir iki geceliğine gelenleri almayacağım,» dedi. «Kimi zaman Toby -ile otururken kapı çaldığında, ‘Git sen aç Toby,’ derim. Açamaz tabii. Tekir bir kedi kapıyı açamaz ki. Öyle .oturup bekleriz ayak seslerinin uzaklaşmasını.» Kaşları altından baktı adama. «Bizim Bay Canterbury yoksa âşık mı dersin, Toby?» diye kedisine sordu. «Bu sabah pek yakışıklıyız doğrusu. Parıl parıl.

Ceketimize bakarsak on yıl gençleşmişiz sanki.» Kediden işe yarar bir karşılık alamayınca bu kez kanaryasına döndü. «Ama ağzını açıp a’a bize bir şey söylemez, değil mi, Dickie? Olup biteni en son biz duyarız.» Hâlâ defterin başında olan Pym, «Wimbledon’dan John ve Sylvia,» dedi. «John bilgisayar yapıyor, Sylvia da program, yarın gidiyorlar.» Kadın aksilenmişti. Dünyasında sevgili Bay Canîerbury’den başkalarının da olduğunu kabul etmekten nefret duyardı. «Bu — 9 — sefer ne bu böyle?» dedi öfkeyle. «Kabul edemem. Geri alın.» Ama öfkeli değildi kadın. Pym hâlâ Harrods kâğıdına sarılı, Harrods kutusu içindeki beyazlı altın sarılı kalın kaşmir şalım geri alacak değildi. Kadın kâğıtla kutuya şal kadar önem veriyordu, şalı aldıktan sonra kâğıdı yeniden katlayıp kutunun içine koydu, sonra da kutuyu en değerli hazinelerini sakladığı dolabın rafına yerleştirdi. Ancak bu işi bitirdikten sonradır ki, bir yandan savurganlığı için onu azarlarken, şalı omuzlarına atmasına ve kendisini kucaklamasına izin verdi. Pym, Bayan Dubber’i memnun etmek için çay içti, kadın yanmış olduğunu söylediği halde çörekten bir parça yeyip tadını öve öve göklere çıkardı.

Musluk tapasını onarmaya, su borusunu açmaya, eli değmişken birinci kattaki su deposuna da bir bakmaya söz verdi. Pym canlıydı, aşırı iltifatkârdı, kadının ken-dteinde görüp sözünü ettiği o gayretkeşliği bir an bile elden bırakmıyordu. Toby’yi kucağına alıp okşadı; daha önce böyle bir şey yapmış değildi, bu hareketinden Toby’nin de pek bir zevk aldığı söylenemezdi. Normal olarak sözünün edilmesi kendisini yatağına kaçırttığı halde, bu kere Bayan Dubber’in yaşlı Al Teyzesinin son haberlerine bile katlandı. Yine her zaman olduğu gibi, kasabaya son geldiğinden bu yana olup bitenler hakkında kadını sorguya çekti, Bayan Dubber’in ardı arkası gelmeyen yakınmalarını büyük bir dikkatle ve onaylayarak dinledi. Cevap verme yerine sık sık başını sallarken de, ya yok yere kendi kendine gülümsüyor ya da dalgınlaşıyor, elini ağzına götürüp esniyordu. Birden fincanını bırakıp sanki yeniden trene yetişe-cekmiş gibi ayağa kalktı. «Sizce bir sakıncası yoksa bu kere bir süre kalmak istiyorum, Bayan D. Epey yazacak şeyim var.» «Hep öyle dersiniz. Son geldiğinizde artık hep burada kala^-caktınız. Ama sabah yumurtanızı bile yemeden hemen White-hall’a döndünüz yine.» «Đki hafta falan kalının sanırım. Burada rahat rahat çalışabilmek için izin aldım.» Bayan Dubber şaşırmış görünmeye çalıştı.

«Peki ama memleket ne olacak, ha? Dümenin başında Bay Canterbury olmazsa Toby ile ben nasıl güvenlik içinde olabiliriz ki?» — 10 — Gösterdiği çabaya bakılırsa, içi kurşun doluymuş gibi görünen evrak çantasına uzanırken, «Eh, Bayan D. neler yapmayı düşünüyor bakalım?» diye sordu Pym. «Neler mi? Bayan Dubber esrarlı tavrını takınıp sevimli bir gülümsemeyle, «Benim yaşımda bir şey yapmak düşünülmez, Bay Canterbury,» dedi. «Tanrı yapsın planları. O bu işi benden iyi becerir, değil mi, Toby? Çok daha güvenilirdir onun planları.» «O hep çıkmak istediğiniz yolculuk ne oldu? Artık bunu hak ettiniz, Bayan D.» «Saçmalama! Yıllar önceydi o. Artık içimde istek falan kalmadı.» «Ben hâlâ parasını ödemeye hazırım.» «Tanrı sizden razı olsun, bundan hiç kuşkum yok.» «Đsterseniz telefonları ben ederim. Seyahat acentesine birlikte gideriz. Zaten ben gelirken sizin için baktım. Bir hafta sonra Orient Explorer Southampton’dan kalkıyor. Biri biletini iade etmiş.

» «Beni başınızdan atmaya mı çalışıyorsunuz, Bay Canterbury?» Pym bir an durup güldü. «Tanrıyla ben elele versek bile sizi yerinizden kımıldatamayız, Bayan D.» Bayan Dubber daracık merdivenden yukarı çıkan adamın ar-dtndan baktı. Ağır çantasına rağmen gençlere özgü canlılık vardı adımlarında. Çok yüksek düzeyde bir toplantıya katılacak. Epey önemli de. Adamın hafif adımlarla koridorda yürüyüp meydana bakan sekiz numaralı odaya girmesini dinledi. Uzun yaşamı boyunca en uzun süreyle kiraladığı odaydı burası. Kaybı kendisini pek etkilememiş, diye içi rahatlayarak düşündü adamın anahtarı çevirip kapıyı hafifçe ardından kapattığını duyunca. Bakanlıktan eski bir meslektaşı, yakınlarından biri değil. Onu hiçbir şeyin rahatsız etmemesini isterdi. Yıllar önce kapısını çalıp da, sığınacak telefonsuz bir yer aradığını söyleyen o kusursuz beyefendi olarak kalacaktı Bay Canterbury. O günden beri de hep altı aylık kirasını peşin öder, makbuz falan da istemezdi. Bir doğum gününde kendisine sürpriz olarak ustaları çağırtıp bir günde bahçenin kenarına duvar ördürmüştü. Hatta — 11 — Mart ayındaki fırtınadan sonra damdaki kiremitleri kendi eliyle aktarmıştı.

Gittiği o şaşırtıcı yabancı yerlerde neler yaptığını anlatmadan hep çiçek, meyva, çikolata ve armağanlar gönderirdi. Pansiyon dolu olduğu zamanlar kahvaltıyı hazırlamaya yardım eder, para kazanmak için hepsi de sonuçsuz bir sürü planı olan yeğeninin hikâyesini dinlerdi. Bay Canterbury’ye ne mektup gelirdi, ne de ziyaretçi; radyoda yabancı istasyonları dinlemek dışında müzikle bir ilgisi yoktu, evdeki telefonu da yalnızca kasabanın dükkânlarını aramak için kullanırdı. Londra’da oturduğu ve Whitehall’da çalıştığı ama çok sık seyahate çıktığı ve adının o kent adı gibi Canterbury olduğu dışında, kendisi hakkında tek bir şey söylemiş değildi. Ne çocuk, ne karı, ne ana-baba, ne de sevgili… yeryüzünde bir tek Bayan D’si dışında «benim» diyebileceği kimsesi yoktu. Bayan Dubber şalı burnuna götürüp yün kokusunu içine çekerken Toby’ye, «Belki de bir lordluk bile almıştır artık,» dedi. «Günün birinde başbakan bile olur da, biz bunu ancak televizyondan duyarız.» Bayan Dubber rüzgârın gürültüsü arasında çok hafif bir şarkı duydu. Bir erkek sesi, ahenksiz ama hoş. Önce birinin bahçe tarafından Gleensleeves’i sonra meydandan Jerusalem’! söylediğini sandı. Seslenmek için pencereden başını uzatmıştı ki, şarkıyı söyleyenin yukardan Bay Canterbury olduğunu anladı. Çok şaşırmıştı, adamı azarlamak için kapısını açtı ama durup dinledi sonra. Şarkı birden kesildi. Bayan Dubber güldü. Şimdi de o beni dinliyor, diye düşündü.

Tam benim Bay Canterbury’m bu işte. Üç saat önce Viyana’da Magnus’un karısı Mary Pvm yatak odasının penceresi önünde durmuş, kocasının seçtiğiyle çelişik ,olan şaşırtıcı derecede sakin dünyaya bakıyordu. Ne perdeleri kapatmış, ne de ışığı yakmıştı. Annesinin deyimiyle, misafir kabul etmek üzere giyinmişti ve bir saattir mavi kazakla ceketi içinde pencere önünde duruyor, arabayı, kapının çalmasını, kocasının kilitte hafifçe dönen anahtarının tıkırtısını bekliyordu. Magnus ile Jack Brotherhood arasında hangisini daha önce — 12 — kabul edeceği konusunda haksız bir yarış vardı kafasında. Sonbaharın erken yağmış karıyla kaplı tepenin üzerinde yükselen dolunay odayı siyah beyaz çizgilerle doldurmuştu. Cadde boyunca zarif villalarda diplomat eğlencelerinin son ışıkları da birer birer sönüyordu. Bakan Meierhof dört kişilik bir orkestra eşliğinde Kuvvet Azaltma Konuşmaları dansı düzenlemişti. Mary’nirv orada olması gerekirdi aslında. Van Leyman’lar eski Prag’lı dostları için cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bir yemek veriyorlardı. Đkisi de orada olmalılar, yemekten sonra da kalanları bir içki için evlerine davet etmelilerdi. Sonra plak çalıp bu saate kadar dans etmeliydiler – dans hastası diplomatik Pym’ler- tıpkı Magnus’un Washington’da bölüm başkan yardımcısı olduğu zamanlardaki gibi. Magnus şakalar yapıp kendisine özgü yöntemleriyle yeni yeni dostlar edinirken Mary de salamlı yumurta hazırlardı. Viyana’nın en gözde mevsimindeydiler, bütün yıl boyunca suspus oturmuş millet şimdi heyecanla Noel’den, Operadan konuşur, gevezelik ederlerdi. Ama bütün bunlar bin yıl öncesiydi sanki.

Hepsi geçen Çarşamba gününe kadardı. Şimdi önemli olan, Magnus’un giderken havaalanında bıraktığı Metro arabasıyla yolun başında görünüp kapıya Jack Brotherhood’da n önce varmasıydı. Telefon çalıyordu. Yatağın yanında. Onun tarafındaki. Koşma aptal, düşeceksin. Öyle yavaş da davranma yoksa kapatır. Magnus sevgilim. Tanrım ne olur o olsun arayan, bir sıkıntı geçirdin ama şimdi iyisin artık, neler olduğunu sana sormayacağım bile, bir daha senden hiç mi hiç kuşkulanmayacağım. Mary telefonu açtı, ama elinde telefon numaralarını, adreslen, saatleri, talimatları yazmaya hazır kâğıt ve kalemiyle beklerken bir an durakladı. Onun için endişe ettiğinin belirtisi olacağından, «Magnus?» demedi. Sesindeki heyecanı saklayamayacağına inandığından, «Alo?» da demedi. Magnus’un telefonu açanın kendisi olduğunu anlaması için numarayı Almanca olarak söyledi. Kocası her şeyin normal ve yolunda olduğunu anlasın, kendisine kızmasın diye. Sıkıntı yok, sorun yok, buradayım ve her zamanki gibi bekliyorum seni.

– «Benim,» dedi bir erkek sesi. Ama o değildi. Jack Brotherhood’du. — 13 — Brotherhood askeri sınıflara özgü o dolgun, güvenli Đngiliz-cesiyle, «Paketten bir haber yok herhalde?» diye sordu. «Hiç kimseden haber yok. Neredesin?» «Yarım saate kalmaz orada .olurum. Beni bekle, olur mu?» Şömine, diye birden düşündü Mary. Tanrım, şömine. Küçük ve büyük felâketlerin artık farkını pek kestiremeyerek aşağı koştu. Hizmetçiye gece için izin vermiş, şöminedeki ateşi örtmeyi unutmuştu. Sönmüş olmalıydı artık. Sönmemişti ama. Neşeli çatırtılarla yanıyordu, sabahın bu erken saatini cenaze havasından kurtarmak için bir odun daha atılması yeterliydi. Mary kütüğü ateşe sürdü, odayı derleyip toparlamaya koyuldu… çiçekler, kül tabakları, Jack’m viski tepsisi… içinde hiçbir şey düzenli olmadığından, dışındaki her şeyi düzenliyordu.

Bir sigara yakıp dumanını içine çekmeden öfkeli öpücükler halinde havaya üfledi. Sonra koca bir kadeh viski doldurdu, zaten aşağıya bunun için inmişti. Dans ediyor olsalardı, şimdiye kadar bu kadehlerden birkaç tane devirmiş olurdu nasılsa. Pym’inki gibi Mary’nin de Đngilizliği tartışılmazdı. Sarışındı, iri çeneliydi, açık sözlüydü. Annesinden miras aldığı tek yapmacık tavrı, dünyaya ve özellikle de yabancılara karşı o hafif komik tenezzüldü. Mary’nin yaşamı bir dizi ölüm hikayesiydi. Büyükbabası Passchendaele’de ölmüştü, kardeşi Sam ise daha yakın bir zamanda Belfast’ta. Şam’ın ölümünden sonra bir iki oy Mary ,onun cipini havaya uçuran bombanın kendi ruhunu da öldürdüğünü sanmıştı. Gelgelelim üzüntüden ölen Mary değil de babası olmuştu. Mary’nin erkeklerinin tümü de askerdi. Kendisine hatırı sayılır bir miras, ateşli bir yurtseverlik ve Dorset’te küçük bir malikâne bırakmışlardı. Mary zeki olmasının yanısıra hırslıydı da; hayal kurabilir, ihtirasa kapılabilir, haset edebilirdi. Ne var ki, yaşamının kuralları kendisi yaşamaya başlamadan konulmuştu: Mary’nin ailesinde erkekler sefere çıkarlar, kadınlar onlara yardımcı olurlar, yas tutarlar ve yaşamaya devam ederlerdi. Tapınmaya varan sevgisi, yemek davetleri, Pym ile yaşantısı hep bu sağlam ilkeye göre sürdürülmüştü.

Geçen Temmuza kadar. Lesbos’daki tatilimize kadar. Dön evine, Magnus. Sen uçaktan çıkmayınca gürültü kopardığıma pişmanım artık. O senin deyiminle, «büyük sesimle» British Air- — 14 — ways memuruna bağırdığım için ve diplomatik pasaportumu yüzüne doğru salladığım için pişmanım. Hele Jack’a telefon edip de, kocam hangi cehennemde, diye sorduğum için çok üzgünüm. Onun için lütfen gel ve bana ne yapmam gerektiğini söyle. Hiçbir şeyin önemi yok. Sen yalnız burada ol da. Hemen şimdi. Mary kendini yemek odasının çifte kapısı önünde bulunca ikisini de ardına kadar açtı, avizeyi yakıp elinde viski kadehiyle bir göl gibi parlayan uzun ve bomboş masaya baktı. Onsekizinci yüzyıl kopyası. Maun. Ondört kişi, iki ucuna sıkıştırılırsa onalü kişi rahat oturur. Ama o lanet yanık izi.

Denemediğim şey kalmadı. Hatırla, diye zorladı kendini. Eskileri düşün. Jack Brotherhood kapının zilini çalmadan o aptal kafana yerleştir hikâyeyi. Kendi dışına çık ve içeri bak. Şimdi. Bunun gibi heyecan doiu bir gece. Çarşamba, kabul gecemiz. Dışardaki gibi bir dolunay var, belki bir yanından hafifçe kırpılmış. Yatak odasında lisede hep yüksek notlar alan ama üniversiteye devam etmemiş olan o aptal Mary Pym bacaklarını iyice açmış aile mücevherlerini takarken, Oxford birincisi kocası Magnus Pym ,o anda giyinmiş olarak karısının ensesini öpüp kendisini eğlence havasına sokmak için Balkanlı jigolo numarasını yapıyor. Magnus zaten hep istediği havaya girer. «Tanrı aşkına,» diyor Mary biraz sert bir sesle. «Bırak dalga geçmeyi de sunu sıkıştır.» Asker ailesinde yetişmiş olmak zaman zaman konuşmam! etkiliyor. Magnus istenileni yapıyor.

Magnus hep istenileni yapar. Magnus onarır, Magnus bir uşaktan iyi servis yapar. Đstenileni yaptıktan sonra da ellerini göğüslerimin üstüne koyup sıcak soluğunu çıplak boynuma koyveriyor. «Ama sevgilim, o çok şahane an için zamanımız yok mu? Var mı? Ha?» Ama Mary her zamanki gibi gülümsemeyecek kadar sinirli, kocasına aşağı inip o geceliğine tuttukları uşak Bay Wenzel’in balıkçı Weber’den buz alıp almadığını kontrol etmesini söylüyor. Ve Magnus gidiyor. Magnus hep gider zaten. Mary’nin kıçına sert bir tokat indirmenin daha akıllıca olduğu zamanlar bil© gider Magnus. — 15 — Mary başını kaldırıp dışarı kulak verdi. Bir motor gürültüsü. Bu karlı havada kötü anılar gibi geliyor hepsi. Ama kötü bir anının aksine bu geçip gidiyor. Yemek zamanı, diplomasinin mutlu saati, Magnus’un bölüm başkan yardımcısı olduğu ve bölüm başkanlığına bile getirilebileceği günlerde Georgetown’da olduğu kadar iyi. Magnus ile Mary’nin arası düzelmiş, yalnızca Mary’nin yüreğini gece gündüz karartan bir bulut dışında. Lesbos bu bulutun adı, korkunç anı-, larla çevrili Ege’nin bir Yunan adası. Viyana’daki Đngiliz Büyükelçiliğinde Adı Ağıza Alınmaz Konular Danışmanı Magnus’un karısı Mary Pym gümüş şamdanların üzerinden gururla bakıyor kocasına; hizmetçiler konuklara annesinin tarifine göre hazırlanmış rostoyu ikram ediyorlar.

Masanın çevresinde yerel ha-beralma toplumunun oniki seçkin ve adı dile getirilmeyen kişisi var. Mary, Avusturya Savunma Bakanlığından Dinkel’e o güzel Almancasıyla, «Sizin Ursula adında bir de kızınız var, değil mi?» diyor. «Son duyduğumda konservatuvarda piyano öğrenimi yapıyordu. Bana ondan söz edin biraz.» Sonra yanından geçen hizmetçiye, «Frau Wenzel, Bay Lederer’in sosu bitmiş,» diyor. Mary, Dinkel’in aile dertlerini dinlerken güzel bir gece diye kararını vermişti. Evlilik yaşamı boyunca, yükselme yolunda oldukları Prag ve Washington’da ve şimdi zaman doldurmakta oldukları burada hep böyle bir gece için çalışmıştı. Mutluydu, bayraktarlık yapıyordu, Lesbos’un kara bulutu uçup gitmiş sayılırdı. Tom yatılı okulunda başarılıydı, kısa bir süre sonra Noel tatili için eve gelecekti; Magnus kayak yapmak için Leoh’de bir dağevi kiralamıştı, Lederer’ler de onlara katılacaklarını söylemişlerdi. Babasının hastalığına rağmen Magnus bu günlerde o kadar becerikli, ,o kadar nazikti ki. Lech’e gitmeden önce karısını Parsifol’ı izlemek için Salzburg’a götürecekti. Hatta Mary ısrar ederse Opera balosuna bile gideceklerdi. Talihleri yaver giderse Lederer’ler de kendilerine katılacaklardı; her nedense bu son günlerde Magnus’un çevresinde fazladan birkaç kişi olması insanı rahatlatan bir şeydi. Şamdanın üzerinden solun- — 16 — daki konuğuna bir şeyler anlatan kocasına gülümseyerek baktı. Az önce öylesine alıngan olduğum için özür dilerim, diyordu.

Kocası da, hepsi unutuldu bitti, demekteydi. Hepsi gittikten sonra sevişiriz, diyordu Mary, sarhoş olmayız, sevişiriz ve her şey yoluna girer. O anda duydu telefonun çaldığını. Tam o anda. Magnus’a hayalinde bu düşüncelerini iletirken ve bunlarla mutluyken. Đki kere, üç kere çaldı telefon. Mary tam kızmaya başlamıştı ki, Bay Wenzel’in telefonu açtığını duydu. Acele değilse Bay Pym daha sonra sizi arar, diye cevap verdi kafasında telefona. Çok önemli olmadıkça Bay Pym rahatsız edilmemeli. Bay Pym elçilikteki-lerin huzurunu kaçıran ve Avusturyalıları şaşkına çeviren o kusursuz Almancasıyla komik bir hikâye anlatıyor. Bay Pym istendiği takdirde Avusturya aksanını, hatta daha komik Đsviçre aksanını da taklit edebilir. Orada okuduğu günlerden kalma bir şey. Bay Pym yanyana dizdiği bira şişelerine bıçağıyla vurarak eski Đsviçre demiryolunun çan seslerini çıkarabilir. Đnterlaken ile Jungfrauhoch arasındaki istasyonları yerel istasyon memurunun aksanıyla sayarken, dinleyicileri özlem dolu bir neşeyle kendilerinden .geçerler.

Mary gözlerini kaldırınca masanın öteki ucunun boş olduğunu farketti. Magnus… Mary ile flört etme dışında Magnus tam o anda ne yapıyordu? Sağında memur eşleri ölçüsüne göre bile çirkin ve kaba olan Bayan Dinkel oturmaktaydı. Kadın öylesine şirretti ki, elçiliğin en kaşarlanmışları bile onun karşısında suspus otururlardı. Ama Magnus kadını kendisine öyle bir bağlamıştı ki, Bayan Dinkel onun ağzına bakıyordu sanki. Kocasının bu davranışlarını zaman zaman izleyen Mary onun bu işine adanmışlığt karşısında elinde olmadan bir acıma hissederdi. Bir anlık için bile olsa onun biraz rahatlamasını isterdi. Rahatlığı hak ettiğini bilmesini, kendini hep böyle vermek, durmadan vermek zorunda hissetmemesini isterdi. Gerçek bir diplomat olsaydı şimdi çoktan elçiydi, diye düşündü. Washington’dayken Grant Lederer kendisine Magnus’un bölüm şefinden de, o korkunç elçiden de daha etkin olduğunu söylemişti. Burada da çok saygı görmesine ve etkin olmasına rağmen, Viyana kocası için gözle görülür bir 17- R: 2 düşkırıklığı olmalıydı. Öyle olması da istenmişti kuşkusuz, ama ortalık yatışınca Magnus yine yoluna devam edecekti, şimdi ö-nemli olan sabırdı. Mary kocasına kıyasla o kadar genç olmamayı isterdi. Kimi zaman benim yaşıma ayak uydurmaya çalışıyor, diye düşündü. Magnus’un solunda oturan Bayan Mohr da onun büyüsüne kapılmış görünüyordu. Kadının kocası Wiener Neus-tadt’da Şifre Bürosunda albaydı.

Ancak Magnus’un en büyük zaferi, altı ay önce Amerikan Elçiliğinin Hukuk Bölümü başına gelen Grant Lederer HPtü. Magnus’un deyimiyle, «Küçük kara sakallı, küçük kara gözlü ve küçük kara düşünceli» Lederer, Washington’dan eski bir dost ve gerçekte ClA’nın yeni adamıydı. Magnus bütün arkadaşlarından olduğu gibi ondan da yakınırken, «Grant gözboyacının biri,» derdi. «Haftada bir bizi bir masanın çevresinde toplayıp yirmi yıldır zaten kusursuzca yapmakta olduğumuz işler için yepyeni kelimeler uydurur.» «Ama sevimli bir insan,» derdi Mary. «Bee de müthiş güzel üstelik.» Magnus bir başka sefer, «Grant tam bir dağcı,» dedi. «Sırtımıza binebilmek için hepimizi sıraya diziyor. Bekle görürsün bak.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir