John Le Carre – Single ve Oğlu

Bu tabanca, tabanca değil. Trans-Finanz’ın Viyana, St. Petersburg ve İstanbul Yönetim Kurulu Başkam aynca murahhas azası genç Alix Hoban, soluk elini İtalyan yapımı lacivert ceketinin göğsünden sokarak platin bir sigara tabakası ya da kabartma bir kartvizit değil de, mükemmel durumda zarif, mavi-siyah bir otomatik tabanca çıkarıp on beş santim öteye, Mr. YVinser’ın bir kartal gagasım andıran ama o denli tehditkâr olmayan burnuna doğrulttuğunda, en azından Mr. Winser’ın kararlı inancı buydu. Bu tabanca yok. Kabul edilemez bir kanıt. Hatta kanıt falan değil. Bu, olmayan bir tabanca. Mr. Alfred VVinser avukattı ve avukatlar için gerçekler aksini iddia etmek için vardı. Tüm gerçekler. Bir gerçek, hukukçu olmayan birine ne kadar apaçık görünürse, dürüst bir avukatın o gerçeğe o kadar şiddetle itiraz etmesi gerekir. Ve VVinser o sırada hepsinden daha dürüsttü. Buna rağmen, şaşkınlıktan elindeki evrak çantasını düşürdü.


Düştüğünü duydu, ağırlığının oyalanan duygusunu avcunda hissetti, gözlerinin ucuyla ayaklarının dibinde yatan çantamn gölgesini gördü; evrak çantam, dolmakalemim, pasaportum, uçak biletlerim ve seyahat çeklerim. Kredi kartlarım, yasallığını. Yine de, bir servete mal olmasına rağmen eğilip almaya davranmadı. Olmayan tabancaya sessizce bakmayı sürdürdü. Bu tabanca, tabanca değil. Bu elma, elma değil. VVinser kırk yıl önceki hukuk hocasımn bilgece sözlerini, o büyük adamın aşınmış spor ceketinin cebinin derinliklerinden yeşil bir elma peydahlamasını, havaya kaldırıp çoğunluğu kız 7 dinleyicilerine göstermesini hatırlıyordu: “Elmaya benzeyebilir hanımlar, elma gibi kokabilir, dokununca elma duygusu verebilir,” -dokundurma- “İyi ama elma gibi kütür der mi?” -sallayarak- “Elma gibi kesilir mi?” – masadaki çekmeceden antika bir ekmek bıçağı çıkarır, vurur. Elma bir kireç yağmuruna dönüşür. Büyük adam sandaletinin burnuyla döküntüleri bir kenara itiştirirken kahkahalar kahkahalar… Oysa Winser’ın bellek hattındaki çılgın yolculuğu bununla bitmedi. Güneşin göz alıcı parlaklığı gibi, hocasımn elmasından sonra, sıra oturduğu ve şu anda orada olmak için her şeyini vereceği Hampstead’deydi, manavda elmaların yam sıra, karısı Bunny’nin -kocasımn aldığı her şeyi beğenmese de- hoşlandığı o taze kuşkonmazları satan, hoş önlüğü ve hasır şapkasıyla, neşeli ve silahsız elma tedarikçisindeydi. Alışveriş sepetini kocasımn kucağına bastırarak – yeşil, unutma Alfred ve toprağın üzerinde büyümüşlerden; beyazlar olmaz. Üstelik sadece mevsiminde Alfred, ötekilerin hiç tadı olmuyor. Neden yapıyorum bunu? Hoşlanmadığımı anlayacaksam, neden insanlarla evlenmem gerekiyor? Neden olaydan sonra değil de, öncesinde aklımı başıma toplayamıyorum? Kendimizi kendimizden koruyamayacaksak, hukuk eğitimi ne işe yarayacak? Dehşete düşmüş beyni muhtemel her kaçış yolunu tararken, Winser iç gerçeklerine yaptığı bu gezilerle rahatladı. Bir anlığına da olsa, bu geziler onu tabancamn gerçekdışılığına karşı güçlendirdi. Bu tabanca hâlâ yok.

Oysa gözlerini tabancadan ayıramıyordu. Daha önce bir tabancayı hiç bu kadar yakından görmemiş, güneşin göz kamaştırıcı aydınlığında kusursuzca üzerine doğrultulan bir silahın rengine, çizgisine, üzerindeki yazılara, süslemelerine ve stiline böylesine dikkat etmek zorunda kalmamıştı. Tabanca gibi ateş eder mi? Tabanca gibi öldürür, tabanca gibi söndürür, yüzleri ve hatları bir alçı yağmuruna çevirir mi? Bu gülünç ihtimale karşı yiğitçe isyan etti. Bu tabanca yok, kesinlikle yok\ Bu bir serap, beyaz göğün, sıcağın ve güneş çarpmasının bir oyunu. Kötü yemeklerin, kötü evliliklerin ve dumanlı müzakerelerin; trafiği tıkanık, tozlu ve bunaltıcı İstanbul içinde sarsıcı limuzin yolculuklarıyla dolu, bitkinlik verici iki günün; sabahın çok erken saatlerinde Trans-Finanz’m özel jetiyle Orta Anadolu’nun kahverengi masifleri üzerinde yapılan baş döndürücü bir uçuşun; kırmızı kayalı uçurumların kenarındaki virajlı, dönemeçli yollardan dünyanın ucuna, kızgın sabah güneşinin altında Doğu Akdeniz’in iki yüz metre üzerindeki kayalıklarla, akdikenlerle ve parçalanmış kovanlarla kaplı bu kurak buruna üç saatlik otomobil yolculuğunun ve Hoban’ın göz kırpmayan, beynimin içine bir cerrah gibi bakan tabancasımn -hâlâ orada ve hâlâ bir hayalet- yarattığı yüksek ateşin ürünü bir tabanca. Gözlerini yumdu. Gördün mü dedi Bunny’ye. Tabanca yok. Oysa Bunny her zamanki gibi sıkılmış, kocasına, bir an önce zevkini almasını ve onu rahat bırakmasını söylüyordu; bu yüzden otuz yıldan beri yapmadığı bir şey yaptı ve kürsüye döndü. Lordum, VVinser ve Hoban arasındaki anlaşmazlığın dostça çözümlendiğini Mahkeme’ye bildirmeyi zevkli bir görev biliyorum. VVinser, Güney Türkiye tepelerindeki bir saha konferansı sırasında Hoban’ın bir tabanca doğrulttuğu iddiasında yanıldığını kabul ediyor. Buna karşılık Hoban da hareketleri için eksiksiz ve tatmin edici bir açıklamada bulunuyor… Ve sonra, alışkanlık ve saygı nedeniyle son yirmi yıldır yönetim kurulu başkanı, genel müdürü ve svengali’si,1 Single Hanedam’nın isim babası ve kurucusuna, bizzat biricik Tiger Single’a hitap etti. VVinser konuşuyor Tiger. Çok iyiyim, çok teşekkür ederim efendim, ya siz? Bunu duyduğuma çok sevindim. Evet, sanırım her şeyin sizin bilgece tahmin ettiğiniz gibi geliştiğini ve bugüne kadarki tepkinirftümüyle tatmin edici olduğunu söyleyebilirim.

Sadece önemsiz bir şey -köprünün altından 1 (İng.) Svengali: Çoğu zaman kötücül niyetlerle karşısındakini domine ve manipüle eden kişi, (ç.n.) çok sular aktı- müşterimiz Hoban bende, bana tabanca çekiyormuş izlenimi yarattı. Hiçbir önemi yok, sadece bir fantezi, ama insanın önceden uyarılmış olması iyidir. Gözlerini açıp biraz önce olduğu yerde, tabancayı ve namlusu üzerinden ona bakan Hoban’ın çocuk gözlerini, tetiğe dolanmış tüysüz çocuklara özgü işaretparmağını görünce bile yasal konumunun kalıntılarını terk etmedi. Pekâlâ, bu tabanca bir cisim olarak mevcut, ama tabanca değil. Bir şaka tabancası. Eğlendirici, zararsız, pratik bir şaka. Hoban tabancayı küçük oğluna almış. Bu bir tabanca taklidi, bir genç için fazla uzun ve fazla sıkıcı olduğu kuşkusuz pazarlıklardan usanan Hoban da biraz rahatlamak amacıyla hava atmak için çıkarmış olmalı. En yeni varsayımını pekiştirmek için hissiz dudaklarında bir çeşit kaygısız tebessüm belirdi. “Pekâlâ, kabul etmeliyim ki bu çok inandırıcı bir sav, Mr. Hoban,” dedi yiğitçe. “Ne yapmamı istiyorsunuz? Ücretimizden vazgeçmemizi mi?” Ne var ki yanıt yerine işittiği tabutçu çekiçlerini, koyun karşı kıyısındaki küçük turist limanında tüm kışı tavla oynayarak geçirdikten sonra son dakikada panjurları, kiremitleri ve boruları onarmaya çalışan inşaat işçilerinin gürültüsüne dönüştürdü.

Soyulan boya, lehim lambası, kömürde pişen balık, sokak satıcılarının baharata, Akdeniz Türkiyesi’nin bütün sevimli ve daha az sevimli kokularını normallik özlemiyle soluyup zevk aldı. Hoban arkadaşlarına bağırarak Rusça bir şeyler söyledi. VVinser arkasında ayak sesleri duy duysa da, başını çevirmeye cesaret edemedi. Arkadan uzanan eller ceketini kavradı, kimileri vücudunu yokladı – koltukaltlannı, kaburgalarmı, belkemiğini, kasıklarını. Kısa süreliğine saldırgan ellerin yerini daha kabul edilebilir ellerin anıları aldıysa da, paçalarım ve ayak bileklerini sıvazlayıp gizli silahlar ararken pek avutucu olmadı. Koşan kadınlara gıptayla bakmak için Hampstead Heath’e doğru yürürken kuduz köpekleri ya da cinsi sapıkları defetmek için taşıdığı kiraz ağacı bastonu 10 dışında, VVinser gizli ya da aleni, hayatında hiç silah taşımamıştı. Hoban’ın sayıları gereğinden fazla hempalarını pişmanlıkla hatırladı. Tabancanın etkisinde kalmış, bu tepede sadece Hoban’la baş başa, yüz yüze olduklarım, işitme menzilinde kimsenin bulunmadığım, her avukatın yararlanmak isteyeceği bir durumda olduğunu varsaymıştı. Oysa şimdi, İstanbul’dan ayrıldıkları andan beri Hoban’ın yamnda insamn iştahını kaçıracak türden kalabalık bir danışman sürüsü dolaştırdığım kabul etmek zorundaydı. İstanbul havaalanından ayrıldıkları sırada onlara, ceketlerini omuzlarına atmış, silahlarını göstermeyen bir Sinyor d’Emilio ve Mösyö François katılmış, VVinser hiçbirinden hoşlanmamıştı. Dalaman’daysa gelenleri kendi cenaze arabası karası Land Rover’ları ve şoförleriyle iki sakıncalı daha karşılayacaktı. Adamları tanıtırken, Almanya’dan demişti Hoban, hiç isim vermeden. Almanya’dan olabilirlerdi, ancak VVinser’ın işitebildiği kadarıyla Türkçeden başka bir dil konuşmuyor ve taşralı Türk işadamlarının yeğlediği cenaze levazımatçısı kostümleri giyiyorlardı. Daha başka eller VVinser’ın saçlarını kavradı ve kumlu patikada dizlerinin üzerine çökertti. Keçi çanlarını duyunca, cenazesinde Hampstead’de, St.

John’da çalan çanları işittiğini sandı. Yine başka eller mendilini, bozuk paralarım, gözlüğünü aldı. Daha da başkaları o değerli evrak çantasını yerden alınca, olanları bir kâbus görüyormuşçasına izledi: Bir çift elden diğerine dalgalanan güvenliği, kimliği, açması için Tiger’ın zorladığı hesaptan para çekip Zürih havaalanında paldır küldür aldığı altı yüz pound değerinde eşi bulunmaz siyah deri çanta. Pekâlâ, bir daha cömertliğin tuttuğunda bana da doğru dürüst bir çanta alırsın, diye yakınıyor Bunny genizden gelen, giderek yükselen ve arkasımn geleceğini müjdeleyen tiz sesiyle. Taşınacağım, diye geçirdi içinden. Hampstead Bunny’ye kalır, ben Zürih’te bir daire alırım, tepenin yamacındaki o yeni teraslardan birini. Tiger anlayacaktır. ıı VVinser’m ekranı canlı sarı bir dalgayla kaplanınca acılı bir çığlık attı. Nasırlı eller bileklerini sarmış, sırtına getirmiş ve ters yönlerde büküyordu. Çığlığı sönme yolunda bir tepeden diğerine yankılandı. Başlangıçta, bir diş hekimi gibi yavaşça, yeni eller başını kaldırdı, daha sonra da güneşin kavurucu ışığına bakması için saçlarından çekerek döndürdü. Bir ses İngilizce, “Tam öyle tutun,” deyince, Winser kendini gözlerini kırpıştırır ve aynı yaşta olmasına rağmen beyaz saçlı Sinyor d’Emilio’nun kaygılı yüzüne bakar buldu. Sinyor d’Emilio Napoli’den danışmanımız, demişti Hoban, nereden aldığını Tanrı bilir o korkunç Rus-Amerikan şivesiyle. Winser, Tiger’m etkilenmek niyetinde olmadığı zaman benimsediği ağdalı sesle, ne kadar güzel, demiş ve adamı kayıtsız tebessümle selamlamıştı. Kumların içinde kösteklenmiş, kolları ve omuzları ağrıdan haykırırken, Sinyor d’Emilio’ya fırsatı varken daha fazla saygı göstermediğine hayıflanıyordu.

D’Emilio yamaçtan yukarıya yürüyordu ve Winser onunla yan yana, kol kola, başlangıçta yarattığı yanlış izlenimi silerek, arkadaşça yürümeyi istedi. Oysa dizlerinin üzerine çökmüş, yüzü kavurucu güneşe dönük kalmak zorundaydı. Gözlerini sımsıkı yumduysa da, güneşin ışınları hâlâ sarı bir su baskını gibiydi. Diz çökmüştü ama baldırlarından omuzlarına kadar vücudu kasılıyordu, dizlerinde hissetmeye başladığı acı değişken akımlarla omuzlarını parçalayan sızıyla aynıydı. Saçları için endişelendi. Saçlarını boyamayı hiç istememiş, boyayanları da hep küçümsemişti. Oysa berberi deneyip görmesi için ikna etmeye çalışırken, Bunny devam etmesini buyurmuştu. Ne hissederim sanıyorsun Alfred, koca diye yanımda süt gibi saçlarıyla bir ihtiyar gezdirince? – İyi ama sevgilim, seninle evlendiğimde de saçım bu renkti! – Talihim o zamandan kapalıymış demek, demişti Bunny. Tiger’m tavsiyesine uymam, Bunny’yi başka bir yere, Dolphin Meydanı, Barbican’daki bir daireye yerleştirmem gerekirmiş. Sekreterliğimden kovmalı, kocası olmak utancını 12 yaşamak zorunda kalmadan, küçük dostum diye tutmalıymışım. Evlenme onunla VVinser, satın al onu! Uzun vadede daha ucuza gelir, demişti Tiger, ardından da balayı için ikisine Barbados’ta bir hafta armağan etmişti. Gözlerini açtı. Şapkasını, altmış dolara İstanbul’dan aldığı zarif Panama’yı merak etti. Arkadaşı d’Emilio’nun koyu takımlı iki Türk’ü güldürmek için şapkayı başına geçirdiğini gördü. Önce birlikte güldüler.

Sonra, sanki bir tiyatrodaymış gibi, yamacın yarı yolunda, seçilmiş yerlerinde birlikte dönüp, YVinser’a baktılar. Yüzlerini ekşiterek. Sorgular gibi. Katılımcı değil, izleyici olarak. Onunla sevişmemi izleyen Bunny. Orada güzel eğleniyorsun, değil mi? Pekâlâ, bitir artık, yoruldum. Dağın eteğinden sonraki son bölümde cipi kullanan sürücüye baktı. Adamın iyi bir yüzü var, beni kurtarır. Bir de, İzmir’de evli bir kızı. İyi yüzü var veya yok, sürücü uyumaya gitmişti. Patikanın daha aşağısında, Türklerin cenaze arabası karası Land Rover’larmda, ağzı açık, önüne bakan ama hiçbir şey görmeyen ikinci bir şoför. “Hoban,” dedi VVinser. Gözlerinin üzerine bir gölge düştü; güneş artık öylesine yükselmişti ki, o gölgenin sahibinin çok yakınında duruyor olması gerekirdi. Bir mahmurluk hissetti. İyi fikir.

Bambaşka bir yerde uyan. Gözlerini kısarak, terden yapış yapış kirpiklerinin arasından bakınca röverli, beyaz ve zarif pantolonun altından çıkan timsah derisi ayakkabılar gördü. Gözlerini kaldırdı ve Hoban’m hempalarından bir diğerinin, Mösyö François’nm koyu, sorgulayıcı bakışlarını fark etti. Mösyö François sürveyanımız. İstanbul havaalanında, önerilen şantiyede ölçümler yapacak, demişti Hoban, VVinser da aynı aptallıkla sürveyanı, Sinyor d’Emilio’ya uygun gördüğü kayıtsız tebessümle selamlamıştı. Timsah derisi ayakkabılardan biri yer değiştirince VVinser bütün uyuşukluğuyla Mösyö François’nm tekme atmaya 13 hazırlandığını düşünmüştü ya, öyle olmadığı açıktı. VVinser’ın yüzüne yandan bir şey uzatıyordu. Cep boyu bir kayıt cihazı, diye düşündü VVinser. Gözleri terden zeki görünüyordu. Başıma fidye koyacakları için, sevdiklerimi rahatlatmamı istiyor: Tiger, efendim, Alfred VVinser konuşuyor, sizin taktığınız adla VVinser’ların sonuncusu ve kesinlikle iyi olduğumu bilmenizi istiyorum, endişelenecek hiçbir şey yok, her şey harika. Bunlar iyi insanlar ve bana olağanüstü iyi bakıyorlar. Davalarına, her neyse artık, saygı duymayı öğrendim ve beni söz verdikleri gibi serbest bıraktıklarında, dünya kamuoyu platformlarında bu davayı cesaretle savunacağım. Ah, umarım, kızmazsınız, sizin de savunacağınıza söz verdim, en azından ikna gücünüzden yararlanmayı çok istiyorlar… Aleti öteki yanağıma dayıyor. Bakıp kaşlarını çatıyor. Öyleyse bu bir ses kayıt cihazı değil, bir termometre.

Hayır değil, nabzımı ölçmeye yarıyor, bayılmak üzere olmadığımı anlamak için. Şimdi cebine koyuyor. İki cenaze levazımatçısı Alman Türkü’ne ve Panama şapkamı giymiş Sinyor d’Emilio’ya yetişmek için yamacı tırmanıyor. Kabul edilemez olam yok saymanın gerginliğiyle, VVinser altım ıslattığım fark etti. Tropikal takım pantolonunun sol bacağımn iç tarafında yapışkan bir leke oluşmuştu ve lekeyi gizlemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Dehşet içindeydi, şaşkındı. Kendini başka yerlere aktarıyordu. Bunny’nin kızarmış yanaklarıyla, annesinin evinden öfkeyle dönmesini bir kez daha bekleyemeyeceği için akşamın geç saatinde bürosundaki masasımn başında oturmuş, bekliyordu. Chisvvick’te bir zamanlar sevdiği ufak tefek arkadaşıyla birlikteydi ve kadın tuvalet masasının çekmecesinde sakladığı robdöşambr kuşağıyla bileklerini yatağın başucuna bağlıyordu. Her yerdeydi, bu cehennemdeki tepenin dışında, kesinlikle her yerde. Uyuyordu ama dizleri üzerine çökmeyi sürdürdü, dikilmeye zorlandı ve acıyla sarsıldı. Kumun içinde kabuk parçaları ya da çakmaktaşı olmalıydı, çünkü dizkapaklarına sivriliklerin battığım 14 hissediyordu. Eski çanak çömlekler, diye hatırladı. Bu tepelerde eski Roma çömleklerinden daha bol bir şey olamaz, üstelik yamaçlarda altın bulunduğu da söylenir. İstanbul’da, Dr.

Mirsky’nin bürosunda Single yatırım projesinin etkileyici tanıtımı sırasında Hoban’ın maiyetine bu baştan çıkarıcı özelliği daha dün açıklamıştı. Böylesi renk dokunuşları cahil yatırımcılar için çekiciydi, özellikle de yontulmamış Ruslar için. Altın, Hoban! Hazine, Hoban! Kadim medeniyet, ne kadar çekici olacağını bir düşün! Parlak, kışkırtıcı bir konuşmaydı, bir virtüöz gösterisi gibiydi. VVinser’ın içinden türedi ve baş belası gözüyle baktığı Mirsky bile kendini alkışlamaktan alamamıştı: “Anlattığın o kadar yasal ki, Alfred, yasaklanması gerekir,” diye kükremiş ve gürültülü bir Polonyalı kahkahasıyla sırtına öylesine güçlü vurmuştu ki, VVinser’ın dizlerinin bükülmesine ramak kalmıştı. “Lütfen, sizi vurmadan önce, Mr. VVinser, size birkaç soru sormam gerektiği talimatı aldım.” VVinser’ın kafası buna basmadı. Duymadı bile. Ölmüştü. “Mr. Randy Massingham’la dost musunuz?” diye sordu Hoban. “Tanırım.” “Ne kadar iyi tanırsınız?” Hangisini isterler? diye bağırıyordu VVinser kendi kendine. Çok mu iyi? Hiç denecek gibi? Orta karar? Hoban soruyu tekrarlıyor, ısrarla bağırıyordu. “Lütfen Mr.

Randy Massingham’la dostluğunuzun tam derecesini anlatın. Çok açıkça, lütfen. Çok yüksek sesle.” “Onu tanırım,” diye mırıldandı VVinser seçeneklerini açık tutarak. “Meslektaşımdır. Onun adına hukuki işler yaparım. Resmi, ama son derece güzel bir tanışıklığımız var, ama samimi değiliz.” “Daha yüksek, lütfen.” VVinser aynı sözleri, daha yüksek sesle tekrarladı. “Modaya uygun bir kriket kravatı takmışsınız, Mr. VVinser. Lütfen bize bu kravatta neyin temsil edildiğini anlatın.” 15 “Kriket kravatı değil bu!” Hiç beklenmedik bir anda kendine gelmişti. “Kriketçi olan ben değilim, Tiger! Yanlış adam seçtin, salak herif!” “Deniyoruz,” dedi Hoban tepenin yukarısındaki birine. “Neyi deniyorsun?” diye sordu VVinser cesaretle.

Hoban yüzünün önünde, tabancanın namlusunu kapatmayacak şekilde açık tuttuğu kahverengi deri kaplı bir Gucci dua kitabından okuyordu. “Soru,” diye bağırdı bir çarşı tellalı kadar şen. “Lütfen, geçen hafta Liverpool’a gitmek üzere Odessa’dan hareket eden SS Free Tallirın gemisinin denizde baskına uğramasından kim sorumlu?” “Denizcilik konularından ne anlarım ben?” diye saldırganca sordu VVinser; cesareti hâlâ yerindeydi. “Biz mali danışmanız, nakliyeci değil. Birinin parası vardır, tavsiye ister, Single’a gelir. Parayı nasıl kazandığ

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir