Joseph Delaney – Wardstone 04 – Hayaletin Savasi

Karanlık ormanda beni kovalayan cadı anbean arayı kapatıyordu. Kaçabilmek için çılgınca koşuyor, yüzümde kamçı gibi şaklayan dallar ve yorgun bacaklarıma dolanan çalıların arasında çaresiz bir şekilde zikzaklar çiziyordum. Ormanın sonuna ulaşabilmek için çabalarken aldığım her nefes boğazımı yakıyordu. Ormanın ötesinde Hayalet’in batı bahçesine uzanan yokuş vardı. Ah oraya bir varabilsem, güvende olurdum! Savunmasız değildim. Sağ elimde özellikle cadılara karşı etkili olan üvez ağacından yapılma asam; sol elimdeyse fırlatmak üzere hazır bir şekilde bileğime doladığım gümüş zincir vardı. Fakat bunları kullanabilme fırsatım olur muydu? Zincir için aramızda bir mesafe olmalıydı, oysa cadı şimdiden iyice yaklaşmıştı. Aniden arkamdaki ayak sesleri kesildi. Vaz mı geçmişti? Koşmaya devam ettim, ayaklarımın altındaki toprağı gümüşi bir renge bulayarak gittikçe küçülen ay, artık yaprak örtüsünün arasından seçilebiliyordu. Ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Sonra, tam en son ağacı geçerken cadı bir anda belirdi ve sol tarafımdan bana doğru koşmaya başladı, dişleri ay ışığında parlıyor, kollarıysa gözlerimi oymaya hazırlanırmışçasına öne uzanıyordu. Duraksamadan dönüp sol bileğimi kıvırarak zinciri ona doğru fırlattım. Bir an için onu hakladığımı sandım, ama hızla yön değiştiriverince zincir ıskalayıp otların arasına düştü. Hemen ardından tüm vücuduyla bana çarpınca asayı da elimden düşürdüm. Öyle sert bir şekilde yere yuvarlandım ki soluğum kesildi ve cadı vakit kaybetmeden üzerime çıkıp ağırlığıyla beni ezmeye başladı.


Debelenmeye çalıştıysam da soluksuz kalmıştım ve çok yorgundum, üstelik çok da güçlüydü. Göğsümün üzerine oturup kollarımı başımın iki yanına alıp yere doğru iyice bastırdı. Ardından yüzlerimiz neredeyse birbirine değecekmişçesine yaklaşana dek öne eğildiğinde yüzüme dökülen saçları, yıldızları görmeme engel olan kapkara bir örtüden farksızdı. Soluğunu yüzümde hissediyordum, ancak bir kan ya da kemik cadısınınki gibi kötü kokmuyordu. Bahar çiçekleri gibi tatlıydı. “İşte yakaladım seni Tom!” diye bağırdı Alice, muzaffer bir edayla. “Bu yeterince iyi değildi. Pendle’da çok daha iyi olman gerekecek!” Sözlerini bitirir bitirmez kahkaha atarak üstümden yuvarlanınca soluk soluğa ayağa kalktım. Çok geçmeden yürüyüp asamla gümüş zincirimi yerden alabilecek gücü bulabildim. Bir cadının yeğeni olmasına rağmen Alice benim arkadaşımdı ve geçtiğimiz yıl içinde birçok kez hayatımı kurtarmıştı. Bu gece hayatta kalma becerilerim konusunda alıştırma yapıyordum, Alice de canıma kasteden bir cadı rolündeydi. Minnettar olmam gerekirdi, ama sinirliydim. Çünkü üç gece üst üste beni alt etmişti. Yokuş yukarı, Hayalet’in batı bahçesine doğru ilerlemeye başladığımda Alice koşarak yanıma gelip adımlarını adımlarıma uydurdu. “Surat asacak bir şey yok Tom!” dedi usulca.

“Hoş, ılık bir yaz akşamı. Yapabiliyorken tadını çıkaralım. Yakında yine yollara düşünce ikimiz de buraya geri dönebilmeyi umarız.” Alice haklıydı. Ağustos başında on dördüme basacaktım ve bir yılı aşkın süredir Hayalet’in çırağıydım. Birlikte birçok ciddi tehlike atlatmış olsak da bizi çok daha kötü bir şey bekliyordu. Hayalet bir süredir Pendle cadılarının tehdidinin gitgide artmakta olduğuna dair duyumlar alıyordu; bana çok geçmeden oraya gidip bu sorunu çözmeye çalışacağımızı söylemişti. Ancak belki de yüzlerce destekçisi olan düzinelerce cadı varken bunu nasıl başaracağımızı kestiremiyordum. Ne de olsa yalnızca üç kişiydik: Hayalet, Alice ve ben. “Surat asmıyorum,” dedim. “Evet asıyorsun. Yüzünden düşen bin parça.” Bahçeye girip ağaçların arasında Hayalet’in evi görünene dek sessizce yürüdük. “Pendle’a ne zaman gideceğimizle ilgili henüz bir şey söylemedi değil mi?” diye sordu Alice. “Tek kelime bile etmedi.

” “Sormadın mı? Sormazsan bir şey öğrenemezsin!” “Tabii ki de sordum,” dedimAlice’e. “Sadece burnunu kaşıyıp çok yakında öğreneceğimi söylüyor. Sanırım bir şey bekliyor, fakat ne olduğunu bilmiyorum.” “Umarım bir an önce karar verir. Bu bekleyiş beni geriyor.” “Sahiden mi?” dedim. “Ben gitmek için sabırsızlanmıyorum ve senin de oraya dönmek istediğini sanmıyordum.” “İstemiyorum. Pendle çok kötü bir yerdir, üstelik büyüktür de. Köyler ve mezralarla dolu koca bir kasaba ve tam ortasında da çirkin mi çirkin Pendle Tepesi. Orası en kısa sürede unutmayı yeğleyeceğim kötü akrabalarla dolu. Ama gitmemiz gerekiyorsa da bir an önce olmasını tercih ederim. Artık kaygılanmaktan geceleri doğru dürüst uyuyamıyorum.” Mutfağa girdiğimizde Hayalet masanın başında, hemen yanındaki mumun titrek ışığında defterine bir şeyler yazıyordu. Başını kaldırdıysa da dikkatini toplamaya çalıştığından hiçbir şey söylemedi.

Ayrı ayrı iki tabureye oturup şömineye iyice yanaştık. Mevsim yaz olduğundan ufak bir ateş yanıyor, fakat yine de yüzümüze keyifli bir sıcaklık yayıyordu. En sonunda ustam sertçe defterini kapatıp başını kaldırdı. “Bu akşam kim kazandı?” diye sordu. “Alice…” dedim başımı öne eğerek. “Kız üç gece üst üste seni alt etti evlat. Daha iyisini yapman gerekecek. Çok daha iyisini. Yarın sabahtan itibaren kahvaltıdan önce seni batı bahçesinde bekliyor olacağım. Senin için ilave alıştırma olur.” İçten içe homurdanıyordum. Bahçede hedef olarak kullanılan ahşap bir direk vardı. Eğer alıştırma iyi gitmezse ustam beni onun başında uzun süre tutar ve böylelikle kahvaltı da iyice gecikirdi. Şafak söker sökmez bahçeye gitmeme rağmen Hayalet’i orada beni beklerken buldum. “Ee evlat, neden geciktin?” diye çıkıştı.

“Uyku mahmurluğunu üzerinden atmak bu kadar sürmemeli!” Hâlâ kendimi yorgun hissediyordum, ama gülümseyip canlı ve dikkatli görünmek için elimden geleni yapıyordum. Ardından sol koluma doladığım gümüş zinciri kaldırarak direğe doğru dikkatlice nişan aldım. Çok geçmeden kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Başladığımızdan bu yana yüzüncü kez, bileğimi kıvırınca zincir sesli bir şekilde açılıp sabah güneşinde saatin ters yönüne doğru havada mükemmel bir sarmal çizerek alıştırma direğine dolandı. Bir hafta öncesine dek iki buçuk metre uzaktan elde ettiğim en iyi sonuç on denemede dokuz başarılı atıştı. Oysa şimdi aylar boyunca yapılan alıştırmalar aniden işe yaramıştı. O sabah zincir yüzüncü kez direğe dolandığında henüz bir kez bile ıskalamamıştım! Gülümsememeye çalıştım, sahiden, ancak dudaklarımın kenarları yukarı doğru kıvrılmaya başlamıştı bile ve çok geçmeden suratıma yayvan bir sırıtış yayıldı. Hayalet’in başını iki yana salladığını gördüm, gelgelelim ne kadar uğraşsam da gülümsememi kontrol edemiyordum. “Kendini dev aynasında görme evlat!” dedi çimlerin üzerinde bana doğru ilerleyerek. “Umarım kendini beğenmişlik yapmıyorsundur. Her başarısızlık önce gururla başlar, birçok kişi bunu büyük bedeller ödeyerek öğrenmiştir. Ve sana daha önce de söylediğim gibi, cadılar oldukları yerde durup zinciri fırlatmanı beklemeyecektir! Kızın dün geceyle ilgili anlattıklarına bakılırsa daha on fırın ekmek yemen gerek. Pekâlâ, hadi şimdi de koşarken birkaç atış yapalım!” Sonraki bir saat boyunca hareket halindeyken direğe atış yaptım. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş koşuyor, bazen direğe yaklaşıyor bazen uzaklaşıyor, hem çaprazdan öne doğru hem de omzumun üzerinden geriye doğru atışlar yapıyor ve çok çabalamama rağmen her geçen dakika daha da hırslanıyordum. Direği pek çok kez ıskaladım, ama bazı muhteşem atışlarım da oldu.

Hayalet en sonunda tatmin olunca daha sadece birkaç hafta önce gösterdiği başka bir çalışmaya geçtik. Asasını bana verip hedef alıştırması yaptığımız ağaca ilerledi. Asanın üzerindeki düğmeye basıp gizli bölmedeki bıçağı çıkardıktan sonra on beş dakika kadar çürümüş ağaç gövdesini canıma kasteden bir düşmanmış gibi görerek alıştırma yaptım. Kollarım ağrıyıp yorgunluktan bitap düşene dek bıçağı defalarca ağaca sapladım. Ustamın bana son gösterdiği hile, asayı alelade bir şekilde sağ elimde tutarken daha güçlü olan sol elime hızla alarak var gücümle ağaca saplamaktı. Bunun bir püf noktası vardı. El değiştirirken hızlı bir sallama hareketi yapmak gerekiyordu. Yorgunluk belirtileri göstermeye başlayınca Hayalet damağını şaklattı. “Hadi evlat, bir daha yap da görelim. Günün birinde hayatını kurtarabilir!” Bu kez neredeyse hatasız yaptım. Hayalet başıyla onaylayıp sonuna dek hak edilmiş bir kahvaltı etmemiz için ağaçların arasına yöneldi. On dakika sonra Alice de bize katıldı ve üçümüz mutlaktaki kocaman meşe masanın etrafına oturup Hayalet’in evcil öcüsü tarafından pişirilen sucuk ve yumurtalara yumulduk. Öcünün Chipenden’daki evde yapacak çok işi vardı: Yemek yapıyor, şömineleri yakıyor ve bulaşıkları yıkamanın yanı sıra evle bahçelerin güvenliğini de sağlıyordu. Kötü bir aşçı değildi, ancak kimi zaman evde olup bitenlere tepki gösteriyordu ve eğer sinirli ya da aksi bir günündeyse tatsız tuzsuz bir yemekle karşılaşabilirdiniz. Eh, öcü o sabah kendini çok iyi hissediyor olmalıydı, çünkü anımsayabildiğim kadarıyla şimdiye dek hazırladığı en iyi kahvaltılardan biriydi.

Sessizce yemeye devam ettik, ama ben tabağımdaki son yumurta sarısını koca bir dilim tereyağlı ekmekle sıyırırken Hayalet sandalyesini geriye itip ayağa kalktı. Şöminenin önünde bir ileri bir geri yürüdükten sonra masaya dönük bir şekilde durarak bana baktı. “Bugün ilerleyen saatlerde bir ziyaretçi bekliyorum evlat,” dedi. “Konuşmamız gereken çok şey var, bu yüzden onunla tanıştıktan sonra rahat konuşabilmemiz için bizi yalnız bırakmanı istiyorum. Sanırım eve, abinin çiftliğine dönüp annenin sana bıraktığı şu sandıkları almanın vakti geldi. Onları buraya, yani iyice inceleyebilecek fırsatı bulabileceğin Chipenden’a getirmen en iyisi olacaktır. Kim bilir, Pendle seyahatimizde işimize yarayacak bir şeyler bulabiliriz. Her türlü yardıma ihtiyacımız olacak.” Babam geçtiğimiz kış ölmüş ve çiftliği en büyük abim Jack’e bırakmıştı. Fakat babamın ölümünün ardından vasiyetinde çok olağandışı bir madde olduğunu görmüştük. Annemin çiftlikte özel bir odası vardı. Tavan arasının hemen altındaydı ve sürekli kilitli tutardı. Bu oda, içindeki sandık ve kutularla birlikte bana bırakılmıştı, vasiyette ayrıca oraya ne zaman istersem gidebileceğim yazıyordu. Bu durum abim Jack ve eşi Ellie’yi üzmüştü. Hayalet’in çırağı olarak çalışmam onları endişelendiriyordu.

Eve peşimsıra karanlığa ait bir şeyler sürükleyebileceğimden korkuyorlardı. Onları suçlamıyordum; bir önceki bahar tam da bu olmuş ve hepsinin hayatı tehlikeye girmişti. Ne var ki odanın bana bırakılması annemin isteğiydi ve gitmeden önce Ellie ve Jack’in durumu kabul ettiğine emin olmuştu. Gün geçtikçe güçlenen Karanlıkla mücadele etmek üzere kendi ülkesine, yani Yunanistan’a dönmüştü. Onu bir daha asla göremeyebileceğimi düşünmek beni üzüyordu ve gidip sandıklara bakmayı erteleyişimin asıl nedeni de sanırım buydu. İçlerinde ne olduğunu merak etsem de annem ve babam olmayan bir çiftlik düşüncesine katlanamıyordum. “Tamam, öyle yaparım,” dedim ustama. “Peki ama ziyaretçiniz kim?” “Eski bir dostum,” diye yanıtladı Hayalet. “Yıllarca Pendle’da yaşadı ve orada yapmamız gerekenler konusunda çok faydası dokunacak bir adam.” Şaşkına dönmüştüm. Ustam hortlaklar, cinler, öcüler ve cadılarla haşır neşir olduğundan insanlardan uzak durur, insanlar da ondan uzak durmayı tercih ederdi! Bir ‘dost’ olarak nitelendirebileceği birini tanıyor olabileceği aklımın ucuna dahi gelmezdi! “Ağzını kapa evlat yoksa sinek kaçacak! Ah, bu arada Alice’i de götüreceksin. Dostumla görüşmem gereken çok şey var ve ayak altında olmamanızı tercih ederim.” “Ama Jack, Alice’in gelmesini istemeyecektir,” diye karşı çıktım. Alice’in benimle gelmesini istemiyor değildim. Yolda bana eşlik etmesinden mutluluk duyardım.

Tek sorun Jack ve Alice’in pek iyi geçinememesiydi. Jack onun bir cadının yeğeni olduğunu biliyor ve ailesine yaklaşmasını istemiyordu. “Aklını kullan evlat. Bir at ve at arabası kiralarsan sen alman gerekenleri yüklerken o seni çiftlik sınırının dışında bekleyebilir. Ve olabildiğince çabuk geri dönmenizi istiyorum. Artık vakit iyice azaldı. Bugünkü derslerine yarım saatten çok vakit ayıramam, o yüzden hemen başlayalım.” Hayaleti batı bahçesine kadar takip ettim ve çok geçmeden oradaki banka oturup kâğıt ve kalemimi çıkarmıştım bile. Güzel, ılık bir sabahtı. Uzakta koyunlar meliyordu, tam karşımızdaysa gün ışığıyla neredeyse yıkanan tepeler, doğuya doğru birbirini kovalayan bulutların gölgeleriyle benek benekti. Çıraklığımın ilk yılında daha ziyade öcülere odaklanmıştık; bu yılki konuysa cadılardı. “Pekâlâ evlat,” dedi Hayalet bir aşağı bir yukarı yürüyerek. “Bildiğin gibi cadılar bizi sezemez, çünkü her ikimiz de yedinci oğulların yedinci oğullarıyız. Ama bu yalnızca ‘uzak-sezgi’ adını verdiğimiz durum için geçerlidir. Bunu yaz bakalım.

Bu senin ilk başlığın. Uzak-sezgi, tehlikeyi önceden sezmek anlamına gelir, tıpkı Kemikli Lizzie’nin, evini yakan Chipenden’lı güruhu önceden sezmesi gibi. Cadılar bizi o şekilde sezemez, bu da bize onları gafil avlama şansını verir. Fakat dikkat etmemiz gereken şey ‘yakın-sezgi’dir, şimdi bunu da yaz ve iyice altını çiz. Bir cadıya yaklaştığımızda hakkımızda birçok şey öğrenip göz açıp kapayıncaya dek zayıf ve güçlü yanlarımızı anlayabilir. Ve cadılara ne kadar çok yaklaşırsan hakkında o kadar çok şey öğrenirler. Bu yüzden olabildiğince uzak durmaya çalış evlat. Bir cadının üvez asanın boyundan daha yakınına gelmesine asla izin verme. Yaklaşmasına izin vermenin daha başka tehlikeleri de vardır; özellikle de cadıların yüzüne nefes vermelerine engel ol. Nefesi hem iradeni hem de gücünü emebilir. Koskoca adamların oldukları yere düşüp bayıldıkları olmuştur!” “Kemikli Lizzie’nin pis kokan nefesini hatırlıyorum,” dedim. “Bir hayvanın nefesinden farksızdı. Tıpkı bir kedi ya da köpeğinki gibi!” “Evet, öyleydi evlat. Çünkü bildiğimiz kadarıyla Lizzie kemik büyüsü yapıyor ve kimi zaman insan etiyle besleniyor ya da insan kanı içiyordu.” Kemikli Lizzie, yani Alice’in teyzesi ölmemişti.

Hayalet’in doğu bahçesindeki bir çukura hapsedilmişti. Acımasız gibi gelse de bunun yapılması gerekliydi. Hayalet cadıların yakılmasını tasvip etmediğinden eyaleti korumak için onları çukurlara hapsediyordu. “Ancak cadıların hepsinin nefesi kemik ya da kan büyüsü yapan cadılarınki gibi kötü kokmaz,” diye devam etti ustam. “Bir cadı sadece hizmetçi cin büyüsü yapıyorsa nefesi mayıs çiçekleri kadar güzel kokabilir. Yani dikkatli olsan iyi edersin, çünkü o güzelliğin altında çok büyük bir tehlike yatar. Bu cadıların ‘büyüleme’ gücü vardır. Bunu da yaz bakalım evlat. Nasıl ki bir kakum{1} yaklaştığı tavşanın olduğu yerde donup kalmasını sağlayabilirse, bazı cadılar da erkekleri kandırabilir. Hoşnut ve mutlu hissetmesini sağlayarak çok geç olana dek tehlikenin farkına varamamalarına neden olur. Ve bu da bazı cadıların sahip olduğu farklı bir güçle benzeşir. Biz buna ‘cazibe’ deriz. Bunu da yazsan iyi edersin. Bir cadı olmadığı bir şekilde görünebilir. Olduğundan çok daha genç ve güzel görünebilir.

Bu hilebaz gücünü kullanarak bir aura yaratabilir -yanlış bir görüntü çizebilir- ve bu nedenle daima tetikte olmalıyız. Çünkü bir erkeğin cazibeye kapılması büyülenmenin başlangıcı ve özgür iradesinin yavaş yavaş tükenmesi anlamına gelir. Bir cadı bu silahlarını kullanarak karşısındaki adamı kendine bağlayabilir, öyle ki artık adam onun her yalanına inanır ve yalnızca onun görmesini istediği şeyleri görür. Cazibe ve büyülenme bizim için de ciddi birer tehdittir. Yedinci oğlun yedinci oğlu olmanın bu konuda hiç faydası yoktur. Bu yüzden dikkatli ol! Yanılmıyorsam hâlâ Alice hakkında fazla katı davrandığımı düşünüyorsun. Ama bunu hepimizin iyiliği için yaptım evlat. Günün birinde bu güçlerini kullanarak seni kontrol etmeye kalkmasından hep korktum.” “Hayır,” diye araya girdim. “Bu adil değil. Alice’i seviyorum; üstelik bunun sebebi beni büyülemiş falan olması değil, sadece hem iyi biri olduğunu kanıtlaması hem de iyi bir arkadaşım olması. İkimiz için de! Annem gitmeden önce Alice’e inandığını söylemişti ve bu, benim için yeterlidir.” Hayalet başını aşağı yukarı sallarken yüzünde üzgün bir ifade vardı. “Annen haklı olabilir. Bunu zaman gösterecek, fakat sen yine de tetikte ol.

Senden yalnızca bunu istiyorum. Güçlü bir erkek bile sivri burunlu ayakkabıları olan güzel bir kızın oyunlarına gelebilir. Bunu deneyimlerimden biliyorum. Hadi şimdi sana cadılarla ilgili anlattıklarımı yaz.” Hayalet hemen yanımdaki banka oturdu ve ben anlattıklarını defterime geçirirken bir süre sessiz kaldı. Yazmayı bitirdikten sonra ona bir sorum vardı. “Pendle’a gittiğimizde cadı kurullarından beklememiz gereken bir tehlike var mı? Şimdiye dek duymadığım bir şey?” Hayalet ayağa kalkıp düşünceli bir şekilde ileri geri yürümeye başladı. “Pendle bölgesi cadılarla doludur; benim de daha önce karşılaşmadığım şeyler olabilir. Esnek olup öğrenmeye hazır olmalıyız. Ancak sanırım karşılaşacağımız en büyük sorun sayılarının fazlalığı olacaktır. Cadılar zaman zaman atışıp tartışır ama anlaşıp ortak bir amaç için bir araya geldiklerinde güçleri artar. Evet, buna dikkat etmeliyiz. Görüyorsun ya, bu tam da karşı karşıya olduğumuz tehlike, yani cadı klanlarının birleşebilecek oluşları. Ve not alman gereken bir şey daha: Doğru terminolojiyi kullanmalısın. Cadı kurulu terimi, karanlığa dair güçlerin ortaya çıkarılmaya çalışılacağı bir tören için bir araya gelerek güçlerini birleştiren on üç cadı için kullanılır.

Fakat daha geniş bir cadı ailesi genellikle ‘klan’ olarak bilinir. Ve klanlar, direk olarak kara büyüyle uğraşmayan erkekler, çocuklar ve diğer aile üyelerini de içerir.” Hayalet sabırlı bir şekilde yazmayı bitirmemi bekledikten sonra derse devam etti. “Temel olarak sana daha önce de söylediğim gibi Pendle’da üç cadı klanı vardır: Malkinler, Deaneler ve Mouldheellar. Ve içlerinde en kötüsü ilkidir. Hepsi de kavga edip dalaşır, ancak yıllar içinde Malkinler ve Deaneler birbirlerine yaklaştılar. Klanlar arası evlilik yaptılar. Arkadaşın Alice işte böyle bir birleşmenin sonucunda dünyaya geldi. Annesi bir Malkin, babasıysa bir Deane idi, ama iyi haber şu ki hiçbiri aktif bir cadı değildi. Öte yandan her ikisi de genç yaşta ölünce, senin de bildiğin gibi, Kemikli Lizzie’nin yanına verildi. Orada aldığı eğitim, daima yenmeye çalıştığı bir şey olacak ve onu Pendle’a geri götürmek, onlardan birine dönüşerek klanlardan birine katılması riskini içerir.” Yine itiraz etmek üzereydim, ama bu kez ustam bir el hareketiyle beni durdurdu. “Böyle bir şey olmamasını umalım,” diye devam etti, “fakat eğer karanlığa doğru çekilmez ise, orası hakkındaki bilgisi bizim için çok büyük önem taşır; bize ve işimize paha biçilemez katkıları olacaktır.” “Şimdi üçüncü klana, yani Mouldheel klanına dönecek olursak; onlar çok daha gizemlidir. Kan ve kemik büyüsü kullanmalarının yanı sıra aynalar konusundaki becerileriyle gurur duyarlar.

Sana daha önce de söylediğim gibi ben kehanetlere inanmam, ancak Mouldheel klanının kâhinlik amacıyla ayna kullandıkları söylenir.” “Kâhinlik mi?” diye sordum. “O da ne?” “Geleceği görmek evlat. Aynaların onlara neler olacağını gösterdiğini söylenir. Mouldheellar genelde diğer iki klandan uzak durmuştur, ama yakın zamanda birinin ya da bir şeyin bu geçmişten gelen düşmanlığa bir son vermelerini istediğini duydum. Ve biz de buna engel olmalıyız. Çünkü eğer üç klan birleşir ve daha önemlisi üç cadı kurulu toplayabilirlerse eyaletin başına ne gibi dertler açabileceklerini düşünmek bile istemem. Hatırlayacağın gibi bunu yıllar önce bir kez yapıp beni lanetlemişlerdi.” “Bunu bana anlattığınızı anımsıyorum,” dedim. “Ancak bu lanete inanmadığınızı sanıyordum.” “Hayır, bunun saçmalık olduğunu düşünmek istiyorum ama yine de beni etkiledi. Neyse ki bu olayın sonrasında çok geçmeden ve eyalete daha fazla zarar gelmeden cadı kurulları dağıldı. Gelgelelim bu kez Pendle’da olup bitenlerin daha tekinsiz bir yanı var ve ziyaretçimin de bunu onaylamasına ihtiyacım var. Kendimizi korkunç bir savaş için hem ruhen hem de bedenen hazırlamalı ve ardından çok geç olmadan Pendle’a gitmeliyiz. “Eh, evlat,” dedi Hayalet elini gözlerine siper edip güneşe bakarken, “bu ders yeterince uzadı, artık eve dönsek iyi olur.

Sabahın geri kalanını çalışarak geçirebilirsin.” Sabah saatlerinin geri kalanını Hayalet’in kütüphanesinde bir başıma geçirdim. Hayalet Alice’e hâlâ tam olarak güvenmiyor ve okumaması gereken bir şey okuyabileceğini düşünerek kütüphaneye girmesine izin vermiyordu. Artık evde üç kişi olduğumuzdan ustam en sonunda alt kattaki odalardan birini daha açmıştı ve bu oda çalışma odası olarak kullanılıyordu. Alice orada çalışıyor, ekmek parasını Hayalet’in kitaplarını çoğaltarak kazanıyordu. Kitaplarından bazıları eşine az rastlanır türden olduğu için her ihtimale karşı bir kopyalarının daha olmasını istiyordu. Ben cadı kurulları üzerinde çalışıyordum, yani on üç cadının ayin için nasıl bir araya geldikleri hakkında. Cadılar ‘ayin’ adı altında özel ziyafetler düzenlediklerinde neler olduğunu anlatan bir bölüm okuyordum: Bazı cadı kurulları her hafta ayin düzenler; bazılarıysa ayda bir, dolunay yahut yeni ay dönemlerinde. Buna ilaveten karanlığın gücü en azametli olduğunda dört büyük ayin daha düzenlenir: ‘Candlemas’ (Işık Bayramı), ‘Walpurgis Gecesi’ (Bahar Festivali), ‘Lammas’ (Hasat Şenliği) ve ‘Halloween’ (Cadılar Bayramı). Bu dört karanlık ayinde cadı kurulları ibadet için bir araya gelebilir. Bahar Festivalini biliyordum. Nisan ayının 30’una denk geliyordu ve yıllar önce üç kurul o ayin gecesi Hayalet’i lanetlemek üzere Pendle’da bir araya gelmişti. Temmuzun ikinci haftasında olduğumuzdan bir sonraki büyük ayinin ne zaman olacağını merak ederek sayfaya göz atmaya başladım. Pek yol kat edemedim, çünkü tam o esnada Chipenden’da şimdiye dek hiç karşılaşmadığım bir şey oldu. Tak! Tak! Tak! Tak! Birisi arka kapıyı çalıyordu! Buna inanamıyordum.

Eve kimse gelmezdi. Ziyaretçiler hep dört yol ağzındaki bodur söğüt ağaçlarının oradaki zili çalardı. Bahçeye girmek evi ve çevresini koruyan öcü tarafından paramparça edilme riskini taşıyordu. Kapıyı kim çalmıştı? Yoksa bu Hayalet’in beklediği o ‘dostu’ muydu? Ve eğer öyleyse arka kapıya tek parça halinde ulaşmayı nasıl başarmıştı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir