Kadir Cangızbay – Hiçkimsenin Cumhuriyeti

“Tarih, yanlışlarla/hatalarla açıklanamaz” (mealen, Sabri Çaklı); ya da nc sansarın kümese girip tavukları boğazlaması sansar açısından bir yanlıştır, ne de sansarın varlığı bizatihi tabiatın veya Tanrı’nm bir hatası. Fikir/düşünce sistemlerini tarihsel öznelerin yerine geçirmek bir yana bu sistemleri kendilerini kotaran ve/veya kendilerine bayrak edinenlerden bağımsız olarak ‘hüdâi nabit’ birer varlık veya varoluşa hükmeden birer hüdâ imiş gibi görmek kadar metafizik bir yaklaşım olamaz. Sineklerin gözlerinin kafalarının tepesinde bulunduğu ve de 360 derecelik bir ufka sahip oldukları bir veri iken, ‘sinekçe’ diye bir dil olsaydı, bu dilde ‘ön-arka’ ve/veya ‘sağ-soF değil, sadece ve sadece ‘üst-alt’ şeklinde kavram, kelime ve karşıtlıkların bulunabileceğini dikkate alır ve de biz siyasal dedikodu yazarı, kavram/fikriyat/din/kültür/zihniyet/medeniyet ve de hatta coğrafyalara aktörlük atfedip birbirleriyle dövüştüren bir mitolog veya ‘siyaset bilimi(!)’ci vb… değil de sosyolog isek, ister istemez toplumsal gerçekliğin hangi tezahürünü (Cumhuriyet de dâhil) ele alırsak alalım, bu tezahürün temelinde/kaynağında bulunan grupsal gerçeklikten/kollektif özneden yalıtarak ele alamazdık. 9 OSMANLI-CÜMHÜRİYET DEVAMLILIĞI ÜZERİNE Osmanlı ile Cumhuriyet ilişkileri söz konusu edildiğinde, diyeceğimiz tabiî ki, burada hem bir devamlılık hem de kesiklilik bulunduğu. Ancak hemen aklımıza gelen, Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesinin, yani kesiklilik taşımayan tek ve aynı bir hareketin, bizler tarafından Güneş’in doğması ve batması şeklinde iki farklı hareketmiş gibi görülüp, yine iki farklı/ayrı ve üstelik birbirine zıt iki süreç, yani gece ve gündüz olarak görülüyor/yaşanıyor olması. Söz konusu tek ve süreklilikli hareket, yani Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesinin sonucunda bizlerin algıladığı Günbatımı/Gündoğumu ve gece ile gündüz ise, birer hâlüsinasyon değil, en sahicisinden iki farklı deneyim/yaşantı. Bu noktada aklımıza gelen bir şey daha var: en mükemmelinden birer kesiklilik gösteren sinema filmi karelerinin, belirli bir hızla gözümüzün önünden geçirildiğinde, hiç de kesiklilikli değil süreklilikli harekeder olarak algılandıkları. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında hem devamlılık hem de kesiklilik bulunması kaçınılmazdır, ama önemli olan bizim çıplak 11 gözle baktığımızda devamlılık olarak algıladığımızın gerçekten de devamlılık, kesiklilik olarak algıladığımızın da gerçekten kesiklilik olup olmadığıdır Bilim, zaten her şey apaçık olmadığı, daha doğrusu bize apaçıkmış gibi geldiği şekilde olmadığı/cereyan etmediği için vardır ve bu da bilinen bir şeydir. Ancak biz ayrıca şunu da diyoruz ki, insanın herhangi bir durum, nesne ya da olguya ilişkin algısının çarpıtılmışlığı ve aldatıcılığı ile, insanın bu olgu, durum ya da nesne çerçevesinde ya da karşısında etkin özne olmaması, edilgen/belirlenmiş bir nesne konumunda bulunması veya taşıdığı nesne’lik payı arasında düz orantılı bir ilişki de vardır. Şöyle ki, insan Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmekte olduğunu algılamayıp da, Güneş’i doğar-batar olarak görüyor ve bu dönmenin devamlılığına karşılık bu olguyu devamlılık değil de kesiklilik taşıyan iki farklı olgu, yani gece ve gündüz olarak yaşıyorsa; bu, doğrudan doğruya Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesinden değil, insanın bu şekilde hareket eden Dünya karşısında edilgen, yani Dünya’ya yapışmış, dolayısıyla tümüyle onun hareketine tâbi bir biçimde onunla birlikte dönüyor, bu hareket çerçevesinde belirleyicilik payı sıfır, belirlenmişlik payı ise mudak olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bunun tam zıddı bir durum olarak, insan, yerküre üzerinde, ancak onunla tam ters yönde ve de tam tamına aynı hızla hareket edebilseydi, yani dönme konusunda Dünya’nın kendisi üzerindeki belirleyiciliğini sıfıra indirebilseydi, arük Güneş’in Dünya karşısında hareket ediyor ve bir doğuyor bir batıyormuş gibi görünmesi göz yanılmasından da kurtulmuş olacaktı. Bu durumdaki bir insan için gece-gündüz kesikliliği de ortadan kalkmış olurdu. Buradaki örneğimizden kalkarak, (bilimin işlevinden metodolojisine, bilim etiğinden bilimsel bilgi üretmenin sosyo12 ekonomik ve siyasal koşullarına, çok çeşitli alanlarda) çok sayıda sonuç çıkartabiliriz; ama biz burada, doğrudan konumuzla ilgili olarak şunları söylemekle yetinelim: ele alınan nesne beşerî, yani sosyal/tarihsel varlık alanında yer alan bir olgu ise, bilimsel bilgi üretmenin yeterli olmasa da zorunlu koşulu, bu işi yapmaya niyetlenmiş olan kişinin, – Birincisi, kendi beşerî varlığı itibariyle kendi dışından verilmiş/biçimlenmiş/belirlenmiş olup kendisinin münferit kimliğini oluşturan ve insan olmak için zorunlu olmadığı gibi, bütün insanlara eşit mesafede bulunması ve ne bugün ne de gelecekte bütün insanları/insanlığın tümünü kapsaması mümkün olmayan özellik, değer ve tercihlerini (fiiliyatta bunlardan vazgeçmeksizin, sadece teorik/zihinsel bir parantez içine almak suretiyle) devre dışı bırakması; – İkincisi, kendi kendisini, içinde bulunduğu toplumsal dünyayı döndürme, yani toplumun işleyiş düzeni ve gidişatı üzerinde belirleme gücüne sahip egemenlik odaklarının dışında/uzağmda tutmasıdır. Bu koşulu yerine getirmediğinde, insan, döndüğünün/döndürüldüğünün farkında bile olamayacaktır; ki kendisini (de) döndürenin kim/kimler olduğunu ve ne yönde, nasıl döndürüldüğünü sorsun/sorgulayabilsin. Tabiî bu durumda, aslında kesiklilikli olana devamlılık/sabitlik atfederken, farkına varamadığı bu kesiklilikliğin fonksiyonunda ortaya çıkan görüntüsel farklılıkları da, varlık düzeyindeki bir kesikliliğin tezahürleri olarak görecektir.


Oysa, hareket eden ve doğma ve batma şeklindeki iki farklı olgu temelinde birbirleri karşısında zıtlık da taşıyan iki farklı/kesiklilikli çerçeveye hayat veren şey Güneş değil, tam tersine bizim, biz kendisini düz ve sabit olarak algılarken aslında küresel bir yapıya sahip olup, ayrıca kendi ekseni etra13 fında süreklilikti bir hareket de gösteren bir zemin üzerinde ve tümüyle ona yapışık/tâbi durumda bulunuyor olmamızdır. Bu noktada şunu söyleyebiliriz: Osmanlı ile Cumhuriyet arasında devamlılık bulunmaması zaten mümkün değildir, ama bu ikisinin birbirlerinin aynısı olmaları, dolayısıyla aralarında hiçbir kesiklilik bulunmaması da en az o kadar imkânsızdır. Cumhuriyetti, işin içine toplumsal yapı kavramını, yani bu siyasal formasyonların varlıksal zemininin yapısını (bu zemini oluşturup, onun işleyiş ve hareket ediş biçimini veren belirleyicilikler hiyerarşisini ve bu belirleyicilikleri ayakta tutan, onlara kaynaklık eden kollektif özneler/grupsal birimler arasındaki güç ilişkilcrini) işin içine katmaksızın doğrudan algılanır benzerlik ve farklılıklar temelinde ele almak kadar yanıltıcı ve yanlış hiçbir şey olamaz. Buraya kadar serdettiğimiz genel mülahazaları, Georges Granai’den şu alıntıyı yaparak bitirelim: “(…) sosyolog, toplumsal gerçekliğin hangi veçhesini ele alacak olursa olsun, inceleyeceği her olgu, daima ve mutlaka gerçek bir kollektif birime, topyekûn veya kısmî bir çerçeveye, kısacası belirli bir grup gerçekliğine bağlı olarak varolmaktadır. Sosyolog, incelediği olguları bir an dahi olsun, bu olguların temelindeki gerçek toplumsal gruptan yalıtarak ele alamaz”.* Her şeyden önce şunu dikkate almalıyızdır ki, Cumhuriyet, asker ağırlıklı bir bürokrasi tarafından kurulup biçimlendirilmiştir. Ancak daha da önemlisi, bu bürokrasi, Cancien regime’le çatışma hâlinde, ona rağmen/karşı varolmuş, belirli bir devrim süreci içinde devrimci saflar içinden süzülüp gelmiş ve biçimlen- “Les techniques de I’enquete socioIogique” in Tmite de Sociolofiie (ed. G. Gurvitch), C. I, s. 136, PUF, Paris, 1958. 14 miş bir bürokrasi değil, doğrudan doğruya Osmanlı’nın bürokrasisidir: ‘büro’sunu da, ‘kratos’uııu da Osmanlı’dan, Osmanlı olarak almıştır. Bu durumda Cumhuriyet, söz konusu bürokrasinin gücünün kaynağı değil, zaten mevcut olan gücünü meşrûlaştırmanın yolu/aracıdır. Burada şunu da hatırlamalıyız: Tanzimat Fermanı’ndan Birinci ve İkinci Meşrutiyet’c, bütün reform, ‘atılım’ ve de hatta ‘devrim’ler hep Osmanlı yüksek bürokrasisi tarafından/cliyle başlatılmış, biçimlendirilmiş, kotarılmıştır. Bürokrasinin bu gücü ise hiç de tesadüfi bir durum değildir: ne gerçek anlamda bir metropolü, ne de ulus ve/ya da sınıf türünden toplumsal bir tabanı bulunan bir saray imparatorluğunun, artık (yayılıp yükselme ne kelime) daralıp erime sürecine girmiş olmasının neredeyse kaçınılmaz bir sonucudur.

Ama ne kadar güçlü olursa olsun, bürokrat, sonuçta memurdur ve gücünü amirinden alıp bu gücün meşrûluk temelini de yine amirinde bulur. Bu durumda, saltanatı da başından atmış Osmanlı bürokratı, belki artık tek/en güçlüdür ama aynı zamanda amirinden, dolayısıyla egemenliğini meşrulaştıracak temelden de yoksun kalmıştır. Bir toplumsal grup olarak bir sınıf oluşturmadığı gibi, herhangi bir aile ya da aşiret, hatta kavim ya da ırka dayanmadığı için egemenliğini bunlar adına da meşrulaştıramaz. Kaynak olarak İslam’ı gösterse, bu sefer de, iktidarı yine bir Osmanlı’ya, yani Halife’ye terk etmek, en azından onunla paylaşmak zorunda kalacaktır. Bu durumda en iyisi, egemenliğin kaynağına milleti yerleştirmektir; ama şu şartla ki, buradaki millet, rüştünü ispat etmemiş olarak kabul edilip, kılık kıyafetinden dinleyeceği müziğe kadar her konuda eğitilip medenileştirilecek bir millet olsun; tabiî eğiticisi/nasıl eğitileceğine karar verecek olan da iktidarı elinde tutanlar, yani bürokrasi. Böylesine kapsamlı bir eğitim, ister istemez bir ilmihâl’i de zorunlu kılacaktır, ancak bu 15 tabiî ki İslam ilmihâPi olmayacaktır -yoksa, işin içine yine Halife girer ya da Halife girsin girmesin, kendileri giremeyecektir-; öyleyse bir önceki ilmihâlin kaynağına mümasil, evrensel (lik) ve mudak(lık) (iddiasında), onunla zıtlaşması değilse bile örtüşmemesi zorunlu yeni bir kaynak bulmak gerekir; ki o da Akıl ve de pozitivist anlamıyla Bilim olacaktır. Saraydan devrim yapılamayacağı ve/veya egemenin ilerici olamayacağı zaten bir veri iken,* bürokrasinin kendisine egemen bir konum edindiği ölçüde/bu konumunu sürdürmek üzere ne tür bir yönelim doğrultusunda hareket edeceğine ilişkin olarak, ‘Kahrolsun Terör ve İrtica’ adlı yazımızdan alıntıladığımız aşağıdaki satırlar okunduğunda, Cumhuriyet’in asrı saadeti olarak telakki edilen ve Cumhuriyet’in cumhuriyediğinin kendilerine endekslenmek istendiği ilke ve ölçüderin içinde aranıp bulunmaya çalışıldığı ilk 15-20 yıllık döneminde ağırlık kazanan ve ilk bakışta bir mükemmeliyetçiliğin tezahürleriymiş izlenimi de veren bazı politika ve uygulamaların aslında nasıl bir çerçeveye yerleştirilmesi gerektiği daha bir açıklık kazanmış olacaktır: “(…) Mudak anlamda bir irticanm, yani belirli bir dönem ve düzene gerçekten geri dönmenin olanaksızlığı bir veri iken, mürteciliğin de ancak göreli olarak, yani ancak ‘ileri’ olana göre tanımlanabileceği, söz konusu göreli mürteciliğin mümkün olan en uç noktasının ise mutlak bir immobilizm (hareketsizcilik, tarih-dondurmacılık) olacağı açıktır. Kendi varlıksal/bünyesel özellikleri itibariyle böylesi bir immobilizmden yana olup mürteciliğin en uç noktasında yer alması mümkün olan yegâne toplumsal grup ise bürokrasidir; ister dinsel (kilisesel) olsun, isterse Bkz. Fikret Başkaya, “İlericilik ve Gericiliğe Dair” in Avrupa-merkezcilik, Resmi İdeoloji, Bilim ve Sosyalizm, Ütopya Yay., Ankara, 1999, s. 160-162. 16 laik; ister askerî olsun, isterse sivil ya da ister partisel olsun, isterse sendikal. Elinden gelse -ve de kendi açısından çok haklı olarak- bütün toplumu klasörler hâlinde kataloglayıp bütün zamanlar için bir defada kendi çekmecelerine kilideyecek olan bürokrasinin kendisine özgü hiçbir dinamiği bulunmadığı için, şu ya da bu ölçüde bir özerklik kazanıp belirli bir iktidar odağı konumunda bulunabilmesi ancak ve ancak diğer bütün toplumsal dinamiklerin önünü kesebildiği, bu dinamiklerden herhangi birinin diğerleri karşısında başat hâle gelmesini engelleyebildiği ölçüde mümkün olacaktır ki, bu da bürokrasinin ne denli özerk bir iktidar odağı hâline gelmişse, bu konumunu koruyup güçlendirmek üzere söz konusu immobilizmi topyekûn bir ideolojiye dönüştürüp toplumun tümüne empoze etmeyi deneyecek olması demektir”.* Söz konusu mükemmeliyetçilik izleniminin nereden kaynaklandığına ilişkin olarak da, hemen şu ipucunu verelim ki, mükemmel, tekemmül ile kökteş olup, mümkün olan en son noktasına kadar tekemmül etmiş, yani gelişmiş, olgunlaşmış, tamamlanmış, nihaî biçimini almış, bu hâliyle de tarihsclliğin ötesine adayıp mudaklaşmış, dolayısıyla bundan böyle tekemmül etmesi, değişmesi mümkün olmayan demektir. İşte bu yüzden de ‘mükcmmePin değişmesi/değişikliğe uğraması/uğratılması, aynı zamanda bozulma/yozlaşma demek olacaktır.

Gerçekten de, gerek bürokrasinin neredeyse yegâne iktidar odağı durumunda bulunduğu söz konusu dönemde ağır basan, gerekse daha sonraları, iktidarı eline geçirmiş komprador oligarşinin kendi düzenini idame ettirebilmek için bürokrasiye, söz konusu düzen çerçevesinde kendisinin gerçekten önemli bir söz hakkı Bkz. Elinizdeki kitap, “Kahrolsun Terör ve İrtica” başlıklı makale. 17 varmış ve bu düzenin gerçek sahibi ve savunucusu kendisiymiş sansın da bu düzene sahip çıksın diye her zamankinden daha bir fazla ortalıkta görünme fırsatı verdiği ve/veya onu buna teşvik ettiği konjonktürlerde (artık karikatürsü düzeylerde de olsa) şöyle bir eğilim su yüzüne çıkar: toplumsal gerçekliği birbirleri karşısında bağımsız ve geçirimsiz, dolayısıyla her biri tek başına kendi içinden ele alınıp ideal bir içeriğe sahip kılınarak değişmez/değişmemesi gereken bir mutlaklık konumuna da oturtulmuş olacak olan mekanik bir kompartımanlar konfigürasyonu olarak yeniden biçimlendirmek/inşa etmek. Örneğin köy, hep köy olarak, ama mükemmel köy olarak kalacaktır; tabiî, Köy Enstitülerinde yetiştirilecek mükemmel köylüler sayesinde. Halk türküleri de, hep o türküler olarak kalacaktır; ama tabiî burada da çokseslendirilip mükemmelleştirilmiş hâlleriyle. Dil de yine dil içinden ele alınıp, yine dil içi tasfiye ve inşa operasyonları aracılığıyla mükemmelen türkçe (özltürkçe) bir dil hâline getirilecektir. Din de diliyle, ibadet şekli ve mahallîyle -bir zamanlar camilere sıralar konulması ve cami korosu ya da saz heyeti oluşturulması düşünülmüştür- mükemmel hâle getirilip mudak ve ebedî kılınacaktır; tabiî, ‘aydın’ din adamları marifetiyle -ki, başka yöreleri bilmem, ama çocukluğumun, yani -50’li yılların İstanbul’unda, en düzenli kravat takıp fötr şapkasını da yaz-kış hiç başından eksik etmemekte en büyük titizliği gösterenlerin, en kıyıda köşede kalmış mahallede bile olsa cami imamları ve mevlidhanlar olduğunu çok iyi hatırlıyorum; tabiî bu insancıkları böyle giyinmeye itenin, ‘mürteci’ olarak görülmeme/damgalanmama kaygısı olduğunu çok daha sonraları kavramış olarak. Ancak bu noktada hemen şunu da kaydedelim ki, insanların giyim kuşamım ‘devrim’ konusu yaparken, Cumhuriyet, Osmanlı’dan kopmak, onunla kendisi araşma bir kesiklilik koymak adına onunla olan devamlılığını en kopmaz bir biçimde yeniden üretmiş olur: Osmanlı da fes giyimi18 ni düzenleyip ‘karşı-devrimci’leri hizaya getirmek üzere Fes Nezareti kurmuş bir devlettir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir