Kemal Sayar – Hüzün Hastalığı

80’li yılların başında Polonya’dan Dayanışma Hareketi’nden bir kız gelir ve yazar Theodore Roszak’ı bulur. Adı Anna’dır ve ABD’ye yaptığı bu gayriresmi geziyle aydınlara kendi ülkesinde neler olup bittiğini anlatmak istemektedir. Sözlerle değil de kestirme bir ı yolu vardı: Sahip gözleriyle konuşan Anna’yı (Üçüncü Dünya hep öyle değil midir? Şark gözlerle simgelenemez mi?) kaldığı yere bırakırlarken, bir süpermarkete girmek icap eder. Anna hayatında ilk kez bir süpermarketle karşılaşmaktadır. Şaşkın bakışlarla rafları süzer, birkaç adım ilerledikten sonra donakalır ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Anna bolluğun ve zenginliğin koridorlarında yürür ve ağlar. Çünkü o Varşova’da temel ihtiyaç maddelerini almak için bile saatlerce olmak Hem de, olabildiğince çok şeye sahip olmak. Sahip olarak içimizdeki yurtsuzluğa bir şifa bulabilirdik ı kuyrukta beklemektedir. Bir kalıp sabun, birkaç kilo patates almak için günün yarısını harcamak wrunda olan genç kız, süpermarkecin şaşaası karşısında ağlamaktadır. 1 Anna’nın ağlayışında masum bir taraf var: O, totaliter :;; � bir rejimin kendi özgürlüğünü onca yıldır sıkboğaz ettiğini ) düşünüp ağlıyor olabilir. Ama biz, bu alametle en azından – on küsur yıllık ünsiyeti olan bir ülkenin çocukları olarak, 18 süpermarkederin hiç de masum yerler olmadıklarını biliyoruz. Tıpkı bankaların, televizyon kanallarının, gazetelerin, siyasi partilerin masum olmadıklarını bildiğimiz gibi. Şimdi, süpermarketleri var kılan şey nedir, onun üzerinde biraz düşünelim. Bilinen şeydir; insan modern çağla birlikte kendisini daha yalnız, daha bir tek başına bırakılmış hissediyor. İnanmayan, herhangi bir Batı ülkesinde ‘yalnızlıkla baş etme’ üzerine yazılmış ldrapların sayısına göz atabilir.


Özellikle endüscrileşmiş toplumlarda yalnızlık ve buna bağlı olarak incinebilirlik duygusu, insanı, kendisini koruyabileceği ve bu zayıf tarafıyla savaşabileceği bir emniyet arayışına sevk ediyor. Arcık bizi sarıp kuşatan, sıcaklığıyla bize emniyet hissi telkin eden geniş aileler yahut eski mahalleler yok: Çoğumuz çekirdek ailemizle bir apartman dairesinde, uzaktan bakıldığında üsrüsce yığılmış kibrit kutuları izlenimi veren bloklarda yaşıyoruz. Kalabalık dünyada kendimizi önemsiz, yalnız ve korunmasız hissediyoruz ve kendi benliğimizi yalancı bir optik kırılmadan geçirip büyük gösterecek ne varsa ona yapışıyoruz. Evlerimizi, o zavallı kibrit kutularını, içine türlü cihazları, envai çeşit mobilyayı yığarak birer şatoya dönüştürmek istiyoruz. Yazılarımıza yapışıyoruz, ünvanlarımızdan medet umuyoruz, yahut bir gazete köşesinde her gün fotoğrafımızı görmek güne iyi başlamamızı 1 Bkz. Theodore Roszak, The Voice of Earth -an exploracion of ecopsychology, Bantham Books, 1993. sağlıyor; sahip olduğumuz bir şeyin bir başkasında olmadığını düşünmek bizi rahatlatıyor. Bütün bunlar aslında benliğimizi şişiren, onu olduğundan daha hacimli gösteren yanılrma ve yanılsamalar. Ama biz insanız ve ekseriyetle böyle yaşıyoruz. Hayatlarımız modern zamanlarda ev hayatı/iş hayatı/eğlence hayatı diye bölümleneli beri, yanımızdan maskelerimizi eksik etmiyoruz. Biz daima üstün ve güçlü olmak, öyle görünmek istiyoruz. Karl Polanyi’nin deyişiyle, “Endüstri devrimi sıradan insanların hayatında felaket derecesinde bir yersiz yurtsuzluğa yol açtı.” Peki sonra ne oldu? Kültürel ve teknolojik dönüşümler yüzyıllardır bel bağladığımız emniyet kaynaklarını kuruttu. Emniyet hissimizi devşirdiğimiz kaynakların kurutulması sahte bir maneviyatı getirdi beraberinde; yersiz yurtsuz olma duygusunu telafi edecek, ama sahici olmayan bir maneviyatı. Bu maneviyatın temel düsturlarını ise daima ilerleme, daha çok üretme ve tüketme, yarışma/rekabetçi olma fikirleri oluşturuyordu.

Ruhu sürgün edilmiş insan kurtuluş doktrinini sanki burada bulmuştu. Oysa modern zamanlardan önce din insanlara geniş bir emniyet hissi veriyordu. İnsan tabiatla, hısım, akraba ve komşularıyla barışık bir ilişkiyi bu emniyet hissi sayesinde kurabiliyordu. Mabedden mahalleye yayılan esenlik duygusunun yanı sıra, yakın zamanlara kadar, mahallenin bakkalı ve berberi günlük yaşamın agorasını oluşturuyor, insanlar oralarda alışveriş yaparken uzun sohbetlere de başlayabiliyorlardı. Herkesin kendi kalesine çekilmesi, mahallenin artık dağılması ve fertlerin atomize olması ile endişe, yaygın bir ruh durumu oldu. Endişe vardı, çünkü yalnızdık, cemaatimizden, köklerimizden, geleneklerimizden koparılmıştık ve yalnız insan korkardı. Endişeyi bertaraf ermek için ne denli güçlü – 19 – 20 olduğumuzu göstermek zorundaydık ve bunun da çok kestirme bir yolu vardı: Sahip olmak. Hem de, olabildiğince çok şeye sahip olmak. Sahip olarak içimizdeki yurtsuzluğa bir şifa bulabilirdik. Aile büyüklerimizin yanımızda ol(a)mamasına son model bir araba iyi gelebilir, bayramlarda çekirdek ailemizle deniz kenarında geçirdiğimiz bir raril yeni bir kolruk rakımıyla temize çıkarılabilirdi. Bu hayatı çoğumuz aynı sloganla yaşıyoruz: “Daha çok! Daha da çok!” Alışveriş merkezleri ve süpermarketler olayın zaten farkında. Cıngıllarında haykırıyorlar: “Alışveriş yap, mutlu ol!” Nazenin, hemen kırılabilir hayatlarımızın panzehiri budur işte: Her eşya size mutluluk verir, her eşya ömrünüzü biraz daha uzatır, sizi kırılganlıktan korur. Ve biz çılgınlar gibi koşariz iksirimizi almak için, kimsesizliğimize bir çare bulmak için . Halbuki insanoğlu aciz, ve ölüm mukadder. Tamahkarlık yaraya merhem olmuyor.

O yurtsuzluk duygusu bir türlü peşimizi bırakmıyor. Süpermarketleri vz.r kılan o şey bir türlü iyileşmiyor. Şatolar, malikaneler kir etmiyor: Aldığımız onca eşyaya, biriktirdiğimiz onca servete karşın, hala korunmasız ve hala incinebilir insanlarız. Anna 80’li yılların başında süpermarketle ilk karşılaştığında ağlamıştı. Aradan geçen on küsur yıl zartinda ülkesinin yaşadığı kapitalist tecrübeden sonra, sanırım şunu anlamıştır: Totaliter bir ideolojiyi var kılan şey ne ise, süpermarketleri var kılan şey de od ur. Bilginin Arkeolojisi Postmodem durum, bize kültürel çoğulluğu dikkate almayı öneriyor. Evt-ensel şablonlann yerel imkanlara nispetle 1 yetersiz kaldığını fark ediyoruz. Neyi ne kadar yapabiliriz bilmiyorum ama yeraltındaki hazine beni heyecanlandınyor. Kari Kraus’ a kalırsa psikanaliz, serbest Yahudilerin hastalığıdır; dindar olanları şeker hastalığıyla yetinirler. Zaten Freud’un da din hakkında pek iyi düşünmediğini biliyoruz. Bir Yanılsamanın Geleceği adlı kitabında dinin kendisini bir nevroz, insanlığın orcak bir nevrozu olarak tanımlıyor. Üstada kalırsa insan, hayatın ve ölümün korkunç gerçekliklerine gayet mantıklı şekilde uyum sağlayacağı yerde, bilinçaltı korkularına bir savunma olarak dini icad ediyor. Dini duyguların kökeninde cinsel ızdırapları bulan Freud, I 937’de, yani ölümünden iki yıl önce bile düşmanlığını sürdürmektedir. Naziler nedeniyle kendisinden Viyana’yı terketmesini isteyen arkadaşına psikanalizin gerçek düşmanının Nazizm değil, Katolik Kilisesi olduğumı söyler.

Psikanaliz ve Sanlı psikoterapilerin çoğu, kendilerini dini kavram- – 22 !ardan uzak tutmak ve tıpla olan bağlarını vurgulamak isterler. Halbuki, temel modelleri nptan çok Yahudi-Hırisriyan geleneğinin dini kavrayışını andırmaktadır. Tıpra baştan bir sağlık fikri vardır; hastalık bir sapmadır. Şifa, hastalanmış olanın sağlığa geri dönüşüdür. Yani biz bir hastalıkla karşılaşmadığımız sürece sağlıklı sayılırız. Halbuki, psikanaliz işin başında insanı hastalıklı, kusurlu ve olgunlaşmamış kabul ediyor. Hıristiyanlığın ilk günah fikrine hayli benzeş bir model bu. Hepimiz insan olmanın günahıyla doğarız ve sonra edimlerimizle arınırız. Ya da insan doğduğu günden bugüne kusurlarından kurtulmanın ve mükemmele ulaşmanın bir yolunu arar. Psikanaliz ve Hıristiyanlık, birbirlerine düşman gibi görünseler de, ‘ilk günah’ söyleminde ortaktırlar. Başka ortaklıklar da vardır: Bilinmeyeni açıklama konusunda psikanaliz de az mahir değildir. Psikoterapinin yaygınlaşması yeni açıklama biçimlerini de getirmiştir ve biz bir türlü kavrayamadığımız bazı şeylerin bilinçdışı çatışmalar ve çocuksu kompleksler ile ilgili olduğunµ. fark ederiz: Zina, bir günah olmaktan çok, düşük benlik saygısı ve· diğer insanlarla yakmlaşamamanın ifadesi oluverir. Üçüncü bir ortaklık, kilisenin kimi işlevlerinin gruplara, kliniklere veya ruh sağlığı kurumlarına devredilmesidir. Yalnız, kimsesiz, çaresiz insanların uğrayacakları adres değişiverir.

Diğer bir ortaklık, değerlerin tanımlanmasındadır. Alkol, kumar, cinsi sapkınlık vb. ahlaki durumlar psikiyatrinin nesnesine çevrilmek suretiyle yeni değerler tanımlanmakta ve yeni normlar oluşturulmaktadır. Nasıl ve nereye kadar yaşayacağınızın sınırlarını artık psikiyatri çizmektedir. Böylece psikanaliz ‘tedavi etmeye çalıştığı hastalığın kendisi’ olup çıkmaktadır. Şunu da belirtelim: Burada sözünü ettiğimiz psikanaliz, daha çok Freudyen öncüllere dayanan ortodoks yöntemdir. Jung’un geliştirdiği yöntemin dini yaşancıya çok daha açık ol- duğunu biliyoruz. Nicekim, bugün barın! geleneklerle Jung’un çalışmasını irtibadandıran çok sayıda eser var. Bunlardan birisi de Jung Psikolojisi ve Tasavvuf adıyla Türkçe’de yayınlandı. Sözün özü, Freud’dan tevarüs edilen din karşıtlığının, yaşadığımız ülke ve devraldığımız miras göz önüne alındığında anlamsız olduğunu söylemek istiyoruz. Zengin bir mirasın içinden geliyoruz. Daha Selçuklu döneminde akıl hastalarının rehabilite edildiği köyler vardı ve hastalar köy ahalisiyle birlikte yaşıyor, birlikte çalışıyor ve yiyip içiyorlardı. Dönemin hastanelerinde kullanılan yöntemlerin hayli müşfik olduğu da biliniyor. Tasavvuf, insa’nın ruhi tekamülünü gerçekleştirebileceği zengin bir vasat sunuyordu. Rüyalar Freud ve Jung’tan yüzyıllar önce bu olgunlaşma sürecinde yol gösterici bir işlev yüklenmişlerdi.

Bugün Gestalt terapisinin kullandığı kimi teknikler yine yüzyıllar öncesinde yürürlükteydi ve bütün bunlar dini yaşantının tam orcasında gerçekleşiyordu. Saydığım bu başlıklar kolaylıkla çoğaltılabilir ancak, yalnız bunlar bile, bu ülkede psikoloji/psikiyatri ve psikoterapilerin Batı’dakinden çok farklı öncüllere dayandığını gösteriyor. Meczubun tarihsel seyir içindeki ayrıcalıklı yeri, bize yaşamının entellekti, yani aklı öncelediğinin ipuçlarını veriyor. Zayıfinsanların sığınma evi olarak tekkeler, o günlerde topluma büyük bir emniyet hissi vermiş olsa gerektir. Postmodern durum, bize kültürel çoğulluğu dikkate almayı öneriyor. Evrensel şablonların yerel imkanlara nispetle yetersiz kaldığını fark ediyoruz. Neyi ne kadar yapabiliriz bilmiyorum ama yeraltındaki hazine beni heyecanlandırıyor. Hiçbir şey yapamasak bile, birbirimize definenin yerini tarif edebiliriz. Bir gün nasıl olsa yürekli biri onu gün ışığına çıkaracaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir