Minoğlu’nun kızlarının çeyizi Gündönümü zamanıydı. Çocuktum. Bulancık’taki tarlada buğday anızım sulamış, tavını kaçırmadan dan ekiyorduk. Bir çift beygirimizle sabah ve akşam serinliğinde babam sürüyor; ben de sabanın arkasındaki diziye boynumda asılı torbadan adım başı ıslanmış dan tanesi atıyordum. Kuşluk vakti oldu. Haziran sıcağı sabahtan çöktü. Hayvanlara ter bastı. Deli beygir köpürüyor nerdeyse. Babam çifti bıraktı, çeken kayışlarını çıkardı. Sabam, falakayı evlek başına koydu. Beygirleri koca cevizin altına çektik, koşumlarını çıkardık, ikisi de sürüp döşek gibi kabarttıkları toprağa yatıp yuvarlandı, silkinip rahatladı. Terlerini soğuttuk. Önlerine yonca koyduk. Biz de sabah ekmeğimizi yedik. Babam kepeneğin üstüne yan gelip yattı. Ben de yanı basma uzandım. Başı karlı Honaz Dağı, sıcaktan kıpır kıpır kaynayan havanın gitgide koyulaşan sisi içinde, Dinana Boğazı’nm arkalarından tüm heybetiyle mavi gökyüzüne doğru yükseliyordu. Babam yeri geldiğinde, sık sık dağları, yaylaları, pınarları, kayaları anlatır; her birinin adının nereden geldiğini, buralara ilişkin anılan, öyküleri, atasözü, deyim haline gelmiş sözleri söylerdi. “Gumala Yaylası” öyküsüne bayılırdım gülmekten… “Bir daha anlat baba!” derdim. Hiç üşenmez, ilk kez anlatıyor- 9 muşcasına ballandıra ballandıra anlatır, sonunda birlikte gülerdik. Gülmemiz geçince, öykünün son cümlesini bir ben, bir de babam tekrarlar, “De gidi günler deee!” diye bir son koyardı. O gün sadece Honaz Dağı’nın yaylalarını anlatıyordu: “Deee şurası Gumala Yaylası. Dinana’nın taaa yukarlarında-ki kar dolu yarın günbattı tarafındaki Gabardıç Yaylası… Hani şu ‘Goyu mu olur gabardıcın gölgesi’ türküsündeki gabardıç, işte o gabardıçtır. Dört adam kollaşsa zor dolanır beline! Öyle u-lu bir ardıç ağacıdır… Yaylanın adı ordan gelir. Gabardıç Yaylası’nın alt tarafındaki yaylaya Atalanı denir. Güzel, soylu, öğrek malı atlar orada olurmuş eskiden… Çaybo-ğazı’nın ta yukarlarındaki Arpacık Yaylası’dır. Kapızın taa başında gördüğün; bulutlara değen kayaya, Kayapınar derler. Ho-naz’ın içtiği su o kayanın böğründen çıkar. Elini bir dakika tutamazsın içinde; öyle soğuktur, içtin mi dişlerini sızlatır. Kayapınar’dan aşağılara in… Boğazyer köyünün üstündeki Erikli Yaylası’dır. Yazları kekik tarlasına döner. Burcu burcu kokar mübarek! Sankaya’nın üstündeki düzlük Gündoğmuş’tur. Bak, Sankaya’nın altında, Çayboğazı’nın günbatısında, Hisar Mahallesi’nin üstündeki yaylaya da Lalabağı denir.” Koyun güderken, oynarken görmüştüm orayı. Çıplak bir düzlüktü. Bağ mağ yoktu. “Niye Lalabağı demişler? Bağ mağ yok orda!” “Bir zamanlar Honaz’da Rumlar yaşardı. Lala adlı bir Rum’un orada bağı vardı. Şaraplık üzümün iyisi orda olurdu.” “Nerde bu Rumlar şimdi? N’olmuş o bağlar?” “Küçüktüm. Yedi sekiz yaşlarındaydım. Yunan askerleri Sarayköy’e, Menderes’e gelip dayandı! Bütün Honazlılar, Honaz Dağı’na, dağ köylerine; Kösten’e, Karaçay’a, Abaş’a, hatta taa Yatağan’a kaçtı. Domates biber yeniyordu. Demek ki, haziran 10 yada temmuz ayları. Biz anamla, hısım akraba, konu komşu kaçtık. Babam askerde. Harp ediyormuş Yunan’a karşı.” “Kaçkıncılık çok zor… Kaçan kaçana! Yoruldum, anamın sırtına bindim. Yol bayır, dağ sarp. Anacazım da yoruldu. Susuzluktan ölüyorum! Bi çeşmenin başında anam indirdi beni sırtından. Buz gibi su içtiğimi şimdi gibi hatırlıyorum. Çeşmenin başında ağlaşan çocuklar… Kimi anasını kaybetmiş, kimi babasını… Derken Yatağan’a vardık. Yoncalar biçiliyordu.” “Rumlar da kaçtı mı sizinle?” “Kaçmadı. ‘Biz de kaçtık’ diyecek kadar, mahallenin üstündeki Lalabağı’na çıkıp, çadır madır kurmuşlar. On on beş gün onlar da orda durmuş. Biz Yatağan’dayken babam haber alıyor kaçkıncılıktan. O zaman babam, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın yanında emir eriymiş. ismet Paşa, Afyon taraflarında bir yere gidecek oluyor, babam: ‘Kumandanım’ diyor, ‘ben seninle geleceğim, ama memleketimde kimse kalmamış. Yunan geliyor diye hepsi kaçmış. Bi varayım, ne var ne yok göreyim. Sonra senin yanına geleyim.’ izin veriyor babama ismet Paşa. Geliyor trenle Böceli Istas-yonu’na. iniyor. Hiç kimseler yok ovada. Yapayalnız Honaz’a çıkıyor. Yayan. Ne bahçelerde insan var, ne ovada, ne de köyde! Eve varıyor. Bakıyor ki, kapılar pencereler açık. Yataklar yorganlar ortalarda, in cin yook! Köpekler bile terk etmiş evleri. Folluk dolmuş yumurtayla; birkaçı yere dökülmüş! Mahalle arasını geziyor. Kim kimse yook! Pazar yerine iniyor. Kimseler yok. Han Kahvesi’ne uğruyor. Kapalı. Ünlüyor. Neden sonra Gaveci Gallâk topallaya topallaya geliyor. Anlatıyor babama durumu. Babam karakola varıyor. Dört jandarma, o zaman zaptiye deniyordu, oturuşup durur. Bilen bilmiş, bilmeyen bilmemiş babamın kim olduğunu. Hoşbeş ediyorlar biraz. Honazlılann nerede olduğunu öğreniyor. ıı Bizleri göremeden, gözü arkada, dönüp gidiyor bir basma ismet Paşa’nm yanma…” “Sonra?” “Sonra ‘Yunan yenilmiş!’ dediler. Döndük geldik evlerimize.” “Sonra ne oldu?” “Önce Rumların eli ayağı tutan, askerlik çağındaki tüm erkekleri birdenbire ortadan kayboldu. Sonra kadınları kızları, çoluk çocuğu karakolun yanındaki, Kocaoğlu’nun evinin bitişiğinde, şimdiki ilkokulun yerindeki Katırcı Ali’nin evine, ahırlarına doldurdular… Başlarında üç dört zaptiye bekliyor. Hapis gibi. Nezaret altındalar.” “Nereye gitmiş erkekleri, kocaları?” “Hepinizi Yunanistan’a yollayacağız. Erkeklerinizi önceden gönderdik. Sizi de arkalarından göndereceğiz. Orada birleşeceksiniz, demişler.” “Doğru muymuş bu?” “Bilen mi var! Askere mi gitti, öldü mü? Ne olduğunu bilen yok! Kadınları kızları, çoluk çocuğu Katırcı Ali’nin evine kapattıktan sonra, Honaz’ın o zamanki ağalarından bazıları, bazı zaptiyeler, bazı sütü bozuklar Rumların evlerini paluçka etti.” “Ne demek paluçka?” “Yağma, soygun! ‘Çarpıcı’ denen biri evlerdeki dikiş maki-nalannı paluçka etmiş. ‘Parpıcı’ evlerdeki kap kaçağı paluçka etmiş. Kimi yorgan yastık, kazan kaynatma toplamış. Evlerde ne varsa, kiremidine, kapısına, penceresine kadar paluçka edildi. Kimileri bu paluçkayla zengin oldu.” “Sonra?” “Bizim bahçe komşumuz Minoğlu’nun karısını, kızlarını da Katırcı Ali’nin ahırına kapatmışlar. Aç susuz! Anam, ‘Aşa ninen, Yunan’ı Sarayköy’e Minoğlu’nun karısı, kızı çağırmadı ya!’ dedi. 12 ‘Ben bildim bileli onlar Karakörpü’de bizim bahçe komşumuz- £, III it ıı du. Bir kötü söz demedik birbirimize. Yediğimiz içtiğimiz birdi. Aynı suyla suladık bahçelerimizi. Kardeşten öte, ana baba gibiydik! Sen götür bu ekmekleri oğlum, verip gel onlara!’ dedi. Her sabah belime ekmek bohçasını sanyor; ben de götürüp anamın selamıyla birlikte, ahırın koca kapısından veriyordum. Sevinirlerdi! ‘Anana selam söyle!’ derlerdi.” “Sonra ne oldu?” “Sonra bir sabah, bir bağınş, bir çığınş koptu! ‘Cavırlar gidiyormuş!’ dediler. Korktum! Koşup evimize geldim… Daha sonra Minoğlu’nun kansıyla iki kızı evimize geldi. Küçük kızı benden iki üç yaş daha büyüktü. Adı Sofıya idi. Biz Safiye derdik. Ablasının adı Eleni idi. Safiye ile Eleni’nin ellerinde birer çuval; annelerinin kucağında şitare ipek bir yorgan vardı. Kızların buğday şansı saçlanmn örgüleri bileğim gibiydi, ikisi de yeşil yeşil gözlü, uzun uzun boylu, dünya güzeli kızlardı… Eleni tam gelinlik çağmdaydı… Safiye, birlikte evcilik oynadığımız Safiye ağlıyordu… – Abacığım, biz gidiyoruz. Amma döneceğiz, amma dönmeyeceğiz ! Ne olacağımız belli değil! dedi, Minoğlu’nun kansı. – Bunlar kızlanmm çeyizleri! Size emanet! Gidip geleme-mek, gelip görememek var! Gelirsek verirsin kızlarıma. Döne-mezsek ver bir fukaraya, haynmız olsun! Yeyip içtik birlikte… Çok yardım ettin bize. Hakkını helal et! ‘Helal olsun! Helal olsun!’ diye diye koca kapının ağzmda sarmaş dolaş oldular. Sanldılar anama, ağlaştılar. Safiye bana, ben Safıye’ye baktım! Anasının elinden tuttu. Sonra Kurude-re’ye doğru yürüdüler. Safiye arkasına döndü döndü bana baktı! Dereye varınca bir yas, bir ağıt başladı!..” Babam da başladı ağlamaya! Babamın ağladığını ilk görüyordum. Sesi titredi, gözyaşlan sesini bastırdı. 13 Ben donup kaldım! Bir daha bu olayı ne ben sordum, ne de babam anlattı… Ne zaman Lalabağı’na gitsem, boş alanı görünce, Minoğ-lu’nun kızları ve babamın ağlayışı gözümün önüne gelir, içim cız ederdi… ilkokuldan sonra İsparta Gönen Ilköğretmen Okulu’na gittim. Sonra istanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve istanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdim. Felsefe öğretmeni olarak Kaman’da, istanbul’da çalıştım. Öğretmen derneklerinde yöneticilik yaptım. Zaman öyle gerektirdi; öğretmenliği bırakıp yayıncılığa başladım. Çok sürmedi 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Almanya’da dil öğrendim, bin bir güçlükle yeniden öğretmenliğe döndüm; yaşamımı yeniden kurdum. On iki yıldır Türkiye’ye gidemiyordum. Anamı babamı çok özlemiştim! Almanya’ya davet ettim. Vize işlerini zar zor tamamlayıp geldiler. Geçmiş günlere gidip geliyor; bahçedeki tek tek ağaçlardan, ağaçların dibindeki güllerden, anamın kafire kokusundan, kaçan kızlardan, hastalardan sağlardan, aklımıza gelen her şeyden saatlerce, günlerce konuşuyoruz… Bazen anam, “Yeterin gari! Geç oldu, ağzınız yoruldu, diliniz damağınız kurudu. Yarın devam edersiniz” diye uyarıyor; ama biz babamla sohbeti daha da koyulaştınyoruz. Derken bir gün, “Baba” dedim, “Bulancık’taki tarlada, koca cevizin altında anlattığın şu Minoğlu’nun kızlarını bir daha an-latsana.” Aradan 34 yıl geçmişti… Başladı anlatmaya. Zaman o gündönümü zamanı; yer sanki koca cevizin serin gölgesiydi. Anlattı, anlattı… Minoğlu’nun karısının son sözlerini söyledi. Sesi değişti, suskunlaştı, gözleri 14 yaşardı. Bir zaman sonra: “Hey gidi günler hey! Honaz’dan Kocabaş Istasyonu’na varıncaya kadar; o dört beş zaptiye tarla arasında, hendeklerde kadınlara kızlara çok eza cefa etmişler… Sonradan duyduk, kimini Sapaca Boğazı’nda kesmişler! Kurtulan olmuş mu olmamış mı, bilmiyorum. Babam, senin deden anlatırdı. ‘Bizim namussuzlar, namussuzluklarını bildirdiler!’ derdi. En çok da, sonradan Hilmi Ağa olan birinin ettiği namussuzluklar anlatılıp durdu yıllarca. Zaten çok ırz düşmanıydı. Öldüğünde mezarının orta yerine kazık çaktılar. Kimin çaktığı bilinmedi… Hem herkes çakmıştı kazığı, hem hiç kimse! ‘Hilmi Ağa’nın mezarına kazık çakmışlar!’ dendi sadece. Gidip ben de gördüm. Koca bir kazık çakılıydı mezarın ortasında! Gelip görenler: ‘Eden bulur! Kadının kızın, fakirin fukaranın ahi kimsenin yanında kalmaz… Bu dünya sana da kalmadı Hilmi Ağa!’ diyordu. Kimse de kazığı yerinden çıkarmadı!” Babam derinden bir ah çekti. Dışarılara baktı. Sonra bana döndü; sıcak, sevecen sesiyle: “Bak oğlum, yaz bunları! Git Yunanistan’a, Minoğlu’nun kızlarını, torunlarını bul. Deden yıllarca iki çuval çeyizi, bir ipekli yorganı saklattı. ‘Bir gün dönerler’ diye kimseye verdirmedi. Bana da vasiyeti var; ‘kimseye verme!’ diye. Hâlâ ananın sandığında durur. Git ara, bul Eleni’yi, Safıye’yi… Kimleri kalmışsa verelim çeyizlerini!” dedi. Anam da babamı destekledi: “Madem ki yazıyorsun, bunları yaz! Unutulmasın, bir daha bu acılar yaşanmasın!” Anama babama Yunanistan’a gidip, Minoğlu’nun kızlarını aramaya, yaşananları yazmaya söz verdim. Ama 12 milyonluk Yunanistan’da Minoğlu’nun kızlarını, torunlarını nasıl bulacaktım? Nereden, hangi izden başlayacaktım? 15 Babamla baş başa verip düşündük. Aramanın yolunu yordamını babam anlattı: “Bak oğlum, mübadele olmuş. Burdakiler oraya, ordakiler buraya gelmiş. Herkes birbirinin köyüne, toprağına yerleşmiş. Ben Honaz’a dönünce muhacir arkadaşlara, yaşlılara geldikleri köyün, kasabanın, şehrin adını, adresini sorup öğrenirim. Sen de oraya gider, arayıp sorarsın…” Dediğim yaptı. Honaz’a gelenler Selanik vilayeti, Grebena kazası, Vraşno ve Kastro köylerinden gelmişler. Atina’daki arkadaşım Cemal’e ve Alman eşi Anette’ye telefonla düşüncemi açtım. “Gel buraya. Atina’da Türkçe konuşan Anadolu Rumu çok. Arayıp buluruz” dediler. Olympic Havayolları uçağı 27 haziran 1994’te Atina Havaa-lanı’na inişe geçti. Aşağılara bakıyorum, izmir dolaylarına benziyor. Yolcu çıkış kapısında Anette karşıladı. Evleri Atina’da şirin bir bahçe içinde. Durdukları ikinci kata çıkarken, merdivene sarkan zeytin dallan, sahibinden önce “Hoş geldin!” diyor insana. Sabahleyin apaydınlık bir güneş, masmavi bir gökyüzü, kuş cıvıltılan, horoz sesi ve karşıki inşaatta çalışan işçilerin sesiyle uyandım. Evin arka bahçesinde zeytin, portakal, incir, nar ağaçlan ve asma talvan var. Kırmızı nar çiçekleri, geniş geniş incir yapraklan beni Ege’nin karşı yakasına götürdü. Özlemişim gökyüzünün lekesiz mavisini, nar çiçeğinin kırmızısını ve horoz sesiyle uyanmayı. Birinci bölüm Yunanistan’ daki Anadolu Rumları 16 Nevşehirli demirci Yanni Anıca Kuşluk vaktine doğru, Cemal’le beraber Nevşehirli demirci Yanni Amca’nın dükkânına gittik. Vardığımızda dükkânını daha yeni açıyordu. Cemal beni tanıştırdı. “Haydi, bol şanslar!” deyip işine gitti. Dükkânın içi su tesisatı yapmaya, ya da onarmaya yönelik alet edevatla dolu. Yanni Amca yaşlı, zayıf, yorgun, biraz da çökkün görünüyor. Bana yer gösterdi. Kendisi de bir sifon kazanını onarmak için başına geçti. “Acelesi var. Birazdan gelip alacaklar. Sonra rahat rahat konuşuruz” diyerek kazanı örsün üstüne koydu. Çinko levhadan ölçüp biçerek bir parça kesti. Lehimledi, kontrol etti. “Tamam, şimdi konuşabiliriz artık!” diyerek sandalyesini yanıma çekti. “Ne istiyorsun, ne arıyorsun, nereden geliyorsun?” Kendimi tanıttım; dedemin komşusu Minoğlu’nun kızlarını aradığımı söyledim. “Demek sen bizleri soruyorsun! Demek sen bizleri görmeye gelmişsin. Hey gidi günler hey! Çok insan var burda; Philadel Phia, Nea Smyrne (Yeni izmir) Mahallesi’nde.” 19 e m a ı çın Kazanı almaya geldiler. Teslim etti, ücretini aldı. Tekrar yanıma oturarak yorgun sesi ve yorgun bakışıyla anlatmaya başladı: “Denizli’den, Honaz’dan kimseyi tanımıyorum. Minoğlu diye birine de rastlamadım. Ben Nevşehir’de doğdum. Altı yaşındayken bu tarafa geldik. Nevşehir’de varlıklıydık. Buraya geldiğimizde çok yoksulluk çektik. Çok çalıştım. Yoktan var ettim. Bu dükkânı ve evimi kendim yaptım. Şimdi yaşlandım. Ama çalışmasam olmuyor. Nevşehir’de evimiz üç katlıydı. Çatısında annem elma, armut kuruturdu. Karşıdan kervanlar geçer; develerin çam langur lungur ederdi… Ben çıkar elma, armut yerdim… Tadı başkaydı… Ben burada armut yemiyorum… Burada Nevşehir’deki kokan armut yok! Üzümün tadı başkaydı orda… 1974’te kapılar bize açılınca Nevşehir’e gittim. Babam evimizi, komşularımızı tarif etmişti. Arayıp buldum. Komşumuz kasap babamı tanıyormuş. Bana çok iyi davrandı. Evine götürdü. Ufak tefek hediyeler götürmüştüm. Verdim hepsini. ‘Canın ne istiyor söyle, getirelim!’ dediler. ‘Armut, üzüm’ dedim. Bir tepsi armut, bir tepsi de üzüm getirdiler. Yedim yedim… Burada öyle armut yok!” Dükkâna müşteriler geldi. Konuşmamız kesildi. Zaten hü-zünlenmiş, sesi titremeye başlamıştı. Müşteriler gidince: “Kusura bakma kafam dağınık. Yandaki tuhafiyeci komşum yenile istanbul’dan göçüp geldi. îyi insandır, çekinme. Onunla da konuş. Gel seni götüreyim.” dedi. Fotoğrafım çektikten sonra gittik. Beni komşusu Hristo’yla 20 tanıştırdı. İstanbullu Hristo Samoğlu “Türk tarafım tutup, Yunanlılara küfretmek kolaydır. Böyle bir kitap da yazabilirsin. Ama böyle kitaplar kiloyla satılıyor! Yunan tarafını tutup Türk tarafını suçlayabilirsin. Kolaydır. Zor olan iki tarafın da iyiliğini kötülüğünü görmek, yazabilmektir.” Hrişto beni eski bir dost, bir hemşehri, bir komşu sıcaklığıyla karşıladı. Yazarkasanın arkasındaki, kendi oturduğu sandalyeye buyur etti. Temiz, şirin bir tuhafiye dükkânı var. Tanıştık. Düzgün bir İstanbul Türkçesi’yle konuşmaya başladı: “1947’de Istanbul-Kurtuluş’ta doğdum. İki kardeşiz. 6-7 Eylül Olayları sırasında İzmir’deydim. Avusturya Lisesi’ni bitirdim. 1968’de Atina’ya geldim. Babam İstanbul’da terziydi. Üç sefer askere çağrıldı. Son kez 1943’te. Asker elbisesi vermiyorlardı. Kim vurduya gidebilirdi. Korkuyordu! Korkuyorduk! Fevzi Çakmak asker elbisesi verdirdi. Huzur yoktu. Tanıdığımız bir bekçi sık sık babama gelip: ‘Kapat dükkânını. Bugün gösteri var. Saldın olabilir!’ diyordu. Bu böyle böyle devam etti… En sonunda babamın canına tak etti. ‘Kalsın bunların Türk tabiiyeti! Bu işin sonu yok, gidelim!’ dedi. Onlar önceden geldi. Ben Avusturya Lisesi’ni bitirip geldim.
Kemal Yalçın – Emanet Çeyiz, Mübadele İnsanları
PDF Kitap İndir |