Klaus Stadtke – Sipsak Dostoyevski

Dostoyevski’nin eserlerini okuyanların hafızalarında çoğunlukla karanlık, izbe kira evleri canlanır; yoksulluk kokan bu evlerin merdivenleri kir içindedir, koridorları uzun ve loştur. Yoksul insanların kaderlerine, gerçekleşemeyen düşlerine ve acıklı aşk hikâyelerine genelde XIX. yüzyıl Petersburg’unun arka sokakları tanıklık eder. Ne var ki Dostoyevski’nin topografyası ve romanlarının içeriği bunlarla anlatılmış sayılamaz. Yazarın eserlerine bütünsel olarak bakınca, olayların geçtiği yerlerin birbirlerinden hayli uzak olduklarını görürüz: Sibirya’da bir hapishane, Avrupa kentlerindeki kumarhaneler, Petersburg üst tabakasına ait villalar ve yazlıklar, Rus taşra kentleri, manastırlar ve ücra köşelerdeki şahıs mülkü köyler. Kahramanlar ise hükümlüler, sıra dışı aristokratlar ve tekinsiz tacirler, yoksul memurlar, işini bilir avukatlar, dindar papazlar ve garip hekimlerdir. Bütün bunlardan sınırsız bir hayal gücünün olağanüstü renkli bir kaleydoskobu ile karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Dostoyevski’ye yoğunlaşmak isteyenlerin, psikoloji ile felsefeye ilgili ve de duyarlı olmaları gerekir. Bu durumda Dostoyevski, sadece eğitimli üst sınıfa hitap eden bir yazar mıdır? Kesinlikle hayır. Dostoyevski, yazarlığı kendine meslek edinmiş biri olarak kitaplarının satışını yakından izlerdi ve bunların olabildiğince çok sayıda okurla buluşmasını önemserdi. Suça karışmış insanları anlatan konuları, skandal yaratan sahneleri, karmaşık aşk maceraları, bunların tüyler ürpertici etkileri ve bu insanların her şeye karşın içlerinde barındırdıkları o garip mizah anlayışı, aynı zamanda eğlendirici öğeler taşır. Dostoyevski, okurunu büyülemek, şok etmek ve onun huzurunu kaçırmak ister. Konusu ne olursa olsun, geniş kitlelere ulaşması arzu edilen bir kitap, heyecan verici üslupla yazılmalıdır; Dostoyevski, edebiyatın her türlü aydınlanmacı didaktik ve teorik soyutluğuna tepkisini böyle verir. Çocukluğunda Ann Radcliffe’in korku romanlarını tutkuyla okumuştur; ünlü bir yazar olunca da, okurlarına Edgar Allan Poe’yu ve Casanova’nın maceralı anılarını önermiştir. Dostoyevski’nin çağdaşları, onun, aralarında Üç Silahşörler ve Monte Kristo Kontu olmak üzere, Alexandre Dumas’nın eserlerini kelimenin tam anlamıyla yuttuğunu anlatmışlardır.


Dostoyevski okumayı aklına koyan birinin, sürprizlere hazırlıklı olması, eserlerin derinlerde yatan anlamına varabilmek için tüm dikkatini elindeki esere vermesi gerekir. Yani, Dostoyevski zor mu okunur? Böyle de denebilir. Kesin olan şudur ki, onun üslubu, XIX. yüzyılın diğer romancılarınkinden farklıdır: Dostoyevski çok şey anlatmaz, doğa tasvirleri yapmaz, tarihi hallaç pamuğu gibi atmaz, çevreyi ayrıntılı olarak betimlemez. Konuyu teatral bir anlayışla sahneler, figürlerine anlattırır. Olaylardan çok, yaşananların kahramanının üzerinde bıraktığı duygusal etkiye yönelir. Dostoyevski kendi de ifade ettiği gibi, kendini, o an orada konuşan figürünün “söylediklerini yazan stenograf”ı olarak görür. Üslubunu, figürlerin sesleri belirler. Romanlarındaki olaylara, çoğunlukla kontrolden çıkmış bir ses keşmekeşi eşlik eder; böylece olaylar çeşitli açılardan yansır, kuşku yaratır, bastırılır ya da konuşmalar arasında kaybolur giderler. Genelde kısıtlı, ancak etkileyici şekilde tarif edilen ortamlarda sürekli olarak tartışan kahramanlar arasında geçen diyalogların okurda yarattığı etki, hiçbir şeyin somut olmadığıdır; ne var ki olayların akışı yine de durmaz, sürekli beklenmedik durumlar meydana gelir ve bunların hepsi heyecanla yorumlanır. Bu ışıltılı roman dünyasının yazarının amacı nedir peki? Dostoyevski’nin inişli çıkışlı biyografisi, Rus toplumunun yaşadığı dramatik geçiş çağıyla doğrudan ilintilidir. Bu süreçte toplumun geniş katmanları sefalete sürüklenmiş, yapılan kaynağı belirsiz para ticaretleri yeni seçkin sınıflar yaratmış ve asi bir gençlik, siyasi terör yoluyla isyana soyunmuştur. Dostoyevski’nin yazarlık muhayyilesinde Rusya, Tanrı’nın unuttuğu ve ne zaman ne yapacağı kestirilemez bir dünya imgesi oluşturur; bu dünyada bütün değer yargıları ve ahlak ölçüleri dağılmıştır, bireyler akıntıya kapılmıştır, bir yandan dürtü ve ihtiraslarının peşinde koşarken, diğer yandan sosyal çöküş, güçlünün fiziksel şiddeti ve siyasi iktidarın yaşamlarını biçimlendirmesi tehdidi altındadırlar. Dostoyevski eserlerinde, sanayi çağının ve XX. yüzyılın totaliter rejimlerinin sonradan yaratacağı psikolojik etkileri kehanette bulunurcasına anlatır.

Bunun karşısına, Rusya ve Rus halkının başlatmasını istediği, gelecekteki Hıristiyan kardeşliği çerçevesinde “Kaybolan insanın yeniden ayağa kalkması” diye tanımladığı ütopik düşüncesini koyar. Bencillik nedeniyle yalnızlaşmaları önlemek için, iletişimin, kişinin başkalarıyla diyaloğa girmesinin şart olduğunu söyler. Romanlarında bu yüzden sıklıkla tekrarlanan günah çıkarma sahneleri, uzun diyaloglar, iç içe geçmiş, anlaşılmaz hissini veren konuşmalar vardır: Suç ve Ceza’da yer alan bu sohbetlerden birinde bir kahraman, “Gizli yollardan bile olsa gerçeğe ulaşacağız” der. Dostoyevski’nin darmadağın olduğu hissi veren roman dünyası, özellikle de Hıristiyanlık ve ulusçulukla bezenmiş ütopyası, onu vatanı Rusya’da en tartışılan yazarlardan biri yapmıştır: Yazar, Sovyet Rusya’da 1960’lara kadar sosyalizm karşıtı olarak dikkate alınmamış, muhalefet tarafından Stalinizm ve GULAG1 peygamberi olarak yüceltilmiş, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki dönemde aşırı sağcı partilerce idol olarak göklere çıkarılmıştır, şimdilerde de postmodern akım tarafından yeniden keşfedilmiştir. Vladimir Sorokin’in bir oyununda Dostoyevski, uyuşturucu hapı olarak satılır. Sonunda satıcı ve kimyager çaresiz kalırlar: “ –Dostoyevski’nin ölümcül etkisinden artık kesinlikle emin olabiliriz. – Peki, ne yapalım? – Sulandıralım. – Neyle? – Hadi, Stephan King’le deneyelim bari. Duruma göre yine bakarız.” Rus romancının karmaşık ve görüldüğü gibi günümüze kadar çeşitli şekillerde yorumlanmış olan eserlerini, dar vakitli okura verebilir miyiz? Bence bu, kapsamlı romanlarında sahneler halinde anlatıldıkça gelişen, dallanıp budaklanan, yer yer çözülüp gidecekmiş duygusunu veren heyecan dolu hikâyelerin yeniden anlatımıyla mümkün olabilir. Metinleri kısaltmak için seçtiğim yöntemle, Dostoyevski’nin eserlerinin büyüsünü okura aktarmayı ve romanların otantik orijinal versiyonlarını okumaya onu heveslendirmeyi belki de başarabilirim. 1. Çalışma kampları yönetimi baş idaresi. (ç.n.

) “İnsancıklar” Kâtip Makar Devuşkin’in kız arkadaşı Varvara’ya yazdığı uzun ve tutkulu mektupların yanıtları genelde kısa, içerikleri temkinli ve mesafelidir. İlkbahardan sonbahara uzanan zaman dilimini kapsayan bu mektuplaşma süresinde her ikisi de Petersburg’da yoksulluk sınırında yaşar ve her ikisi de geçiş dönemi içindedir: Adam, yaşlılığın eşiğine gelmişken, kız ilk gençlik ile yetişkinlik arasında bir yerdedir. Birbirlerini uzunca zamandır tanırlar, arada sırada buluşurlar da, ancak içlerini mektuplarda dökerler. Bu mektup-romanın içeriğini aşk ve tutku oluşturmaz. Adamı da kızı da zorlayan temel konu, yaşam ve gelecek korkularıdır. Devuşkin kısa bir süre önce Varvara’nın evinin yakınına taşınmıştır ve pencerelerinden birinden kızın evinin içini görebilmektedir. Taptığı kıza çiçek ve şekerleme yollar ve perdenin hafifçe aralanmasını kendisine yönelik sevgi işareti olarak yorumlar! Bundan aldığı cesaretle başlarda kendini romantik âşık gibi gösterir. Ne var ki Varvara ona haddini bildirince özür diler, biraz kırılarak “bir babanın duygularını taşıyan uzak bir akraba” kimliğine bürünür ve geri çekilir. Bu keyifsiz hali, ona ansızın eski evindeki sessiz ve sakin yaşamını anımsatır, taşındığına pişman olur. Bununla da kalmaz, doğru dürüst mektuplar yazamadığı için kendini yetersiz bulur. Sonraki mektuplarında, kira evindeki yeni ikametgâhını, ev sahibesini, ev sahibesinin hizmetkârlarını ve binadaki diğer kiracıları anlatır; işsiz memur Gorşkov’un ailesi gibi, acıların ve haksızlıkların peşlerini bırakmadığı “insancıklar”dır bunlar çoğunlukla. Petersburg’un bu yoksul mahallesinden betimlenen hüzünlü sahneler, psikolojisi karmaşık bir ikili ilişkinin arka planını oluşturur. Devuşkin; mektuplarıyla, ardı arkası kesilmeyen armağanlarıyla ve bulunduğu küçük hizmetlerle Varvara’yı kendine bağlamaya çalışır. Varinka’sını, kumrusunu, canını, anacığını onu babası gibi sevdiğine, koruyup kollamak istediğine ikna etmeye uğraşır ve bunu elinden geldiğince duygusallık içinde yapar. Kendini iyi yürekli bir insan ve titiz bir memur olarak tanıtır.

Otuz yıldan beri aynı görevdedir. Sıkışıp kaldığı memuriyetin en alt kademesinde saçlarına aklar düşmüştür ve tüm dünyaya karşı korku içindedir: Kirasını çoğunlukla ödeyemediği ev sahibesinden de, kendisini hor gördüklerini düşündüğü iş arkadaşlarından da korkar. Dünyanın adaletsizliğinden sürekli yakınır, adeta keyif alırcasına dile getirdiği kendine acıma duygusu, mektup arkadaşında karşılık bulur, genç kız da ona acımaya başlar. Varvara’nın mektupları Devuşkin’inkilerden farklı olarak, olgunlaşmakta olan, ruh hali iniş çıkışlar gösteren, hastalık düzeyinde gergin ve yaşamdan beklentileri karşılanmamış genç bir kadını yansıtır. Bu iki insanın nasıl tanıştıklarını tahmin etmek okura bırakılmıştır. Varvara’nın arkadaşına yolladığı bir tür günlük olan “eski defter”den, genç kızın o güne kadarki yaşamının bir bölümüne tanık oluruz. Babası, bir çiftlikte kâhyalık yaparken işini kaybettiği için aile, taşradan başkente taşınırken Varvara henüz çocuktur. Gerçek perişanlığın ne demek olduğunu Petersburg’a gelince öğrenir, babasını yine bu kentte yitirir. Beş parasız kalan ve alacaklıların eline düşen ailenin imdadına Anna Fyodorovna yetişir. Evini aileye açan bu uzaktan akraba tekinsiz kadın, belli ki kadın satarak geçimini sağlamaktadır. Varvara daha sonra bu kadının evinde genç bir üniversite öğrencisiyle tanışır, delikanlıdan dersler alır. Derken iki genç birbirlerine âşık olurlar. İkiliyi özellikle de edebiyat birleştirmiştir; Varvara, genç adama doğum günü için Puşkin’in bir şiir kitabını armağan eder. Ne var ki bir süre sonra kızın sevgilisi hastalanır ve ölür. Varvara mektubunda, cenaze ayininden sonra cenaze arabasının uzaklaşmasını, delikanlının babasının gözyaşları içinde arabanın peşinden deliler gibi koşmasını çok dokunaklı anlatır.

Günlük, burada kesilir. Devuşkin, günlüğün devamını kendisine göndermesi için Varvara’ya rica eder, ancak kız bu ricayı geri çevirir: Varvara, bir yıl önce ölen annesinin ardından yaşadığı, belleğinde henüz çok taze olan anılardan korkmaktadır. Anna Fyodorovna’nın onu Bikov adında bir toprak sahibiyle tanıştırdığı ve adamın onu baştan çıkardığı, Varvara’nın daha sonra yaptığı imalardan anlaşılır: “Siz bunları bilirsiniz zaten.” Bu noktada, kızın hayatındaki karanlık bir dönem kapalı geçilir ve Devuşkin’in kızın bu yaşadıklarını kabullendiğini anlarız. Karanlık kalan bir diğer nokta, Bikov’un, üniversite öğrencisi gencin annesine karşı hissettiği tuhaf duygularla ilgili olarak Varvara’nın yaptığı imalardır. Varvara’dan, kadının çok güzel olduğunu, ne var ki çok erken öldüğünü öğreniriz. Devuşkin, Varvara’ya kusursuz el yazısıyla övünür (“her bir harf tek tek yontulmuş gibi”); bu özelliği onu dairedeki diğer kâtiplerden farklı kılmaktadır. Adam kızı etkileyebilmek için, edebiyata olan ilgisinden, dahası gizli hayalinden söz eder: Yazar olmak istemektedir. Sözümona ünlü bir yazar olan bir komşusunun kendisine önerdiği kitaplardan alıntılar yapar. Bu alıntılardaki sıradanlık Varvara’nın gözünden kaçmaz ve genç kız bunların karşılığında Devuşkin’e, Aleksandr Puşkin’in öykülerini yollar. Devuşkin büyülenir. Kendini, Puşkin’in postane müdürüyle özdeşleştirir, romantik duygulara kapılarak kendini yoksul, ancak soylu babanın yerine koyar; kızı Dunja’yı topraklarından geçmekte olan bir subaya kaptıran bu babanın kaygılarını, mektup arkadaşına karşı hissettiği “babavari” duygularıyla kıyaslar. Ancak Varvara ona Gogol’un “Palto” hikâyesini yollayınca sinirlenir: Bu, yoksul bir memur olarak ona ve onun gibilere yapılmış bir hakarettir! Yazarın röntgencilik yaptığı, onu gizlice dinlediği ve herkesin alayına maruz bıraktığı duygusuna kapılır. Gogol’un anlattığı, bir yazarın acınası, dahası ahmakça sayılabilecek yaşamı, Devuşkin’in kendi yaşamında olabildiğince bastırmaya çalıştığı her şeyi bir anda gözleri önüne seriverir. Zaten kimselere güvenemeyen biridir, bunları okuduktan sonra, yazar komşusunun onun üzerine bir hiciv yazmayı planladığından kuşkulanmaya başlar.

Yazar olarak ünlenme düşlerinden bir süreliğine uzaklaşır ve kâğıtlara basılmış ne varsa bir anda hepsini külliyen reddeder: Edebiyat denen şeyin asıl maksadı, insanın maskesini düşürmek ve zayıf yönlerini ortaya çıkarmak değil midir, nasılsa? Shakespeare’in eserleri de “düpedüz saçmalık”tır ve “küçük düşürmek için yazılmış”lardır! Varvara bir gün, geleceğini garanti altına alabilmek için, toprak sahibi bir ailenin yanında mürebbiye olarak işe başlayacağını arkadaşına yazınca, mektuplaşmaları gergin bir yöne doğru kayar. Devuşkin, ilişkilerini, doğa gezintileri, mektuplar ve edebiyat üzerine sohbetlerden örülü gönül ferahlatıcı akışının bozulmaması için, bu ayrılığı ne pahasına olursa olsun engellemek ister. Gerçek yaşama karşı duyduğu hastalıklı korkuyla, kızı “yabancı insanlara” karşı şiddetle uyarır ve yaşadıkları rüya gibi durumu göklere çıkarır: “Bizim burada hiç değilse sıcacık bir koruma altındasınız, kuşun yuvasına alıştığı gibi alıştınız yerinize.” Devuşkin, iyi niyetli önerilerini sıralarken aslında kendini düşünür (“Ben onsuz ne yaparım?”) ve işi tehditkâr açıklamalara kadar vardırır: “Ben de Neva Nehri’ne atlarım, olur biter.” Rüya gibi durumdan zaten çok geçmeden eser kalmaz: Varvara, Devuşkin’in kendisi için borca girdiğini, dahası birilerinin onu sarhoş halde sokaklardan topladığını öğrenir. Kız, adamın bu davranışları yüzünden dostluklarının dillere düştüğünü söyler. Devuşkin, koruyucu ve babacan dost maskesinin düştüğü hissine kapılır. Zaten zayıf olan özsaygısı yerle birdir artık. Sınırsız bir kendine acıma duygusuyla özür mektupları yazar, kendini hem kız arkadaşının nezdinde, hem de kendi gözünde haklı çıkarmaya çalışır. Ama boşunadır. Varvara’nın artık başka dertleri vardır. Anna Fyodorovna’nın birbiri ardına gönderdiği koca adaylarından kaçmak için evinden taşınmayı düşünmektedir. Ama bunun için paraya ihtiyacı vardır. Devuşkin, çevresinden borç para bulmak ya da başka yazı işleri alarak gelirini artırmak için başvurmadık yer bırakmasa da sonuç alamaz. Ne var ki, Varvara’nın parasızlık yüzünden en azından şimdilik taşınamaması işine de gelir.

Kızın onu beğenmekten vazgeçmemesi için tek çaresi yine mektup yazmaktır, ama bu kez kızın öğüdüne uyarak üslubunu düzeltir. Mektuplarında sürekli olarak, komşuları ve dairedeki diğer memurlar tarafından aşağılandığından yakınır. Hüzünlü ve yağmurlu bir sonbahar günü yaptığı yürüyüş, Petersburg’un sokak yaşamını anlatması, özellikle de sokaklarda dilenen çocukların durumunu etraflıca gözler önüne sermesi için vesile olur. Devuşkin daha sonra, mektuplarını kaleme alırken, edebi yazı tarzını deneme amacı da güttüğünü Varvara’ya itiraf eder. Bu yüzden okurlar olarak yanılgıya düşmeyelim; sosyal acılar üzerine sık sık yinelenen yorucu duygusal klişeler, yazarın yarattığı, geleceğin yazarı olarak kız arkadaşını etkilemeye çalışan kahramanın kaleminden çıkmadır! Dairede günün birinde bir olay meydana gelir. Devuşkin, bir metni başka bir kâğıda geçirirken yazım hatası yaptığından şefinin odasına çağırılır. Ekselansları tarifsiz bir hışımla suçunu yüzüne vururken, Devuşkin’in resmi elbisesinden kopan bir düğme, ekselanslarının ayağının dibine kadar yuvarlanır. Rezil eden bu utanç verici durumu (“Bütün itibarım ve içimdeki insan yerle bir olmuştu”) alçaltılan adamın güçlenip doğrulması izler: Çevredekiler şeflerine, çok düşkün olduğu her halinden anlaşılan bu memurun o güne kadar davranışlarında kusur etmediğini söylerler. Ekselansları duygulanır, emrindeki bu kişiye, “değersizlerin değersizine” yardım için elini bile uzatır ve cebinden çıkararak yüz ruble verir. Özellikle mektubu yazan kişiyi niteleyen ve büyük bir keyifle anlatılan bu alçaltılma ve kendini alçaltma hali, romanın kilit sahnelerinden biridir. Devuşkin’e göre bütün sorunlar çözülmüştür: “Birbirimize yine huzur dolu mektuplar yazacağız, edebiyat sohbetleri yapacağız.” Kahırlı dönemler geride kalmış gibidir. Hikâyenin seyrini geciktiren bu andan sonra nihai felaket gelip çatar. Varvara, Devuşkin’e ansızın, Bikov’un kendisine evlenme teklif ettiğini anlatır. Kız, hiçbir yorum yapmadan sözlerini sürdürür: “Evet, onunla evleneceğim, teklifini kabul etmek zorundayım.

” Çünkü onu yüzkarasından ancak o kurtarabilir, kaybettiği onurunu ona o geri verebilir ve onu “gelecekte yoksulluk, yoksunluk ve mutsuzluktan koruyabilir.” Kız, düğünden sonra Bikov’un çiftliğine yerleşecektir. Kendisinden sonra arkadaşı yalnız kalacağı için üzgün görünse de Devuşkin’i, hiç duraksamadan düğün hazırlıkları için bazı şeyler satın almakla görevlendirir, adam da bu görevleri özenle yerine getirir. Devuşkin çaresizlik içindedir, sadece şunu sorar: “Bundan böyle nasıl mektuplaşacağız?” Yazmak, onun için epeydir vazgeçilmez bir uğraş haline gelmiştir, yaşamın yerine geçmiştir adeta. “Ben kesinlikle yazacağım, siz de bana yazmalısınız… Üslubum henüz düzelmeye başlamıştı!” Oysa hayatının tepeden tırnağa değişmesiyle birlikte, bu dostça yazışmanın da, ortak uğraşları edebiyat sohbetlerinin de sona ereceğini Varvara bilmektedir. Beceriksiz, hayalperest ve yoksul kâtip Devuşkin, kız arkadaşını gerçek yaşama, Bikov’un “heybetli yapısına” ve yadsınamaz cinsel çekimine çoktan kaptırmıştır bile. Rüya gibi durum uçup gitmiştir. Devuşkin kitabın sonunda, idrak etmesi gereken gerçeğe çaresizce direnir: “Ben sadece yazmak için, gitgide daha çok yazmak için yazıyorum, ey siz, kumrum, sevgilim, anam!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir