Lev Sestov – Dostoyevski ve Nietzsche Trajed

Trajedinin felsefesi! Böyle bir sözcük bileşimi felsefede insan aklının son genel yargısını ve çağdaş bilim olarak adlandırılan görkemli piramidin tepesini görmeye alışık okurun itirazına yol açabilir. Böyle bir okur –pek isteksizce ve geniş bir sınırlamayla da olsa– büyük olasılıkla “trajedinin psikolojisi” ifadesini yeğlerdi, çünkü kalbinin derinliklerinde, trajedinin yaşandığı yerde, aslına bakarsanız tüm çıkarlarımızın sona ermek zorunda olduğuna inanır. Trajedinin felsefesi umutsuzluğun, çaresizliğin, deliliğin, hatta ölümün felsefesi anlamına mı gelir? Burada bir felsefe söz konusu olabilir mi? “Bırak ölüler kendi ölülerini kendileri gömsün” 1 dogmasını öğrettiler bize, bu dogmayı hemen kavradık ve seve seve kabullendik. Geçen yüzyılın ünlü, büyük idealist şairi bir şiirinde kendine özgü biçimde şu özgürlükçü dizeyi haykırmıştı: “Und der Lebende hat recht.” 2 Ama biz daha da ileri gittik: Ölülerden pek kurtulamadık, yaşayanların hakkını yeterince savunmadık. Geriye bizleri varlıklarıyla rahatsız eden ve dogmaya göre gömülen ölülerden daha çok rahatsız etmeyi sürdüren sağlar kaldı. Evet, bize dünyevi umutları olmayanlar, umutsuzlar, yaşamın getirdiği korkular karşısında aklını yitirenler kaldı. Onlarla ne yapmalı? Onları toprağa gömmek için bu insanüstü görevi kim üstlenecek? Korkunç bir görev bu. İlk bakışta, Tanrı’ya benzeyen ve onun suretinde yaratılanlar arasında bu görevi üstlenecek gözü pek ve acımasız bir tek kişi yokmuş gibi görünüyor. Ancak bu ilk bakışta böyle görünüyor. Bu dünyada kendi yaşamını kurtarmak uğruna yakınlarının yok edilmesine rıza gösteren insanlar bulunuyorsa (aslında bu insanlar çoğu zaman infazcılar tarafından ölüm cezasına ya da müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır) burada insan zulmünün ve duygusuzluğunun sınırını neden düşünelim ki? İnsan ne zaman kendi ölümü ile başkalarını ölüme mahkûm etme arasında ikilemde kalsa, en derin, en gizemli tüm içgüdüleri yaklaşan tehlikeye karşı kendi yalnız “ben”ini korumak için mücadeleye girer. Ancak infazcı rolünün çok utanç verici olarak görülmesi de bir yanlış anlaşılmadan ibarettir. Halkların manevi hayatlarının tarihindeki, “kültür” tarihindeki mezalimlerle kıyaslandığında onlarca yahut yüzlerce insanın idam sehpasında infazı devede kulak kalır sanki. Burada kastettiğim, halkların başına gelen musibetler Timurlar, Atillalar, Napoléon’lar, hatta Katolik engizisyonu değil. Bu ateş ve kılıcın kahramanlarından bize ne, onların felsefesiyle ne ortak yanımız var? Hayır, burada gönül kahramanlarından, iyiliğin, gerçeğin, güzelin ve yücenin vaizlerinden, ideallerin tebliğcilerinden, hâlâ insan doğasının salt en aşağılık, “en şeytani” tezahürleriyle mücadeleye çağrılmış insanlardan söz ediyoruz.


Burada onların adlarını anmayacağım, bunun için de çok önemli gerekçelerim var. Adlarını verirsem, susmamı engelleyecek vakitsiz pek çok şey söylemem gerekir. Zaten mesele isimlerde değil, halkların manevi hayatında meydana gelen en olağanüstü olayda –sanki bireylerin hiçbir çabası olmadan, sezdirmeden, yavaş yavaş gelişen– idealizmin doğuşundadır. İdealizm iki bin yıldan fazladır var ama son zamanlara kadar görece küçük bir rolü oldu. Formel yönden çok haklı olarak bu yüce öğretinin babası ve atası kabul edilen Platon’un düşüncelerinde, günümüze kadar gelen idealist bakış açısının “saflığından” uzak oluşuyla açıklanabilen argümanlarında bile sürekli tuhaf tutarsızlıklar gözlemlersiniz. Fikirlerinde hâlâ insan biçimli Tanrı anlayışının izleri öyle belirgindir ki, günümüzde çağdaş biliminin azıcık derinine inen bir öğrencinin bile kendi üstünlüğünün bilinciyle onun diyaloglarını okurken defalarca gülesi gelir. Platon bizim bakış açımızdan hâlâ barbardır ve bizim birleştirici ilkelerimizden hiç haberi yoktur: Doğrusunu isterseniz Aristoteles bile selameti yeryüzünden göğe kaçmakta bulmuştur. Hayır, saf, hakiki idealizm son iki yüzyılın ürünüdür. Aynı zamanda bilimde “monist” anlayışa eğilimi güçlendirerek ortaya çıkmıştır. Modern akıl kendisine birkaç temel ilke sunan felsefeye katlanamıyor. Ne pahasına olursa olsun monizmin –daha doğrusu bizde söylendiği gibi– birleştirici tek ilkenin peşinden koşuyor. O bile artık düalizme zor dayanıyor: İki ilkeyi taşımak ona büyük yük olarak görünüyor. Her yola başvurarak rahatlık arıyor, ihtiyaç halinde en incesinden bir safsatayı din kabul etmeye hazır, yeter ki karmaşıklık olmasın. Ruh ve madde – biri fazla: İkisinden biri, ya ruh ya da madde olsa daha iyi değil mi? Hiç değilse ruh ve maddenin aynı tözün iki farklı yüzü olduğunu kabul etmeye ne dersiniz? Doğrusu, ruh ve maddenin “farklı yüzlerinin” ne şekilde olabileceğini bu zamana dek kimse anlamıyordu, ama felsefede, özellikle en yenisinde, kimsenin pek bir şey anlamadığı ifadesi hiç de tek açıklama değil. Dahası var: Açıklamalar ustalıkla ve tam zamanında yerine oturtulsaydı, bunlarla felsefe daha sağlam tutunurdu.

Önemli olan gereksiz ilkelerin olmaması! Bu anlamda hiç kuşkusuz, yeterince temellendirilen ve açıklanan panteist bakış açısı doyurucu geliyordu; bilindiği gibi asgari yabancı sözcükle ve soyut kavramla işi götüren materyalizm de onun popüler biçimidir. Ama yabancı sözcükler ve soyut kavramlar konuya yabancı genel okur kitlesini sadece korkutur; felsefe alanındaysa, böyle sözcükler ve kavramlar aksine tam bir güvene naildir, hatta büyük bir çekici güce sahiptir. Kendini adayan insanlar bu zorluklara kolayca uyum sağlamayı bilir. Fazladan bir terim, yeni bir kavram, her ne kadar olgunlaşma aşamasında olsa bile, son tahlilde, hiçbir engel oluşturmayacağı gibi, belli olaylarda zor bir durumdan çıkış yolu da sağlar. Bunlar rastgele değil, titizlikle saptanmış belli amaçlarla sistematik olarak seçilir. Sisteme henüz uyum sağlamamış, kendine küstahça ilgi talep eden pek çok yeni fenomenin bulunduğu felsefenin alanına yalnızca “ilke”yle girilebilir. İşte burada sırnaşık yabancıya girişi kapamak için filozofa ikna gücü gerekiyor. İşte burada bilimi yaşamdan güvenle koruyan idealist duvarların yüksekliğine ve sızdırmazlığına gereksinim var. Felsefe her ne şekilde olursa olsun matematik gibi “bilim” olmayı ister, bu hiçbir şekilde elde edilemiyorsa bilgi kuramı imdada yetişir. Bilgi kuramının ortaya koyduğu üzere, felsefeye her şey sorulamaz, hatta sormak bile olanaksızdır, olsa olsa sölyediklerine şöyle bir kulak verilebilir. Felsefe hakikate susayanlara kendi sırlarını açıklamayı bu koşullarda, salt bu koşullarda kabul eder; bu zamana kadar yalnızca felsefeden hakikat devşirildiğinden ona geliyorlar, onu dinliyorlar ve çetin, yaşamsal bir sorunu çözmek gerektiğinde değilse de, en azından başkalarını “eğitmek” gerektiğinde felsefenin öğretisini hatırlıyorlardı. Gelgelelim bilgi kuramıyla ortaya konmuş meselelerde sadece kuramsal savlar görmek isteyenler son derece yanılıyor demektir. İşler böyle olsaydı, büyük olasılıkla çağdaş dünya görüşü böylesine yaygınlık kazanmaz, dahası bunca düşmanla karşı karşıya kalmazdı. Nietzsche her türlü felsefenin bir bakıma filozofun anıları ve istemsiz itirafları olduğunu öne sürer. Bence mesele bundan ibaret değil.

Felsefi sistemlerde son tahlilde mutlaka itiraftan başka şeyler, kıyaslanmayacak derecede önemli ve anlamlı şeyler bulabilirsiniz: yazarın kendini haklı çıkarması, ayrıca bu sistemin koşulsuz adaletine ve yaratıcısının yüksek ahlaki niteliklerine hayatlarıyla bir şekilde gölge düşürenlerin itham edilmesi. Bir zamanlar insanların övgüler düzmeye bayıldığı gerçeğin çıkarsız aranmasına inanmıyoruz, inanamıyoruz. Ayrıca hakikati istediğimizden söz ederken ne istediğimizi bilmediğimiz herkes için şimdi apaçık ortadayken buna nasıl inanalım. Belki de hakikati istemek huzur istemek anlamına geliyor, belki de savaşım için yeni bir uyarıcı istemek, belki de henüz hiç kimsenin aklına gelmemiş özgün mü özgün bir “bakış açısı” bulmak istemek… Hepsi olabilir! Gelgelelim formel yönden, her sistem, başka birçok konuda pek yaratıcı olmayan aklımızla böylesine ustaca icat ettiğimiz sonsuz “neden” sorusuna son vermeyi hedefliyorsa, o zaman her felsefe içerik açısından, bir kez daha söylüyorum, burada ne yaptığının farkında olmamasına karşın, kaçınılmaz ve mutlak biçimde kendini haklı gösterme amacı güdüyordur. Ve bu amaç her zaman idealizme özgü olmuştur. İdealizm, sorunları insanların önüne koyuyor, onları üstlenmeyi kabul edenlere sunuyordu; reddedenleriyse, nedenlerini sormakta ne sabırlı ne de istekli davranarak (belli durumlarda bu nedenleri çok sık yadsıdığından) lanetliyor, utanca mahkûm ediyordu. Başarısız olduğu her konuda açıklamaları önceden hazırdı; kabul edilmediği yerde deliliğe ve kötü niyete çattığını öne sürüyordu. “Koşulsuz buyruk”u şiar edindi. Bu buyruk ona kendini otokrat bir kral olarak görme hakkı veriyor, itaat etmeyi reddeden herkesi yasal olarak işkenceyi ve idamı hak eden asi haydutlar olarak görüyordu. Talepleri ne zaman yerine getirilmese koşulsuz buyruk zarif bir gaddarlıkla kendini gösteriyordu! Hayal güçleri zayıf ve bu konularda az deneyimi olanlara Shakespeare’in Macbeth’ini bir kez daha okumalarını salık veririm. Bu yapıt idealizmin neleri başardığını, en önemlisi de, bunu hangi araçlarla yaptığını safdil insanlara gayet güzel açıklar! Belki de insan ruhu gerçekten de çok dayanıklı bir madde, belki de zavallı ölümlülere diğer “belalar”ın yanı sıra idealizm denen belayı da ihsan etmek gerekti! Ancak bunların hepsi sadece iyimser kestirimler, ama insani ve bilimsel modern akıl açısından kestirim bile değil, kesinlikle güven vermeyen su katılmamış bir mitoloji. Kırbaçların mekaniğin yasaları nedeniyle değil, birtakım yüce amaçlar için ceza olarak sallandığını kim ciddiye alır? Öyleyse bu eğitim yöntemlerinden geçmiş insanlar arasında herkesin cezalandırıcı eli öpmeye yanaşmamasında şaşılacak bir şey yok. Bizde, sadece bizde değil, Avrupa’da da (günümüzde tüm ülkelerde fikir düzeyi bileşik kaplardaki su seviyesi gibi aynı) sanatsal yaratım uzun zamandan beri bilinçsiz zihinsel bir süreç olarak kabul edilmekte. Anlaşılan, sözümona edebiyat eleştirisinden ileri geliyor bu görüş. Sanatçılar işlerini bilinçle yapmaz; birisinin onları denetlemesi, aydınlatması, âdeta tamamlaması gerekir.

Edebiyat eleştirmenleri de rollerini aşağı yukarı böyle anlıyor, kendi biliçli düşünceleri ile tartışmalarına tabi sanat yapıtlarının bilinçdışı yaratımı arasında bağ kurmak için kendilerini paralıyorlar. Kimi zaman bu görevin beklenenden daha zor ortaya çıkıyor. Sanat yapıtı herkes tarafından kabul edilmiş –onlarsız hayatla hiçbir “bilinçli” ilişkinin kesinlikle düşünülemeyeceği– hiçbir fikirle bağdaşmaz. İkinci sınıf, hatta vasat bir sanatçıyla uğraşmak gerektiğinde eleştirmenler tereddütte kalmaz. Fikrin olmayışı yetenek eksikliğine yorulur, hatta daha çok yetenek eksikliğinin nedeni olarak gösterilir, böylece eleştirmenlerin sırf emekleri boşa gitmesin diye kendi amaçlarını şairlerin de farkında olmadan gütmek zorunda olduğu, “ebedi” hakikat tarafından doğrulanır sanki. Sonunda bilinçdışı şiirsel yaratımın hâlâ hizmet ettiği ve eleştirmenlerin bilinçli yaratımının eleştirmenin bilinçli yaratımına hizmettiği ve etmesi gerektiği ortaya çıkar ve tehlike ânı sağ salim atlatılır. Gelgelelim eleştirmenin eline yıldız denebilecek ünlü bir sanatçının yapıtının düştüğü de olur. Eleştirmen yazara baştan sempatiyle yaklaşır, en hoşgörülü taleplerini ona sunmaya hazırdır. Bu sanatçıdan partisine destek bulmayı çok istemesine rağmen, onun politik ideallerinin olmamasını mazur görür, onu gönülsüzce affeder, toplumsal meselelere ve onun görüşüne göre ülkenin tüm güçlerinin seferber edilmesini gerektiren hizmetlere ilgisizliğini de bağışlar. Ama yeni yapıtta yine de elinde olmadan (bilinçdışı olarak) ebedi ahlaki ülkülere içten sempati bulacağından emindir. En azından bundan, gerçi sadece bundan emindir. Şair iyiliği, güzelliği ve hakikati terennüm etsin, bunlar onda varsa, eleştiri gerisini halleder. Ama ya yoksa? Sanatçı güzelliği unutursa, hakikati alaya alır da iyiliğe boş verirse? Böyle olmayacağını söyleyecekler bana. Ama şimdi soyut konuşmalar alanından dikkate değer bir örneğe geçmek istiyorum. Elbette bir demek örnek demek.

Önsöz önemli bir edebiyat materyalini kapsayamayacak kadar dar çerçeveli. Yine de bu örneğin hatırlamaktan korkmayanların ve aynı şekilde başka birçok kişinin hafızasını tazelemesini umut ediyorum. Lermontov’un Zamanımızın Bir Kahramanı’ndan söz ediyorum. Bilindiği gibi Belinski bu roman hakkında çok tutkulu, ateşli bir yazı yazmıştı. Bu yazıda Peçorin’in geçen yüzyılın başlarının Rusya’sında o muazzam enerjisini yerinde kullanamadığı için alçakça işlere giriştiği yorumunu getiriyordu. Bu yazının Zamanımızın Bir Kahramanı’nın birinci mi yoksa ikinci baskısı vesilesiyle mi yazıldığını şimdi tam anımsamıyorum, öyle ya da böyle Lermontov kendi romanına bir açıklama yapmayı gerekli görüp ikinci baskıya önsöz yazmıştı. Önsöz kısa, iki sayfadan az. Ama bu önsöz Lermontov’un, istediği zaman yapıtlarına şaşırtıcı biçimde “bilinçli olarak” kafa yorabildiğini, bir eleştirmen kadar “düşüncelerini” yazıya dökebildiğini gösteriyor. Önsözünde yaygın yorumların aksine Peçorin’de asla yazarın portresinin çizilmediğini, aslında ne kendini ne de başka birini yansıttığını, amacının sadece zamanımızın bir “kusurunu” gözler önüne sermek olduğunu bildiriyordu. “Neden?” diye soracak olursanız, buna da bir yanıtım var. Toplum her şeyden önce kendini anlamalı, yetersizliklerinin farkında olmalıdır. “Hastalığın belirtilmesi bile yeter,” diye bitiriyor açıklamasını, “ama nasıl iyileştirileceğini Tanrı bilir.” Gördüğünüz gibi önsözde Lermontov’la Belinski’nin düşünceleri hemen hemen uyuşuyor. Peçorin bir hastalık, toplumun korkunç bir hastalığı. Lermontov’un açıklamasında bir coşku, bir heyecan yok, üstelik şöyle tuhaf bir durum da var: Toplumun hastalığı onu son derece ilgilendiriyor ama tedavisinden hiç söz etmiyor, ayrıca açıktan hiçbir eylem yok.

Hastalığı bulmayı ve anlatmayı bilen insanın onu tedavi etmeye hiç istekli olmamasının da bir nedeni vardır. Aslında güçlü bir yazı olmasına rağmen neden bu kadar sakin? Bu sorunun yanıtını romanda bulacaksınız: Konu Peçorin ve hastalıksa, bunun yazarın her türlü sağlıktan daha değerli gördüğü bir hastalık olduğuna ilk sayfadan itibaren emin olacaksınız. Peçorin hasta, peki kim sağlıklı? Yüzbaşı Maksim Maksimiç ve arkadaşlarıyla birlikte Gruşnitski mi, yoksa son olarak kadınları hesaba katarsak tatlı Prenses Meri mi yoksa vahşi kız Bella mı? Bu soruları sorduğunuzda hemen Zamanımızın Bir Kahramanı’nın neden yazıldığını, sonra önsözün neden kaleme alındığını anlarsınız. Peçorin romanda bir muzaffer olarak yansıtılmıştır. Onun önünde romanın diğer tüm karakterleri kesinlikle yok olup gider. Puşkin’in Yevgeni Onegin’inindeki gibi, kahramana dünyada kendisinden, Peçorin’den daha kutsal bir şey olduğunu, iradenin, görevin, fikrin ya da buna benzer şeylerin var olduğunu arada hatırlatan bir Tatyana bile yoktur. Peçorin yolunun üzerinde zorbalık ve şeytanlıkla karşılaşır ama ikisini de aklıyla ve boyun eğmez karakteriyle alaşağı eder. Peçorin hakkında hüküm vermeyi deneyin bir; onda acımasızlık dışında tek bir kusur bulamazsınız. O cesur, soylu, zeki, derin, eğitimli, yakışıklı, hatta zengin (bu da bir erdem!); acımasızlığa gelince, bu kusurunu hiç değilse biliyor, bunu sık sık dile getiriyor, ama heyhat! Bu kadar üstün yetenekli olan insanda bir kusur ortaya çıkıyor, bu kusur ona yakışıyor, üstelik kendiliğinden kusursuz bir nitelik kazanıyor. Peçorin de acımasızlığı nedeniyle kendini kaderle bir tutuyor! Sonra çoluk çocuğun büyük bir adamın kurbanı olmasından ne çıkar? “En önemlisi, bunun bir hastalığa işaret etmesi, nasıl iyileşeceğini Tanrı bilir.” Uzun bir romana kısa bir önsözde yer alan bu küçük yalan son derece karakteristiktir. Buna sadece Lermontov’da rastlamazsınız. Puşkin de dahil hemen her büyük şairde zaman zaman “hastalık” betimlemesi çok çekici bir hal alırken, yalan en ayrıcalıklı akılların bile muaf olmadığı bir haraç gibi fırsat buldukça okurun önüne atılır. Evet, Puşkin’de de: Haydutları, Pugaçov’un kartal ve karga masalını, Grinyov’un yanıtını hatırlayın. 3 Eleştirmenlerin hastalık tanısı koyduğu yerde “bilinçdışı” yaratım da bir bakıma aykırılık, korkutucu ve gizemli yanları olan bir şey görür.

Eleştiri hastalıktan başka bir şey görmez ama quand meme 4 hemen hastalığın tedavi yöntemini aramaya koyulur. Sanatçı ise bunu düşünmez, yalnızca kendi yargısını alışılagelmiş bir ifadeyle nezaketen yumuşatır. Bütün bunlardan sonra hâlâ “bilinçdışı yaratım” ifadesini kullanmak gerekirse, bunu sanatçılara değil, edebi eserlerde anlatılan canlı olaylara sürekli doğru kabul edilmiş hazır fikirler yamamaya çalışan eleştirmenlere mal etmek gerekir. Sanatçıların “ide”leri yoktur, doğrusu bu. Ama onlar derinlikten etkilenir; sanatın görevi, farklı kişiler tarafından şu ya da bu farklı temellere dayanarak uydurulmuş kurallara ve normlara boyun eğmek değil, özgürlük için yanıp tutuşan insan aklının üzerindeki ağır zincirleri koparmaktır. “Peçorin bir hastalık, bu hastalığın nasıl iyileştirileceğini sadece Tanrı bilir.” Bir tek biçimini değiştirin, bu kelimelerde Lermontov’un ta yürekten gelen derin düşüncesini bulursunuz: Peçorin için pek de zor değil bu; onları vasata, norma feda etmez. Eleştirmen hiç kuşkusuz tedavi etmek ister. Çağdaş fikirlere inanır ya da inanmak zorundadır, insanoğlunun gelecekteki mutluluğuna, yeryüzündeki barışa, monizme, Pugaçov’a dilini göstererek leş yiyen kuzgunların korunması uğruna canlı etle beslenen tüm kartalların yok edilmesi gerektiğine. Kartallar ve kartal yaşamı, evet, bu “aykırılık”tır! Aykırılık! İşte biliminsanlarını korkutan, dünyada istatistik ve “çelik gibi zorunluluk” dışında başka şeyler bulma umudunu yitirmeyenleri korkutmaya devam eden korkunç kelime! Yaşama modern dünya görüşünün gerektirdiğinden daha farklı bakmaya çalışan herkes, aykırı insanlar arasına kaydedilecektir. Asıl dehşet verici olan, şu anda yaşayanlar arasından hiç kimsenin, kesinlikle hiç kimsenin farklı bir dünya görüşü olasılığı düşüncesini taşıyacak güçte olmamasıdır. Ne zaman modern doğruların yalnızca o zamanın doğruları olduğu, “inançlarımız”ın en uzak atalarımızın inançları kadar yanlış olduğu aklına gelse, tek doğru yolu terk ettiği ve doğruca aykırıluğa düştüğü duygusuna kapılmaya başlar. Buna çarpıcı örnek Tolstoy’dur. Bütün modern düşünce yapısı ona öyle nefret edilesi ve tiksindirici gelir ki! Daha gençlik çağında, bilimin “evet” dediği her şeye “hayır” demiş, saçma şeyler söyleme tehlikesini bile göze almıştır. Okuma yazma bilmeyen mujiğe, aptal köylü kadına, çocuğa, kaba kaftanlı esnafa, göbekli tüccara inanmaya hazırdı, yeter ki biliminsanlarından daha farklı konuşsunlar! Oysa son kertede bilimin öğrettiği en önemli şeyleri aldı, aynı zamanda Avrupa’daki çoğu reformist gibi “pozitif” ideallere bağlı kaldı.

Onun Hıristiyanlığı ideal insan toplumuydu. Sanattan iyi duyguların vaaz edilmesini, bilimden de mujiğe akıl vermesini talep ediyordu. Şairlerin düşünce ve duygularının en ince ayrıntısını dile getirmek için çabalayıp dertlenmelerinin nedenini anlamıyor, kuzey kutbunda aylak aylak dolaşan bu dertli araştırmacılar ya da yıldızlı gökyüzünü gözlemlerken uykusuz geceler geçirenler ona garip görünüyordu. Bilinmeyene ve keşfedilmemişe bütün bu tutku ve özlemler niye? Hepsi yararsız, öyleyse aykırı. “Aykırılığın” korkunç hayaleti bu olağanüstü aklı sürekli eziyor, ezmeye devam ediyor, sıradanlıkla uzlaşmaya, kendinde bir sıradanlık aramaya itiyordu. Korkusu anlaşılabilir: Gerçi modern dünyada delilik ve dehanın birbirine akraba olduğu düşüncesi öne sürülüyordu, ama biz her zaman olduğu gibi delilikten çok ölümden korkuyorduk. Her ne kadar akraba olsalar bile deha dehadır, delilik de delilik. Çok yakında deli yaşadığı toplumu dehayla uzlaştıracak, o zaman deha deliliği aklayacaktır. Her şeyden şüphe edebiliriz, ki bizim için aksiyom budur, ama deliliğin bizleri tehdit ettiği yerde üzerimizde her türlü deneyi yapmaya başlarız. Lombroso’nun 5 araştırmaları körlüğümüzün ve modern pozitivizmin delilik etrafında oluşturduğu karanlık atmosfere tek bir ışık huzmesi bile tutamamıştır. Aslında Lombroso bu işler için uygun insan değildi. Nihayetinde o deneyciydi ve yabancı ruhsal durumlar dair sadece dış belirtilere bakarak sonuç çıkarıyordu. İçinde bir deha kıvılcımı yahut birazcık delilik olsaydı, araştırmalarının sonuçları daha verimli olabilirdi. Ama onda ikisi de yoktu. Yetenekli bir pozitivistti, hepsi bu.

Teori, insanı onu deliliğin beklediği çizginin ötesine geçmek zorunda bırakmaz. Tolstoy da bu yüzden pozitif ideallere geri döndü. İnsan ruhunun henüz kimsenin keşfe çıkmaya gönüllü olmadığı bir alanı vardır: İnsanlar oraya sadece elde olmadan gider. Bu da trajedinin alanıdır. Orada bulunan insan farklı düşünmeye, farklı hissetmeye, farklı istemeye başlar. Tüm insanlara değerli ve yakın olan ne varsa ona gereksiz ve yabancı gelir. Aslında o bir dereceye kadar hâlâ eski yaşamına bağlıdır. İçinde hâlâ ona çocukluğundan beri öğretilen birtakım inançlar, kısmen canlı eski korkular ve umutlar saklıdır. Belki de içinde, durumunun dehşetiyle ilgili acı verici bir bilinç ve huzurlu geçmişine yeniden dönme isteği uyanır defalarca. Ama “geçmişe dönemezsin”. Gemiler yakılmış, tüm dönüş yolları yasaklanmış durumda – önündeki bilinmez ve ebediyen korkunç geleceğe yürümek zorundasın. Kişi onu bekleyen şeyin ne olduğunu pek soramadan yürür. Ulaşılamaz olan hayalleri ona yalan, aldatıcı, yapay görünmeye başlar. Nefretle ve aşırı bir öfkeyle bir zamanlar sevdiğine inandığı her şeyi kendinden söküp atar. İnsanlara yeni umutlarını anlatmaya girişir ama herkes ona korkuyla ve büyük şaşkınlıkla bakar.

Tedirgin edici düşüncelerden bitkin düşmüş yüzünde, sıcak ve bilinmedik bir ışıkla parlayan ateşli gözlerinde, insanlar ona yüz çevirme hakkını elde etmek için bir delilik belirtisi görmeye çalışır. Gözlerinin önünde cereyan eden dehşetlerin gizemi ortasında huzurla yaşama olanağı sağlayan idealizmlerini ve görmüş geçirmiş bilgi kuramlarını yardıma çağırırlar. Ne de olsa idealizm pek çok şeyin unutulmasına yardımcı olur, peki onun gücü ve çekiciliği kaybolmuş mudur, yeni düşmanının saldırısına teslim olacak mıdır? Zavallıca gizlenmiş endişeyle karışık bir sinirle şu modası geçmiş soruyu tekrarlarlar: Nihayetinde şu Dostoyevski ile Nietzsche de kim oluyormuş, hangi yetkiyle konuşuyorlar? Sonra bize ne öğretecekler?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir