Kolektif – Suclu Oykuler

Selim’in cesedi iki gecedir çiçeklerin arasında yatıyordu. Sırtüstü düşmüştü, çiçeklerin saplarını kesmek için kullandığı bıçak, kalbine saplanmıştı. Cumartesi gecesi öldürüldüğünü düşünüyorduk. Katil onu öldürdükten sonra kapıyı çekip çıkmış olmalıydı. Araya tatil girince, çiçekçi bir gün kapalı kalmış, cesedi bu sabah dükkânı açmaya gelen çırak bulmuştu. Olay mahallini incelerken, arkada bir patırtı koptu. Orta yaşlı bir adam: “Sonunda kıydılar oğluma,” diye saçını başını yoluyordu. Selim’in babası olmalıydı. Adamı içeri sokmamaya çalışan memurlara onu rahat bırakmalarını söyledim. Adamcağız içeri girer girmez oğlunun ölüsünün üzerine kapanarak ağlamaya başladı. Yatışması için bir sigara yakıp verdim. Hiç düşünmeden aldı adam. Birkaç soluk çektikten sonra: “Oğluna kim kıydı?” diye sordum. Yaşlı gözleri öfkeyle parıldadı. “Kim olacak, Tatlıcı Remzi ile Kulüpçü Arif.


” “Neden öldürsünler oğlunu?” “Bu dükkân belediyenin. Tatlıcı Remzi’nin de bu dükkânda gözü var. Kiracı olarak girecek, ölene kadar burada kalacak. Ama önce bizi çıkarması lazım. Para teklif etti, kabul etmeyince, beni tehdit etti, kaç kere oğlumun yolunu kesti. Sonunda Kulüpçü Arif’le birlik olup öldürdüler yavrumu.” “Kulüpçü Arif’in ne ilgisi var bu işle?” Islak gözleri bir an, yerde yatan oğluna kaydı: “Bu Arif denen it, benim oğlanı kumara alıştırmış. Bizimki de saf, kolay para kazanacağım diye başlamış oynamaya. Önce biraz kazandırmışlar, sonra da hileyle borçlandırmışlar çocuğu. Borcunu isteyip duruyordu Arif. Tatlıcı Remzi’yle aralarından su sızmaz. Arif bir ara oğluma eğer dükkândan çıkarsan borçlarını silerim bile dediydi. Bizi dükkândan çıkaramayınca, birlikte tezgâh düzenleyip kıydılar oğluma.” Tatlıcı dükkânı, genelevin arka sokağında yer alıyordu. Remzi kel kafalı, pos bıyıklı, iri yarı bir adamdı.

“Çiçekçi Selim’i tanır mısın?” diye sordum. Remzi’nin bir mercimek tanesinden biraz daha irice olan gözbebekleri tedirginlikle kıpırdandı. “Tanırım tanımasına da, benim o çocuğun öldürülmesiyle hiçbir alakam yok.” “Sana alakan var diye soran oldu mu?” dedi yardımcım Ali. “Ama madem konuyu açtın söyle bakalım, cumartesi gecesi neredeydin?” “Gözünüzü seveyim amirim,” diye kekeledi Remzi, “inanın benim bu işle ilgim yoktur.” “Bırak sızlanmayı da cevap ver,” diye gürledi Ali, “cumartesi gecesi neredeydin?” Remzi yutkunarak hatırlamaya çalıştı. “Cumartesi… Cumartesi… Tamam hatırladım. Cumartesi Kıvırcık Bedriye’nin yanındaydım.” “Kıvırcık Bedriye de kim?” Gözlerinde yılışık bir ifade belirdi. “Kıvırcık Bedriye, benim dostum. Onun yanındaydım, inanmazsanız sorun. Aşağıda çalışır.” Aşağısı dediği yer genelevdi. “Peki,” dedim, “Kulüpçü Arif’i tanır mısın?” “Tanırım, ara sıra kulübüne giderim.” “Arif’le birlikte bu Selim’e düşmanlık güdermişsiniz.

Onu tehdit etmişsiniz, seni öldürürüz demişsiniz.” “Zinhar yalan. Bu Selim gevşek oğlan. Kumar oynar, borcunu vermez. Söz verir, sözünde durmaz. Ayıptır söylemesi, dükkânı bana devretmesi için zar attık, kaybetti. Ama dükkânı devretmedi. Ariften dünya kadar borç para aldı, kuruş ödemedi.” “Kumar oynamanın suç olduğunu bilmiyor musun?” diye azarladı Ali. Yalaka bir gülümseme yayıldı Remzi’nin ince dudaklarına, “Yanlış anlamayın amirim,” diye mırıldandı. “Kumar dediysem öyle büyük bir şey değil, kendi aramızda küçük bir oyun.” Parmak izinin alınması, ifadesinin zapta geçirilmesi için Remzi’yi merkeze gönderdikten sonra Ali’yi Kulüpçü Arif’in yerine yollayıp ben de genelevin yolunu tuttum. Kapıdaki bekçiye kimliğimi gösterip Kıvırcık Bedriye’nin evini sordum. Sokağın başındaymış. İlk deneyimini yaşamaya gelmiş, yüzü sivilceli liseli çocuklardan, müzmin bekârlara, karısı cinsel ilişkiden soğumuş geçkin amcalara, paraları olmadığı için göz banyosuyla yetinen baldırı çıplaklara kadar her yaştan erkeğin şehvetle kıpırdandığı kalabalığın içine daldım.

Kıvırcık Bedriye’nin çalıştığı evin kapısının önü de, ötekiler gibi hıncahınç doluydu. Cam kapıdan bakınca, küçük salonda, ete susamış müşterilerine davetkâr bakışlar atan, bununla da yetinmeyip, yüzlerine seksi bir ifade verip göğüslerini bacaklarını teşhir eden yarı çıplak hayat kadınları gözüme çarptı. Hayli geçkin bir patroniçe: “Hadi beyler, bu kadar bakmak yeter. Şimdi icraat zamanı,” diye müşterilerini yüreklendirmeye çalışıyordu. Kalabalığı yarıp, içeri girdiğimde, kırklı yaşlarını geride bırakmış, yüzü aşırı makyajlı, üzerinde yalnızca siyah bir külot olan kadın: “İşte benim erkeğim,” diyerek yaklaştı. “Gel kocacığım, odamıza çıkalım.” “Kusura bakma, ama ben Kıvırcık Bedriye’yi arıyorum,” dedim. Yüzü kıskançlıkla çarpıldı. “Kıvırcık Bedriye bugün çalışmıyor. Sen Parlak Celile’ye gel, pişman olmazsın.” “Bana Kıvırcık lazım.” “Ne laf anlamaz adamsın yahu, anlamıyor musun ayol, kadın aybaşılı, işini biz görelim.” Baktım olacak gibi değil, kendimi tanıttım. Polis olduğumu öğrenince kadının rengi attı. Anında geri çekildi.

“Buyrun başkomiserim,” dedi patroniçe, saygılı bir tavırla. “Ne için aramıştınız Kıvırcık’ı?” “Bir iki sorum var,” diye kestirip attım. Laubali olmayacağımı anlayan patroniçe, az önce beni tavlamaya çalışan kadına dönerek: “Başkomiseri Kıvırcık’ın odasına götür Celile,” dedi. Parlak Celile’nin bu görevi istemediği her halinden belli oluyordu, ama karşı çıkmadı. “Buyrun,” diyerek önüme düştü. Dar merdivenlerden ikinci kata çıktık. Koridorun sonundaki odadaydı Kıvırcık Bedriye. Parlak Celile’den en az on yaş daha gençti, daha alımlıydı, bedeni daha diriydi. Kapıyı açıp karşısında benimle Parlak Celile’yi görünce: “Bugün çalışmadığımı bilmiyor musun?” diye çıkıştı meslektaşına. Genç olmanın, alımlı olmanın, kendisine meslektaşını azarlama hakkı verdiğini düşünüyor olmalıydı, ama Celile hiç altta kalacak bir kadına benzemiyordu. “Biliyoruz,” dedi, küstah bir bakışla meslektaşını süzerek, “bu müşteri değil, komiser, sana bir şey soracakmış.” Bedriye’nin gözlerindeki küçümseyen ifade kırılır gibi oldu bıraktı, ama meydan okumaktan vazgeçmedi. “Ne soracaksın bana?” “Tatlıcı Remzi cumartesi gecesi senin yanında mıydı?” “Niye soruyorsun?” “Niyesini boş ver de, sen sorumu yanıtla.” “Yanıtlamazsam ne olacak?” “Seni içeri atarım.” Sesim o kadar doğal, o kadar kararlıydı ki.

Kıvırcık Bedriye tırstı. “Tamam,” dedi, “cumartesi gecesi Remzi benim yanımdaydı. Suç mu?” “Suç değil. Ne zamana kadar kaldı yanında Remzi?” “Sabaha kadar,” dedi. Sonra Parlak Celile’ye nispet yaparcasına arsız, şen bir sesle ekledi. “Boğa gibi güçlü adam, doymak bilmiyor.” Parlak Celile sesini çıkarmadı, sadece ya sabır gibilerden başını sallamakla yetindi. “Bak Kıvırcık,” dedim, “yalan söylüyorsan başın büyük belaya girer.” “Niye yalan söyleyeyim ayol? Hem niye başım belaya girsin, adam mı öldürdük sanki?” “Belki sen öldürmedin, ama biri yaptı.” İnanmıyormuş gibi süzdü beni. Yüzümdeki ifadeden ciddi olduğumu anlayınca, “Sahi mi?” dedi. İlk kez korkuyla çıkıyordu sesi. “Kimmiş o öldürülen?” “Çiçekçi Selim.” “Çiçekçi Selim mi?” Durdu, Celile’ye döndü. “Kız bu seninki değil mi? Yazık olmuş çocuğa.

” Ben merakla Celile’ye baktım. Kendisine baktığımı gören kadın: “Nereden benimki oluyormuş,” diye tersledi Celile arkadaşını, “abuk sabuk konuşma orospu.” Orospu lafına hiç alınmamıştı Bedriye: “Niye kız,” dedi sakin bir tavırla, “haftanın yedi günü çiçek göndermiyor muydu oğlan sana?” “Saçmalama, komiser de dostum sanacak.” “Neymiş bu çiçek meselesi?” diye sordum, daha fazla dayanamayarak. “Hiiç komserim,” dedi Parlak Celile, sonra göz kırparak ekledi. “Övünmek gibi olmasın, ama tutkunum çoktur. Her gün çiçek yollar dururlar. Çiçekler de Selim’in oradan gelirdi. Onu söylüyor, bu karı.” Bedriye laf yetiştirmekte gecikmedi. “Çiçeklerin Selim’in oradan geldiği doğru, ama onları tutkunları mı yolluyor, yoksa başkası mı orasını Allah bilir.” “Bakma sen bunun konuşmasına amirim,” dedi Parlak Celile, “ona çiçek gelmiyor ya, beni kıskanıyor.” Kadınların çekişmesine karışmadım, üstüme vazife değildi. Tatlıcının verdiği ifadenin doğru olduğu kanıtlandığına göre artık buradan ayrılabilirdim. Genelevden çıkınca merkeze döndüm.

Cinayet mahallinde bulunanlar çoktan laboratuvara gönderilmiş, çalışmalar başlamıştı. İlk sonuç, bıçağın üzerindeki parmak iziyle Tatlıcı Remzi’ninkilerin uyuşmadığıydı. Yine de yardımcım dönmeden bıraktırmadım adamı. Ali de çok gecikmedi zaten. “Kulüpçü Arif aşağıda amirim,” dedi. “Cumartesi gecesi evde olduğunu söyledi. Ama gören kimse yok. Durumunu kuşkulu bulup getirdim.” “İyi yapmışsın, bir de ben konuşayım şu herifle.” Ali’yle birlikte sorgu odasına indik. Kulüpçü Arif, Tatlıcı Remzi’nin tersine ufak tefekti, gür, kızıl saçları vardı. Sorgu odasındaki masada tek başına oturmuş, başına gelecekleri bekliyordu. Ne korku vardı yüzünde, ne de tedirginlik. İskemlede oturuşundan, elini masaya dayayışına kadar her hareketinde kendine güven seziliyordu. Bu yüzden içeri girer girmez buz gibi, buyurgan bir sesle: “Elini masanın üzerinden indir,” dedim.

Anında yaptı söylediğimi, ama pek etkilenmişe benzemiyordu. Arkasına geçtim, başını çevirmeye çalıştı. “Sakın kıpırdama,” diye bağırdım. Öylece kaldı. Fazla düşünmesine fırsat vermeden soruyu yapıştırdım. “Neden öldürdün Selim’i?” Omuzları titredi, başarmıştım, onu korkutmuş, kendine güvenini sarsmıştım. “Ne öldürmesi, ne Selim’i abi?” “Bırak maval okumayı,” diyerek kestim sözünü. Bunları söylerken karşısına geçmiştim. “Tatlıcı Remzi her şeyi anlattı. Selim’in sana borcu varmış, oğlan parayı vermeyince…” Suratı allak bullak oldu. “Yalan abi, ben cinayet işine bulaşmam. Remzi yaptıysa bilmem, ama Allah Kur’an çarpsın ben kimseyi öldürmedim.” “Peki bu borç hikâyesi ne?” diye yardımcım Ali de katıldı sorguya. “Borç dediğiniz 300-400 milyon bir para. Bunun için insan öldürülür mü? Hem Selim’le anlaşmıştık.

Kerhanedeki bir karıdan alacağı varmış. Bu hafta ödeyecekti borcunu.” “Belki de,” diyerek bana döndü Ali. Yüzüne iyi polisi oynadığı zamanlardaki sevecen ifadeyi takınmıştı. “Selim’i Remzi öldürmüştür amirim. Suçu da Arif’in üzerine atmaya çalışıyor.” Arif umutla bir Ali’ye baktı bir de bana. “Kimsenin günahını almayayım, ama Remzi o dükkânı çok istiyordu,” diye mırıldandı. Paçayı kurtarmak için anında satmıştı arkadaşını. Ali, zanlının omuzlarını tutarak, gözlerinin içine baktı. “Belki seni bu işten kurtarırız,” dedi, “ama bize kanıt lazım. Sen Remzi’nin ağzından, Selim’i öldürürüm filan gibilerinden bir şey duydun mu?” İyice yumuşadı, tam itiraf kıvamına geldi Arif. “Yok duymadım… ama…” “Ama…” “Selim’i dükkândan çıkaramayınca her yola başvurmuştu Remzi. Hattâ bir ara dükkânın altından tehdit mektupları atmıştı. Selim o mektupları sakladığını söylemişti bana.

Belki onları bulursanız… Ama nasıl ispat edeceksiniz Remzi’nin yazdığını?” “Orası kolay,” diyerek toparlandık, “yeter ki Selim mektupları atmamış olsun.” Çiçekçi dükkânına döndüğümüzde ceset çoktan kaldırılmıştı. Selim’in üzüntülü babası ortalığı toparlamaya çalışıyordu. Derdimizi anlatınca bize yardımcı oldu. Masanın çekmecelerine, arkadaki küçük kasaya baktık, müşteri hesap defterinden başka bir şey bulamadık. Arif’in söylediği mektuplardan eser yoktu. Belki katil onları da yanında götürmüştü. Masada oturmuş defteri karıştırırken, sayfalardan birinin üstünde Parlak Celile adını okudum. Kadın 400 milyon kadar borçlu görünüyordu. Ne borcuymuş bu, diye merakla bakınca, kadına her gün çiçek gittiğini gördüm. Kafam karışmıştı. Kıvırcık Bedriye’nin “Çiçekleri ona tutkunları mı yolluyor, yoksa başkası mı, orasını Allah bilir,” sözleri kulaklarımda yankılandı. Kadın her gün kendi kendine çiçek yollatmıştı. O anda, Celile’nin polis olduğumu duyunca nasıl paniklediğini de hatırladım. “Hadi, geneleve gidiyoruz,” dedim Ali’ye.

Zavallı yardımcım ne demek istediğimi anlamamış tuhaf tuhaf yüzüme baktı, ama beni izlemekten de geri durmadı. Salonda meslektaşlarının yanında bulduk Parlak Celile’yi. Beni yeniden karşısında görünce rengi atar gibi oldu ama kendini çabuk toparladı. “Yine Kıvırcık Bedriye’yi mi göreceksin?” diye sordu. “Hayır,” dedim, “bu defa işim seninle.” Koyu rimelli gözleri korkuyla büyüdü. “Üzerine bir şeyler giyin de konuşalım.” “Giyinmeme gerek yok,” dedi, “bu benim iş kıyafetim. Ne soracaksan sor.” “Daha rahat bir yer yok mu? Bu kadar insanın arasında mı konuşacağız?” “Burada da konuşabiliriz,” diye diklendi. “Ama,” dedim yaklaşarak, “arkadaşlarının çiçekleri kimin yolladığını bilmelerini istemezsin.” Küfreder gibi baktı yüzüme. “Tamam, gelin yukarı çıkalım.” Celile’nin müşteri kabul ettiği odaya girer girmez, “Seni Selim’i öldürmekten tutukluyoruz,” dedim. İnkâra kalkışacaktı ki: “Boş yere yalan söyleme,” diye susturdum onu.

“Bıçağın üzerinde parmak izlerini bulduk.” Oyunum tutmuştu. Karşı çıkmadı, parmak izim sizde yok, nasıl karşılaştırdınız diye sormadı. Sadece, kollarını pörsümeye yüz tutmuş memelerinin üzerinde kavuşturarak, yüzüme baktı. Öfkeyle, kinle değil, kendinden emin bir ifade vardı bakışlarında. Bu ezilmiş, horlanmış, hayat kadının gözlerindeki güç beni ürküttü. O sormadan, neden tutukladığımızı açıklama gereği duydum. “Onu 400 milyon için öldürdün. Çiçekler yüzünden borçlanmıştın, ama ödeyemiyordun.” Acı acı güldü. “Onu para için öldürmedim,” dedi, “Para için adam öldürmem ben. Bedenimi satarım, ama para için cana kıymam. Selim onurumla oynamaya kalktı. Borcumu iki katına çıkarıp ‘Ödemezsen çiçekleri kendine gönderdiğini bütün kerhaneye yayarım,’ dedi. Cumartesi gecesi onunla konuşmaya gittim.

‘Yapma,’ dedim, ‘artık yaşlandım, müşterim eskisi gibi çok değil, bana zaman ver, istediğin parayı ödeyeceğim.’ Onun da borcu varmış. Başkasından bulmalıymışım, olmazsa bankadan kredi çekmeliymişim. ‘Yapamam,’ dedim. Dinlemedi. ‘Bana orospuluk yapma,’ dedi. ‘Seni bütün arkadaşlarına rezil ederim,’ dedi. Ben de masanın üzerindeki bıçağı kaptığım gibi sapladım kalbine.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir