L. S. Vygotsky – Düşünce ve Dil

Bu kitapta psikolojideki en karmaşık sorunlardan biri olan düşünce ile dil arasındaki karşılıklı ilişki incelenmektedir. Bildiğimiz kadarıyla, bu sorun şimdiye kadar deneysel olarak sistemli bir biçimde hiç incelenmemiştir. Biz, sorunun bütününün çeşitli ve farklı yönlerini deney· sel olarak incelemekle, bu görevin yerine getirilmesi için en azından bir ilk girişimde bulunmuş olduk. Elde ettiğimiz sonuçlar, çözümlemelerimizin üstüne kurulu olduğu verilerin bir bölümünü oluşturmaktadır. Kuramsal ve eleştirel tartışmalar, bu incelemenin deneysel bölümü için gerekli bir önkoşul oluşturup, deneysel yönü tamamlamakta ve kitabımızın büyük bir bölümünü kaplamaktadır. Olguları saptamak amacıyla yaptığımız deneylerin hareket noktası olarak aldığımız varsayımların, düşünce ve dilin türeyişsel köklerine ilişkin genel bir kurama dayandırılmaları gerekmekteydi. Böyle bir kuramsal çerçeveyi geliştirebilmek için, psikoloji yazınındaki ilgili verileri gözden geçirip, özenle çözümledik. Bunun yanısıra, düşünce ve dil konusundaki önde gelen kuramları, bunların yetersizliklerinin üstesinden gelme ve kendi izleyeceğimiz kuramsal yolu belirlerken bunların içine düştükleri yanılgılardan kaçınma umuduyla, eleştirel bir çözümlemeye tabi tuttuk. 13 Çözümlememiz, kaçınılmaz olarak, dilbilim ve eğitim psikolojisi gibi yakın alanlara da taştı. Çccuklukta bilimsel kavramların gelişmesini ele alırken, eğitim süreci ile zihinı:el gelişme arasındaki ilişki hakkında başka bir yerde ve başka verileri kullanarak geliştirmiş olduğumuz bir varsayımdan yararlandık. · Kitap, ister istemez karmaşık ve çok yönlü bir yapıya sahiptir; ancak bölümlerin tümü, tek bir merkezi göreve, düşünce ile söylenen söz arasındaki ilişkinin türeyişsel bir çözümlemesine yöneliktir. 1. Bölümde, sorun ortaya konup, yöntem ele alınmaktadır. 2. ve 3.


Bölümlerde, dil ve düşüncenin gelişmesi konusundaki en etkili iki kuramın, Piaget’nin ve Stern’in kuramlarının eleştirel bir· çözümlemesi yapılmaktadır. 4. Bölümde, düşünce ve dilin türeyişsel köklerinin ortaya çıkarılmasına çalışılmakta ve bu bölüm, kitabın ana bölümlerine, yani kendisini izleyen iki bölümde betimlenen deneysel araştırmalara kuramsal bir giriş görevini görmektedir. Bu deneysel incelemelerden ilki (5. Bölüm), çocuklukta sözcük anlamlarının genel gelişme süreci ile ilgilidir; ikincisi (6. Bölüm) ise, çocukta «bilimsel» ve kendiliğinden kavramların gelişmesinin karşılaştırmalı olarak incelenmesidir. Son bölümde, araştırmalarımızın sonuçları birleştirilmeye ve verilerimizin ışığında görüldüğü biçimiyle, sözlü düşünce sürecinin bütünü ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Çalışmamızın ortaya çıkardığı ve yeni olduğunu, dolayısıyla da özenli bir biçimde daha irdelenmeleri gerektiğini düşündüğümüz noktaları kısaca sıralamak yararlı olabilir. Soruna getirmiş olduğumuz değişik formülasyon ve kısmen yeni olan yöntemimiz dışında, diğer katkılarımız şöyle özetlenebilir: 1) Sözcük anlamlannın çocukluk.! ta evrim geçirdiğine ilişkin deneysel kanıtların sağlanması ve bu evrimdeki temel aşamaların belirlenmesi. 2) Çocuğun kendiliğinden kavramlarıyla karşılaştırıldığında, «bilimsel» kavramlarının izledikleri kendine özgü gelişme çizgisinin ortaya çıkarılması ve bu gelişmeyi yöneten yasaların formüle edilmesi. 3) Yazılı konuşmanın düşün-1 14 meyle olan ilişkisi içinde ele alınıp, özgül psikolojik doğasının ve dilbilimsel işlevinin gösterilmesi. 4) Deneyler yofüyla, içinden konuşmanın doğasının ve düşünceyle olan ilişkisinin açıklığa kavuşturulması. Bulgularımızın değerlendirilmesi ve bunlara getirdiğimiz yorumlar, aslında ya· zarın pek uzmanlık alanı içinde sayılamayacağından, bunların okuyucuya ve eleştirmenlere bırakılması daha uygun olur. Yaıar ve çalışma arkadaşları, dil ve düşünce alanını on yıldan beri araştırmaktadırlar; bu süreç içinde, başlangıçta yaptıkları varsayımlardan bazılannı yeniden gözden geçirmişler, l:>azılarından da yanlış oldukları ortaya çıktığı için bütünüyle vazgeçmişlerdir.

Ancak araştırmamızın temel doğrultusu, en baştan itibaren belirlediğimiz yönde olmuştur. Yeni bir yönde atılmış bir ilk adımdan başka bir şey olmayan bu incelemede, kaçınılmaz olarak bazı eksikliklerin bulunduğunun bütünüyle bilincindeyiz. Yine de, düşünce ve dil sorununu, insan psikolojisinin odak noktasını oluşturan sorun olarak açıklığa kavuşturmakla, bu yönde önemli sayılması gereken bir ilerlemeye katkıda bulunduğumuz kanısındayız. Bulgularımız, kitabın sonunda da bir parça değindiğimiz gibi, yeni bir bilinç kuramının yolunu göstermektedir. 15 SORUN VE YAKLAŞIM Düşünce ve dil incelemesi, psikolojide işlevlerarası bağıntıların açık biçimde kavranma&ının özel b;_r önem taşıdığı alanlar arasındadır. Düşünce ve sözcük arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlamadığımız sürece, bu alandaki daha özgül sanıları yanıtlamak bir yana, doğru düzgün ortaya koymak bile olanaksız olacaktır. Garip gibi gözükse de, bu ilişki psikolojide şimdiye kadar sistemli ve ayrıntılı biçimde hiç incelenmemiştir. Genel olarak işlevlerarası ilişkilere gereken ilgi henüz gösterilmiş değildir. Son on yıl boyunca yaygın olan atomcu ve işlevci çözümleme tarzlarında, ruhsal süreçler yalıtılmış biçimde ele alınmaktaydı. Ayrı ayrı işlevleri inceleme amacıyla araştırma yöntemleri geliştirilip yetkinleştirilirken, bunların karşılıklı bağımlılığı ve bir bütün olarak bilincin yapısında nasıl bir düzen içinde yer aldıkları araştırma konusu ya-· pılmadı. Gerçi bilincin birliği ve psikolojik işlevlerin karşılıklı ilişkileri herkes tarafından kabul edilmekte, tek tek işlevlerin birbirlerinden ayrılamaz biçimde ve birbirleriyle kesintisiz bağlantı içinde gerçekleştirildikleri varsayılmaktaydı. Ama tartışma konusu dahi yapılamayacak olan bu birlik öncülü, eski psikolojide açıkça ifade edilmeyen 17 öyle varsayımlarla birlikte ele alınıyordu ki, pratikte bütün geçerliğini yitiriyordu. İki işlev arasındaki ilişkinin hiçbir zaman değişmediği kabul ediliyordu: Örneğin, dikkat ile algı, algı ile bellek, bellek ile düşünce arasındaki bağlantılar hep özdeş biçimde ele alınıyordu. Değişmez etkenler olarak bu ilişkiler, işin dışında tutulabilir ve ayrı ayrı işlevlerin incelenmesinde gözardı edilebilirdi. Nitekim öyle yapılmakta ve bu ilişkilerin sonuçta hiçbir etkisi olmadığı için, bilincin gelişmesi, tek tek işlevlerin özerk gelişmesi tarafından belirleniyormuş gibi ele alınmaktaydı.

Ancak ruhsal gelişme hakkındaki bütün bilgiler, bu gelişmenin özünün tam da bilincin işlevlerarası yapısındaki değişmede yattığına işaret etmektedir. Psikolojinin, genel olarak bütün işlevlerin karşılıklı ilişkisi varsayımıyla yetinmek yerine, bu ilişkileri ve bunların gelişme içindeki değişmelerini temel sorun ve incelemenin odak noktası olarak ele alması gerekir. Dil ve düşünce konusunda üretken bir araştırma yapılacaksa, yaklaşımda böyle bir değişiklik yapmak zorunludur. Düşünce ve dil konusunda daha önce yapılmış araştırmaların sonuçlarına göz atılacak olursa, ilk çağlardan günümüze kadar ileri sürülmüş bütün kuramların, bir yanda düşünce ve konuşmanın özdeş tutulması ya da eritilerek birleştirilmesi ile öte yanda bunların aynı derecede mutlak ve hemen hemen metafizik biçimde birbirinden kopartılması ve ayn tutulması gibi iki uç arasında yer aldığı görülecektir. İster bu uç noktalardan birini saf bi-. çimde dile getirsin, isterse bunların bileşiminden oluşan, yani iki kutbu birleştiren eksen üstündeki ara bir tutumu. benimsesin, düşünce ve dil hakkındaki bütün bu kuramlar, bu uçların belirlediği sınırlar içinde kalmaktadır. Düşünce ve konuşmanın özdeşliği fikrini, psikolojik dilbilimin düşüncenin «konuşma eksi ses» olduğu biçimindeki kurgusunda da, düşünceyi devimsel bölümünde engelleyen bir tepke (reflex) olarak ele alan çağdaş Amerikan psikolog ve tepkebilimcilerinin kuramlarında da gözleyebiliriz. Bu kuramların hepsinde düşünce ile konuşma arasındaki ilişki sorusu anlamını yitirmektedir. Eğer· bun-. 18 lar aynı şeyse, aralarındaki bir ilişkiden söz edilemez. Düşünce ile konuşmayı özdeş tutmak, sorunu görmezden gelmek demektir. Karşıt görüşü benimseyenlerin durumu ilk bakışta daha iyi gibi gözükmektedir. Bunlar, konuşmayı düşüncenin dışa vuruluş biçiminden, yani sadece bir giysiden ibaret görüp, (Wuerzburg okulunun yaptığı gibi) düşünceyi sözcükler de dahil bütün duyumsal bileşenlerindun arındırmaya çalışarak, bu iki işlev arasındaki ilişki sorununu yalnızca ortaya koymakla kalmamakta, aynı zamanda bu soruna kendilerince bir çözüm getirme girişiminde de bulunmaktadırlar. Ama aslında sorunu ortaya koyuş biçimleri, gerçek bir çözüm getirmelerini olanaksız kılmaktadır.

Düşünce ve konuşmayı bağımsız ve «Saf» şeyler gibi ele aldıkları ve bunları ayn ayrı inceledikleri için, sonuçta bunların arasındaki ilişkiyi de zorunlu olarak iki ayrı süreç arasındaki mekanik bir dış bağlantıdan ibaret görmektedirler. Sözlü düşüncenin temelden farklı iki öğeye ayrıştırılması, dil ve düşünce arasındaki içsel ilişkileri incelemeyi tamamen olanaks, ız hale getirmektedir. Dolayısıyla hata, daha önceki araştırmacıların benimsedikleri çözümleme yöntemerindedir. Düşünce ve dil arasındaki ilişki sorununun üstesinden gelebilmek için1 her şeyden önce kendimize çözümü sağlama olasılığı en yüksek çözümleme yönteminin ne olduğu sorusunu sorma}ıyız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir