Lev Nikolayevic Tolstoy – Savas ve Baris

Benim için gitgide anlaşılır hale gelen ve kararlı bir şekilde açık ve kesin imgelerle kâğıda dökülen 1812 yılının tarihini yazmaya defalarca başladım ve defalarca yarım bıraktım. Bazen başlarken kullandığım yöntem bana önemsiz görünüyordu, bazen o dönemle ilgili bildiğim ve hissettiğim her şeyi yüceltmek istiyor ve bunun olamayacağını biliyordum, bazen romanın edebi araçları bu yüce, derin ve çok yönlü içeriğe uygun değilmiş gibi geliyordu, bazen de içimde beliren imgeleri, resimleri, düşünceleri birbirine bağlamak olanaksız geliyordu; o zaman tam tersini yapıyor, söylemek istediğim ve söylemem gerekenlerin hepsinin dile getirilme olanağından umudu keserek, çalışmayı bir kenara bırakıyordum. Ama zaman ve güçlerim anbean ilerledi ve ben kimsenin hiçbir zaman benim söyleyebileceklerimi söylemeyeceğini anladım, ama bunun nedeni benim söyleyeceklerimin insanlık için çok önemli olması değil, yaşamın bilinen yönlerini, başkaları için önemsiz olan yönlerini sadece benim, kendi gelişmem ve karakterim (her kişiliğe özgü özellikler) nedeniyle, önemli sayıyor olmamdı. Beni en çok hem biçim, hem içerik açısından efsaneler ürkütüyordu. Herkesin yazdığı dille yazmamaktan korkuyordum, yazdıklarımın herhangi bir biçime girmeyeceğinden, ne roman ne kısa roman, ne poem (şiirsel metin, destan) ne tarih olmayacağından korkuyordum, 1812 yılının önemli kişilerini tasvir etme zorunluluğunun beni gerçeğin değil, tarihsel belgelerin idaresine sokacağından korkuyordum ve bütün bu korkularla zaman ilerliyor, çalışmamsa olduğu yerde duruyordu, ben de ondan uzaklaşmaya başlıyordum. Şimdi, uzun zaman acı çektikten sonra, bütün bu korkulardan uzaklaşmaya ve bütün bunlardan ne çıkacağından kaygılanmadan ne söylemem gerekiyorsa onu yazmaya ve eserimi herhangi bir sınıfa sokmamaya karar verdim. Bu eserin girişini yayımlarken, ne ona devam etmeye ne de onu tamamlamaya söz veriyorum. Biz Ruslar, genel olarak bu tür eserlerin Avrupa’da anlaşıldığı anlamıyla roman yazamayız ve burada sunulan eser de bir kısa roman değil, onda herhangi tek bir düşünce izlenmiyor, hiçbir şey gösterilmiyor, herhangi tek bir olay anlatılmıyor; buna roman demek çok zor olur, anlatının ilgi çekiciliğini güçlendirmeyi sağlayan, sürekli ilgiyi diri tutan olay örgüsü ve mutlu ya da mutsuz bir final gerekir roman için. Burada (Rus Habercisi dergisinde) sunulan eserin ne olduğunu okura açıklamak için, onu nasıl yazmaya başladığımı anlatmayı gerekli görüyorum. 1856 yılında, belli bir yönü olan bir öykü yazmaya başladım; kahramanı, ailesiyle birlikte Rusya’ya dönen bir Aralıkçı olacaktı. İster istemez ilgimi şimdiki zamandan 1825 yılına, kahramanım için yanılgı ve mutsuzluk içeren bir döneme yönelttim ve bu girişten vazgeçtim. Ama 1825 yılında da kahramanım yetişkin, aile sahibi biriydi. Onu anlamak için onun gençliğine gitmem gerekiyordu ve onun gençliği Rusya için şanlı bir dönem olan 1812 yılına denk düşüyordu. Bir kez daha yazdığım girişten vazgeçtim, sonra da kokusunu ve sesini duyduğumuz ve sevdiğimiz, ama artık sakin bir şekilde düşünebileceğimiz kadar bizden uzaklaşmış olan 1812 yılından başlayarak yazmaya başladım. Ama girişi yazmayı üçüncü kez bıraktım, fakat bu kez kahramanımın ilkgençliğini yazmayı gerekli gördüğüm için bırakmamıştım, tam tersine: Bu yüce dönemin yarı tarihsel, yarı yüksek sosyeteden, yarı uydurma olan yüksek karakterli kişileri arasında, benim kahramanımın kişiliği arka plana itilmişti, ön plandaysa, o dönemin, benim için aynı derecede ilgi çekici olan, genç ve yaşlı insanları, erkek ve kadınları vardı.


Üçüncü kez, okurların büyük çoğunluğuna tuhaf geleceğini tahmin ettiğim ama benim değer verdiğim düşünceleri anlayacaklarını umduğum bir şekilde, en başa döndüm: Bunu çekingenliğe benzeyen ve tek kelimeyle tanımlayamayacağım bir duyguyla yaptım. Başarısızlıklarımızdan ve felaketlerimizden bahsetmeden, Bonaparte Fransa’sıyla yaptığımız savaştaki başarımızı yazmak vicdanımı rahatsız ediyordu. 1812 yılının yurtsever eserlerini okurken kim o gizli, ama tatsız çekingenlik ve hayret duygusunu duymamıştır ki? Eğer zaferimizin nedeni bir rastlantı değilse, Rus halkı ve ordusunun karakterinin özünde yatıyorsa, bu karakterin başarısızlık ve yıkım döneminde çok daha parlak bir şekilde anlatılması gerekiyordu. Böylece, 1856 yılından 1805 yılına geçtikten sonra, kadın ve erkek kahramanlarımın sadece bir tanesini değil, birçoğunu 1805, 1807, 1812, 1825 ve 1856 yılının tarihsel olayları boyunca izlemeye karar verdim. Bu kişilerin ilişkilerinin sonuçlarını bu dönemlerden herhangi birinde görmüyorum. Başlangıçta birçok romantik olay örgüsü ve final uydurmaya çalıştım, ama bunun benim yöntemim olmadığını anladım ve bu kişileri kendi alışkanlığım ve gücüm çerçevesinde anlatmaya karar verdim… Sadece eserin her bölümünün birbirinden bağımsız bir konuya sahip olması için çabaladım. Herhalde birçok kişinin yapacağı bir yorumu haklı çıkarmak için birkaç şey daha söyleyeyim. Eserimde sadece prensler, Fransızca konuşan ve yazan kontlar vb. yer alıyor, sanki o dönemin Rus hayatı bu insanlarda yoğunlaşmış gibi. Bunun inandırıcı ve liberal olmaktan uzak olduğunu biliyorum ve buna karşı tek, ama karşı çıkılmaz bir yanıt vereceğim. Memurların, tüccarların, üniversitelilerin ve mujiklerin yaşamı benim için ilgi çekici değil ve yarı yarıya da anlaşılmaz bir yaşam, ama o dönemin aristokratlarının yaşamı, o dönemin anıtları ve başka nedenler sayesinde, benim anladığım, ilgimi çeken ve sevdiğim şeyler. Eserin bir kısmını isimsiz ve hangi türe ait olduğunu belirlemeden, yani ona ne poem ne roman ne kısa roman ne öykü demeden yayımlarken, bunun neden böyle olduğu ve burada yayımlananın bütünün hangi parçasını oluşturduğunu neden belirleyemediğim konusunda birkaç şey söylemeyi gerekli buluyorum. Burada sunduğum eser her şeyden çok romana ya da kısa romana benziyor, ama roman değil, çünkü ben uydurduğum kişilere belli sınırlar (yani anlatıya olan ilgiyi sona erdirecek olan düğün ya da ölüm gibi bir sınır) koyamadım ve koyamıyorum. İster istemez, bir kişinin ölümünün diğer kişilere olan ilgiyi canlandıracağını ve bir evliliğin birçok okura konunun finali değil, akışı gibi görüneceğini düşündüm. Eserimi kısa roman diye de adlandıramıyorum, çünkü kişilerimin eylemlerini sadece tek bir düşünceyi ya da bir dizi düşünceyi kanıtlamak ya da açıklamak amacıyla sınırlamıyorum ve sınırlayamam.

Bugün yayımlanan kısmın eserimin hangi kısmını oluşturduğunu belirleyemememin sebebi de, bütün eserin konusunun hangi ölçülere ulaşacağını öngöremiyor olmamdır. 1805 ile 1856 yılları arasındaki dönemdeki bazı kişilerin yaşamını ve ilişkilerini anlatmayı amaçlıyorum. Eğer sadece ve özellikle bu işle uğraşırsam ve eğer çalışmam en uygun koşullarda sürdürülebilirse, belli ölçüde amacımı gerçekleştirecek durumda olabileceğimi biliyorum. Ama onu istediğim gibi gerçekleştirirken, anlatımın hedefinin bu dönemin başarılarıyla sınırlı kalmayacağına inanıyorum ve buna çabalayacağım. Eğer eserimin bir hedefi varsa, bunun eserin her kısmında kesintiye uğramayıp süreceğini ve bu özelliği sayesinde roman adını almayacağını sanıyorum. Bu özellik sayesinde, bu eserin ayrı ayrı kısımlar halinde yayımlanabileceğini, bunun sonucunda konusunun dağılmayacağını ve okuru sonraki kısımları okumaya mecbur bırakmayacağını varsayıyorum. İlkini okumadan ikinci kısım okunamayacak, ama ilk kısmı okuduktan sonra, ikincisini okumamak mümkün olacak. Çeviri: Sabri Gürses Savaş ve Barış Adlı Kitap İçin Birkaç Söz (1868) Lev Tolstoy Beş yıl boyunca, uygun yaşam koşullarında, kesintisiz ve sıra dışı bir biçimde emek harcayarak hazırladığım bu eseri yayımlarken, bir önsözle eser hakkındaki görüşlerimi dile getirmek ve bu arada okurlarda uyandırabileceği şaşkınlığın önüne geçmek istiyorum. Okurların kitabımda benim istemediğim ya da dile getirmeyi başaramadığım bir şeyleri görüp aramamalarını, ilgilerini tam olarak benim dile getirmek istediğim, ama (eser çerçevesinde) üzerinde durmayı uygun bulmadığım şeylere yöneltmelerini istiyorum. Yapmaya niyetlendiğim şeyi tam olarak yapmaya ne zaman ne de yeteneğim izin verdi ve şimdi, özel bir derginin konukseverliğinden yararlanarak, eksik ve kısa bir şekilde de olsa, ilgilenebilecek olan okurlar için, yazarı olarak kendi eserim üzerine görüşlerimi açıklamak istiyorum. 1) Savaş ve Barış nedir? Bu bir roman değil, bir poem de, bir vakayiname de değil. Savaş ve Barış, yazarın tam da dile getirildiği biçimde dile getirmek istediği ve yapabildiği bir şey. Yazarın düzyazı edebiyatının yerleşik biçimleriyle ilgilenmediğini bu şekilde ilan etmesi, eğer tasarlanmış olsaydı ve eğer örnekleri olmasaydı, bir özgüven belirtisi olabilirdi. Ama Puşkin’den bu yana gelen Rus edebiyatı tarihinin Avrupa biçimlerinden bu tür bir sapmanın birçok örneğini sunması bir yana, hatta tersi yönde tek bir örnek bile sunmuyor. Rus edebiyatının Gogol’ün Ölü Canlar’ından Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar’ına dek uzanan yeni döneminde, sıradanlıktan birazcık olsun sıyrılan, roman, poem ya da uzun öykü biçimine tam olarak yerleşen tek bir düzyazı eseri yok.

2) Dönemin karakteri, eserin ilk kısmı yayımlandıktan sonra bazı okurların da bana söylemiş olduğu gibi, benim yapıtımda yeterince belirlenmiş değil. Bu siteme karşı şunları söyleyeceğim: Benim romanımda yer almayan dönem karakterinin nasıl olduğunu biliyorum: kölelik hukukunun felaketleri, kadınların duvarlar arasına hapsedilmesi, yetişkin oğulların kamçılanması, Saltıçiha 1 vb.; dönemin hayalimizde yaşayan bu karakterini doğru saymıyorum ve bu karakteri dile getirmek istemedim. Mektupları, günlükleri, hikâyeleri incelerken, bu kargaşanın bütün bu felaketleri, şimdi ya da başka zaman olduğundan daha fazlaymış gibi gelmedi bana. O zamanlar da yine seviyor, kıskanıyor, doğruyu, iyiliği arıyor, tutkulara kapılıyorlardı; karmaşık akıl ve ahlak yaşamı aynıydı, hatta bazen şimdikinden daha seçkin, yüksek düzeydeydi. Eğer bizim kafamızda o dönemin karakteri sorumsuz ve kaba güce dayanan bir karakter olarak kaldıysa, bunun nedeni hikâyelerden, yazılardan, kısa roman ve romanlardan bize sadece zorbalık ve kargaşa örneklerinin ulaşmış olmasıdır. O dönemin hâkim karakterinin kargaşa olduğu sonucuna varmak, bir dağın tepesinden ağaçların tepelerini gören birinin, baktığı yerde ağaçlardan başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarması kadar yanlış olacaktır. O dönemin de (her çağın olduğu gibi), sosyetenin büyük uzaklığından diğer katmanlara dek uzanan, hâkim felsefeden, eğitim özelliklerinden, Fransızca konuşma alışkanlıklarından vb. kaynaklanan bir karakteri var. Ben de elimden geldiğince bu karakteri dile getirmeye çalıştım. 3) Rusça bir eserde Fransızca’nın kullanılması. Neden eserimde sadece Ruslar değil, Fransızlar da bazen Rusça, bazen Fransızca konuşuyorlar? Rusça bir kitapta kişilerin Fransızca konuşup yazmasını kınamak, bir haritaya bakıp da onda gerçeklikte olmayan kara lekelere (gölgelere) dikkat çeken birinin yapacağı kınamaya benziyor. Ressam resme geçirdiği yüzdeki bir gölgenin gerçeklikte olmayan kara bir lekeyle temsil edilmesinden dolayı suçlanamaz; ama ressam bu gölgelerin yanlış ve kaba bir şekilde yerleştirilmesinden dolayı suçlanabilir. İçinde yaşadığımız yüzyılın başındaki bir dönemi ele almış, Rusların tanıdığı bir ortamdan kişileri, ayrıca dönemin yaşamına doğrudan katılan Napoléon’u, Fransızları tasvir ederken, ister istemez Fransız olan bu düşünce kaynağının ifade biçimine gerektiğinden çok daldım. Bu yüzden de, benim yerleştirdiğim gölgelerin, yanlış ve kaba da olabileceğini kabul ederek, Napoléon’un bir Rusça, bir Fransızca konuşmasını çok gülünç bulanların, bunu gülünç bulmalarının nedeninin, kendilerinin, bir portreye baktıkları halde, ışık ve gölgeleriyle bir yüzü görmek yerine, burnun altındaki kara lekeyi de görüyor olmaları olduğunu anlamalarını dilerim.

4) Karakterlerin isimleri: Bolkonski, Drubetskoy, Bilibin, Kuragin vd. ünlü Rus isimlerini andırıyorlar. Tarihsel olmayan karakterleri diğer tarihsel karakterlerle karşı karşıya getirirken, Kont Rastopçin’den Prens Pronski’yle, Strelski’yle ya da uydurma, kopya ya da aynı soyadı taşıyan başka herhangi bir prens ya da kontla birlikte bahsetmeye çalışmanın kulağa hoş gelmediğini hissettim. Bolkonski ya da Drubetskoy, aslında ne Volkonski ne de Trubetskoy olmasa da, Rus aristokrat çevresinde tanıdık ve doğal bir şeyler çağrıştırıyor. Benim açımdan kulağa sahte gelen bir şekilde, Bezuhov ve Rostov gibi her kişi için isim uyduramazdım ve bu güçlüğü aşmanın da, daha en baştan Rus kulağına en tanıdık gelen soyadlarını alıp birkaç harflerini değiştirmekten başka bir yolu yoktu. Eğer uydurma isimlerin gerçek isimlerle benzerliği herhangi birine şu ya da bu gerçek kişiyi tasvir etmek istediğim düşüncesini verseydi, çok üzülürdüm; özellikle de gerçekten var olan ya da var olmuş kişilerin anlatılmasını içeren o edebi uğraşın benim yaptığımla yakından uzaktan ilgisi olmaması nedeniyle. M.D. Ahrosimova ve Denisov – istemeden ve aceleyle, o zamanın sosyetesinin iki çok karakteristik ve sevilen kişisine çok benzeyen isimler verdiğim kişiler bunlar. Bu da benim bu iki kişinin özel karakterinden dolayı yaptığım bir hata oldu, ama bu açıdan hatam da bu iki kişinin tek bir yönüyle sınırlı kaldı; okurlar, herhalde, bu kişilerin başından gerçeğe benzer bir şey geçmediğini kabul edecektir. Geri kalan kişiler kesinlikle uydurmadır ve hatta hikâyeler ve gerçeklik de benim için belli ilkörneklere sahip değildir. 5) Tarihsel olayların tarihçilerin anlattığı şekilde tasvir edilmesini kabul etmemem. Bu rastlantı değildi, kaçınılmaz olarak oldu. Tarihçi ve ressam, tarihsel bir dönemi tasvir ederken, kesinlikle farklı iki nesneye sahiptir. Eğer tarihçi olarak, tarihsel kişiyi bütünlüğüyle, yaşamın bütün yönlerine karşı karmaşık ilişkileriyle çizmeye kalkışınca yanlış yapacaksa, ressam da o kişiyi hep tarihsel öneminde sunarak, kendi işini yapamaz.

Kutuzov her zaman at üstünde, elinde dürbünle düşmanları gösterir halde değildi. Voronova’daki evini (işgalci Fransızlara bırakmamak için) her zaman meşaleyle yakmıyordu Rastopçin (hatta bunu hiç yapmadı) ve İmparatoriçe Mariya Fedorovna hep eline bir hukuk kitabı almış, peleriniyle oturmuyordu, halkın hayal gücü onları böyle hayal ediyordu. Tarihçi için, herhangi bir amaç için bir şeyler yapıp eden kişiler anlamında, kahramanlar vardır; sanatçı için, bu kişilerin yaşamın her yönüne yanıt vermeleri anlamında, kahramanlar var olamaz ve olmamalıdır, sadece insanlar var olmalıdır. Tarihçi bazen, tarihsel kişinin bütün eylemlerini bu kişiye yüklediği tek bir fikre bağlayarak gerçeği çarpıtmak zorunda kalır. Sanatçıysa, tersine, bu fikrin tekliğinde hedefinin benzersizliğini görür ve sadece ünlü bir eylemciyi değil, insanı da anlamaya ve göstermeye çabalar. Olayların tasvirinde daha da keskin ve önemli bir ayrım vardır. Tarihçi olayların sonuna kadar gitmeyi iş bilir, sanatçıysa olayın olgusuna kadar. Bir kıyaslama yapan tarihçi şöyle der: Şu ordunun sol cephesi şu ormana doğru harekete geçti, düşmanın önünü kesti, ama geri çekilmek zorunda kaldı; sonra atağa geçen süvariler sökün etti… vb. Tarihçi başka türlü anlatamaz. Buna karşılık sanatçı için bu sözcükler hiçbir anlam taşımaz ve hatta olayın kendisini bile etkilemez. Sanatçı, kendi deneyiminden ya da mektuplardan, yazışmalardan ve hikâyelerden yola çıkarak yaşanan olaylarla ilgili kendi fikrini oluşturur ve genellikle de (karşılaştırma örneğinde) tarihçinin belli bir ordunun yaptıkları hakkındaki yorumu sanatçının yorumunun tam tersi görünür. Elde edilen sonuçlar arasındaki fark, her birinin kendi bilgilerini aldıkları kaynakların farklılığı olarak açıklanır. Tarihçi için (karşılaştırmayı sürdürecek olursak) başlıca kaynak tek tek komutanların ve genelkurmayın bildirdikleri olur. Sanatçı bu tür kaynaklardan hiçbir şey çıkaramaz, onlar için bu kaynaklar hiçbir şey açıklamaz, hiçbir şey söylemez. Daha da kötüsü, sanatçı onlardan uzaklaşır, onları kaçınılmaz bir yalan sayar.

Her çarpışma sonrasında iki düşmanın neredeyse her seferinde yaşanan çarpışmayı birbirlerine tamamıyla ters bir şekilde anlatmaları da ayrı bir konudur; ayrıca her çarpışma anlatımında, kaçınılmaz olarak, birkaç verst mesafeye yayılmış, korku, utanç ve ölümün etkisiyle en güçlü ahlaki huzursuzluğun içinde bulunan binlerce insanın eylemlerini birkaç sözcükle anlatma ihtiyacından doğan yalanlar vardır. Çarpışma anlatımlarında genellikle şu öncülerin şu noktaya atağa geçtiğini ve sonra geri çekilme emri verildiği vb. yazar, sanki resmi geçitlerde on binlerce insanın iradesini tek bir iradeye dönüştüren o disiplin, tam da yaşamla ölümün karşı karşıya geldiği o eylem sırasında da işe yarayacakmış gibi. Savaşa katılmış olan herkes bunun ne kadar yanlış olduğunu bilir; 2 buna karşın tebliğler ve içlerinde yer alan askerî tasvirler bu varsayıma dayanır. Çarpışmadan hemen sonra bütün orduyu bir gezin, hatta ertesi, sonraki günlerde, tebliğler daha yazılmamışken gezin ve bütün askerlere, kıdemlilerden en kıdemsizlere dek herkese olayın nasıl olduğunu sorun; size bütün bu insanların yaşayıp gördüğü şeyleri anlatırlar ve sizde görkemli, karmaşık, sonsuz çeşitlilik sahibi ve ağır, açıklanması güç bir izlenim kalır; ve kimseden, başkomutandan bile, olayın nasıl olduğunu öğrenemezsiniz. Ama iki üç gün sonra tebliğler yağmaya başlar, çenesi düşükler hiç görmedikleri şeyleri anlatmaya başlar; sonunda, ortak bir kanı oluşur ve bu kanıya göre ordunun genel görüşü şekillenir. Kendi kuşkularının ve sorularının yerine, yalan olan, ama anlaşılır ve hep şevk verici olan bu temsili koymak herkesi rahatlatır. Bir iki ay sonra çarpışmaya katılan biriyle konuşun, anlattıklarında eskisi gibi canlı bir malzeme bulamazsınız, artık tebliğlere göre anlatmaya başlamıştır. Borodin Çarpışması’nı da bana o olaya katılan canlı, akıllı kişiler böyle anlattı. Hepsi de aynı şeyi anlattı ve hepsi de Mihailovski-Danilevski’nin güven vermeyen tasvirlerini, Glinka’nın tasvirlerini anlatıyordu; hatta anlatanlar birbirlerinden verstlerce uzak oldukları halde, birbirleriyle aynı ayrıntıları anlatıyordu. Sivastopol’un düşmesinden sonra, topçu komutanı Krıjanovski bana bütün tabyalardaki topçu subaylarının tebliğlerini göndermiş ve yirmiden çok olan bu tebliğlerden tek bir tane hazırlamamı rica etmişti. Bu tebliğleri kaydetmemiş olduğuma pişmanım. Tasvirleri oluşturan o naif, kaçınılmaz, askerî yalanın iyi bir örneğiydi bu. O sırada bu tebliğleri hazırlamış olan dostlarımın çoğunun, bu satırları okurken, amirlerinin emri üzerine, bilmelerine hiç imkân olmayan konularda nasıl tebliğler hazırladıklarını hatırlayarak güleceğine inanıyorum. Savaş deneyimi olan herkes, Rusların savaşta görevlerini ne büyük beceriyle yerine getirdiklerini ve bu görev için gerekli olan kuyruklu yalanı söylemekte ne kadar beceriksiz kaldıklarını bilir.

Bizim ordularımızda bu görevin, yani tebliğ ve rapor yazma görevinin büyük ölçüde inorodtsi (başka soydan olan, Rus olmayanlar) tarafından yerine getirildiğini herkes bilir. Bütün bunları askerî tarihçilerin malzemesi olan askerî tasvirlerde yalanın kaçınılmazlığını göstermek ve bu yüzden tarihsel olayların kavranışında tarihçiyle sanatçı arasında kısmi anlaşmazlıkların da kaçınılmaz olduğunu göstermek için söylüyorum. Ama, tarihsel olayların anlatımında doğru olmayan şeylerin kaçınılmaz olması dışında, beni ilgilendiren dönemin tarihçilerinde, yalan ve çarpıtmanın sadece olayları değil, olayların anlamının anlaşılmasını da etkilediği özel bir abartılı konuşma türüyle de karşılaştım (herhalde bu olayları gruplandırma alışkanlığı, onları kısaca dile getirmek ve olayları trajik bir havayla ele almak alışkanlıklarının bir sonucuydu). Bu dönemin uzmanı iki önemli tarihçi olan Thiers ve Mihailovski-Danilevski’yi incelerken, bu kitapların nasıl yayımlanıp okunabildiğine hayret ettiğim anlar oldu. Bir ve aynı olayların en ciddi, anlamlı bir havayla, aynı malzemeye dayanarak, birbirlerinin tam tersi şekilde anlatılması bir yana, bu tarihçilerde, insanın bu iki kitabın o dönemin biricik kaynakları olduğunu ve milyonlarca okura ulaştığını hatırlayarak ağlasın mı, gülsün mü bilemediği türden tasvirlerle karşılaştım. Ünlü tarihçi Thiers’den tek bir örnek vereyim. Napoléon’un yanında sahte para getirdiğini anlattıktan sonra şöyle diyor: “Relevant l’emploi de ces moyens par un acte de bienfaisance digne de lui et de l’armée française, il fit distribuer des secours aux incendiés. Mais les vivres étant trop précieux pour être donnés longtemps à ces étrangers, la plupart ennemis, Napoléon aima mieux leur fournir de l’argent, et il leur fit distribuer des roubles papier.” 3 Bu kısım, tek başına alındığında, sarsıcı, ahlaksızlığıyla demesek de, basit anlamsızlığıyla insanı çarpıyor; ama kitap bütün olarak alındığında insanı çarpmıyor, çünkü anlatımın o genel abartılı, gösterişli ve hiçbir düz anlam taşımayan tonuna uygun düşüyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir