Lev Nikolayeviç Tolstoy – Savaş ve Barış – Cilt 1

Alıştığım yaşama koşullarını sürdürerek ve başka bir işle ilgilenmeksizin üzerinde sürekli olarak beş yıl çalıştığım bu yapıtın basımı sırasında, yapıtla ilgili düşüncelerimi bir önsöz olarak açıklamak ve okurlarımın zihninde doğabilecek yanlış anlamaları engelleyebileyim diye onları uyarmak isterim. Yapıtın basım koşulları içinde, bu konuda üstelemenin doğru olmadığını bilmeme karşın, okurun, bu yapıtta yer vermediğimi ya da veremediğimi aramaması ve bulmaması dileğimdir. Ne zamanım, ne de becerim, tasarladıklarımı bütünüyle gerçekleştirmeme elvermedi ve şimdi özel bir derginin gösterdiği konukseverlikten, ilgilenecek okurlar için, yazarının yapıtı üzerine görüşlerini, kısa da olsa açıklamak için yararlanıyorum. 1. Savaş ve Barış nedir? Bu yapıt bir roman değildir, bir tarih kronolojisi hiç değildir. Savaş ve Barış, yazıldığı biçim içinde, yazarın dile getirmek istediği ve getirebildiği şeydir. Düz yazıdaki geçerli sanatsal yaratış biçimlerini görmemezlikten kaynaklanan savım bir amaç gözetilerek söylenseydi, gerçekleştirilmiş başka örneklere dayanmasaydı, bir kendini beğenmişlik olarak görülebilirdi. Oysa Puşkin’den bu yana Rus edebiyatı, Avrupa’dan alınan bu biçimlere aykırı düşen birçok örnek sunmakla kalmadığı gibi, bunun tersi olan bir tek örnek de vermemektedir bize. Gogol’ün Ölü Canlar’ından Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ne kadar Rus edebiyatının çağdaş döneminde bayağılıktan sıyrılmış bir tek düzyazı yapıtı yoktur ki, tam anlamıyla roman, şiir ya da öykü biçiminde olsun. 2. Yapıtın birinci bölümünün yayımlanması sırasında, kimi okurlar, işlenen dönemin ayırt edici özelliğinin yeterince belirgin olmadığını söylediler bana. Bu siteme vereceğim yanıt şudur: Romanımda bulmadıkları ‘dönemin ayırt edici özelliğinin’ ne olduğunu biliyorum; bu özellik, toprak köleliğinin dehşet verici gerçekleridir, baskı altında tutulan kadınlardır, öldüresiye dövülen yetişkin erkek çocuklardır. Saltitçika’dır, 1 vb. 1 Saltikova adında soylu mülk sahibi bir kadın, yüz elliye yakın kölesine özellikle kadınlara korkunç işkenceler yapmıştır. Küreğe mahkum edilen bu kadın daha sonra manastıra kapatılmıştır.


Ama düş gücümüzde beliren bu özelliklerin gerçeği yansıttığına inanmıyorum ve bunları dile getirmem gerektiğini de düşünmedim. Mektupları, anıları, söylentileri inceleyince, bu korkunç gerçeklerin, herhangi bir dönemde rastlayabileceğim korkunç gerçeklerden daha dehşet verici olmadığını gördüm. Bugün olduğu gibi o dönemde de insanlar birbirini seviyor, kıskanıyor, doğruyu, erdemi arıyor, tutkulara kapılıyorlardı; düşün ve tin yaşamı, bugüne kadar karmaşık ve dahası yüksek çevrelerde, kimi zaman, bugünkünden daha incelmiş durumdaydı. Bu döneme, kendi düşüncemizde, kaba bir şiddet ve keyfilik yüklememizin nedeni, söylentilerin, romanların, öykülerin ve anıların, bize şiddet ve kaba gücün tipik örneklerini iletmiş olmalarından ileri gelmektedir yalnızca. Bu dönemin ayırt edici ve egemen özelliğinin kaba güç olduğu sonucuna varmak, bir t 3. Bir Rus yapıtında, Fransızca kullanma konusunda da açıklama yapmam gerekir. Yapıtımda, yalnız Ruslar değil Fransızlar da, kimi zaman Rusça, kimi zaman niçin Fransızca konuşmaktadırlar? Rusça bir kitabın kişilerini Fransızca konuşturma ve yazdırma konusunda bana yöneltilen sitem, bir tabloya bakan ve orada gerçekte var olmayan kara lekeler -gölgeler- gören bir adamın sitemine benziyor. Tablosundaki kişilerden birinin gölgesi, kimi kişilere, özgününde bulunmayan bir kara leke olarak görünüyorsa bu, ressamın kusuru değildir; ressam ancak, bu gölgenin yanlış yere konmasından ya da sanatsal kaygıdan uzak olmasından ötürü kusurlu bulunabilir. Bu yüzyılın başlangıç dönemini ele aldığım ve belli bir toplumun Rus kişilerini, Napolyon’u ve çağın yaşamına doğrudan doğruya katılan Fransızları canlandırdığım için dilime ve düşünceme Fransızları andıran bir hava vermek zorunda kaldım. Tablonun üzerindeki gölgeleri belki de gereken yere koymadığımı ve bu işi acemice yaptığımı kabul etmekle birlikte, Napolyon’u kimi vakit Rusça, kimi vakit Fransızca konuşturmamı gülünç bulanların, bunu böyle düşünmelerinin, resme bakan adam gibi, karşılarındaki yüzü ışık ve gölge oyunları içinde bir bütün olarak görmemelerinden ve yalnızca burnun altındaki kara lekeyi görmelerinden ileri geldiğini kabul etmelerini dilerim. 4. Başkişilerimin, Bolkonski, Drubetskoy, Bilibin, Kuragin ve benzerleri gibi adları, Rusya’da çok iyi bilinen adları anımsatmaktadır. Tarihsel kişilerin yanına tarihsel olmayan kişileri yerleştirirken, örneğin Kont Rostopçin’i bir Prens Pronski’yle, bir Strielski’yle ya da tek ve çift adlarını uydurduğum öteki prensler ve kontlarla konuştururken kulağımın tırmalanmasından doğan bir sıkıntı duyuyordum. 2 Bolkonski ve Drubetskoy, ne Volkonski’dir, ne de Trubetskoy; ama bu adlar, aristokrat dünyasına pek yabancı olmayan ve doğal gelen adlardır. Zaten bütün başkişilerim için, Bezuhof ya da Rostof gibi kulağımı tırmalamayan adları bulamazdım ve bu güçlüğü ancak, Rus kulağının en alışık olduğu adları rastgele alarak ve kimi harflerini değiştirerek çözdüm.

Bu düş ürünü adların gerçek adlara benzerliği, gerçekten yaşamış şu ya da bu kişiyi canlandırmak istediğimi akla getirebiliyorsa, bundan üzüntü duyarım. Özellikle, yaşayan ya da yaşamış olan kimseleri canlandırmaktan başka bir şey olmayan yazın türü, benim işlediğim yazın türüyle uzaktan yakından ilişkili olmadığı için acı duyarım bundan. 2 Çift ad örnekleri: Kıızomin-Karayef, Golonisçev-Kutuzof, Muravief-Karski, vb. Yalnızca Mariya Dimitriyevna Ahrosimova ve Denisof, o çağın toplumunun iki gerçek kişisinin adlarına yaklaşan adları istemeden ve düşünmeden verdiğim iki roman kişisidir. Bu benim bir kusurumdur. Ama bu kusur, belirgin karakter özellikleriyle birbirinden ayrılan bu iki kişiyi romanıma koymuş olmakla sınırlanmıştır ve hiç kuşkusuz okur, onların işlevinin gerçekle hiçbir ilişkisi olmadığını kabul edecektir. Öteki kişilere gelince, bunlar büsbütün benim uydurmamdır ve söylentilerde ya da gerçekte, onların prototiplerini bile görmemişimdir. 5. Şimdi de benim tarihsel olayları dile getirmemle tarihçilerin yazdıkları arasındaki ayrım konusunda da birkaç söz edeyim. Bu ayrım rastlantısal değil, kaçınılmazdır. Tarihçi ve sanatçı, bir çağın tablosunu çizerken, birbirinden büsbütün ayrı amaçlara yönelir. Tarihçi, bir tarihsel kişiyi bütünselliği, yaşamın her yanıyla olan ilişkilerinin tüm karmaşıklığı içinde canlandırmak isterse yanlış davranmış olur. Nitekim sanatçı da, kişisini, her zaman tarihsel davranışı içinde canlandırırsa, işini gerektiği biçimde yapmamış olur. Kutuzof, her zaman beyaz atının üzerinde değildir; elinde her zaman tek gözlü uzun bir dürbün yoktur ve her zaman düşmanı göstermemektedir. Rostopçin’in elinde de her zaman, bir meşale yoktur ve Voronof’daki evini yakmak üzere değildir, (bunu hiçbir zaman yapmamıştır zaten); ve İmparatoriçe Mariya Feodorovna sırtında ermin kürküyle her zaman ayakta, eli yasa kitabına dayalı değildir; oysa halk, bunları düş gücünde böyle canlandırmaktadır.

Tarihsel bir kişinin işlevini tek bir amacın gerçekleştirilmesinde gören tarihçi için kahramanlar vardır. Bu kişinin, yaşamın bütün durumları içindeki tepkilerini ele almak isteyen sanatçı içinse kahraman diye bir şey olamaz ve olmamalıdır; sanatçı için insanlar vardır. Tarihçi kimi zaman, gerçeği çarpıtarak, tarihsel bir kişinin bütün eylemlerini, bu kişiye yüklediği tek bir imgeye bağlamak, geri götürmek zorundadır. Buna karşılık sanatçı, bu imgenin bir tek olmasının, yapmayı tasarladığı işle uzlaşmaz olduğunu görür ve yalnızca, tarihin ünlü bir kişisini değil, bir insanı kavramaya ve canlandırmaya çalışır. Olayların canlandırılması söz konusu olduğunda, sanatçı ile tarihçi arasındaki ayrım daha da keskin ve köklüdür. Tarihçi, bir olayın sonuçlarıyla uğraşır, sanatçıysa olayın kendisiyle. Tarihçi, bir savaşı canlandırırken şöyle der: Filan ordunun sol kanadı filan köyün karşısında yer aldı. Düşmanı yenilgiye uğrattı, ama çekilmek zorunda kaldı; o zaman saldırıya geçen süvari, düşmanı dağıttı, vb. Tarihçi başka türlü konuşamaz. Ama bütün bu sözler, sanatçı için hiçbir anlam taşımaz ve dahası ona, olayın kendisiyle ilintili gibi bile görünmez. Çünkü sanatçı, olup bitmiş olay konusunda zihninde oluşturduğu imgeyi, kendi deneylerinden olduğu kadar, başvurduğu mektuplardan, anılardan, öykülerden de çıkarır ve çoğunlukla, tarihçinin, bir savaş söz konusu olduğu zaman şu ya da bu orduların etkinliklerinden çıkardığı sonuç, sanatçınınkiyle karşıttır. Bu sonuçların ayrılığı, tarihçinin ve sanatçının yararlandıkları kaynakların ayrılığıyla açıklanır. Örneğin, bir savaş söz konusu olunca tarihçi, ana kaynaklar olarak, çeşitli komutanların ve generallerin raporlarına başvurur. Sanatçıysa, bu tür kaynaklardan hiçbir şey çıkaramaz; bu kaynaklar hiçbir şey söylemez ona. Üstelik, sanatçı, kaçınılmaz yalanlardan başka şey bulmadığı için bunlara ilgi göstermez.

Gerçekten de, her savaşta, iki düşman, harekâtı, hemen her zaman, birbirine taban tabana karşıt bir biçimde anlatır. Her savaş betimlemesinde, zorunlu olarak bir yalan vardır: Bu yalan birkaç kilometrelik bir alana yayılmış olan ve korkunun, utancın, ölümün etkisi altında delicesine heyecanlanmış bulunan birkaç bin insanın yaptıklarını, birkaç sözcükle dile getirmek zorunluluğundan ileri gelir. Savaş betimlemelerinde, hemen her zaman, filan birliğin filan mevziye karşı saldırıya geçirildiği ve sonra çekilme buyruğu aldığı, vb. sanki manevra alanında binlerce kişiyi tek bir kişinin istencine baş eğdirten disiplin, ölüm ve dirimin söz konusu olduğu bir başka alanda aynı etkiyi göstermiş gibi anlatılır bize. Savaşa katılmış olan herkes, bunun ne kadar uydurma olduğunu bilir; ne var ki, resmi raporlar böyle bir etkin varlığın düşüncesine dayanılarak yazılır ve betimlemelere de bu raporlar kaynaklık eder. 3 3 Bu yapıtın birinci bölümünün ve Şcengraben Savaşı’nın betimlenmesinin yayınlanmasından sonra, Nikolas Muravief-Karski’nin bu betimleme konusundaki görüşü bana aktarıldı ve onun söyledikleri, inancımı daha da pekiştirdi. Bir başkomutan olan N.N. Muravief, kişisel deneylerinin, bir savaş boyunca, başkomutanın buyruklarını olduğu gibi uygulamanın olanaksız olduğuna kendini inandırdığını söylüyordu (Yazarın notu).

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle