Hiçbir din bende bir inanç olarak yer etmediği için, dine bağlılığın her türlüsüne karşı kayıtsız kalışımda kendisini gösteren bilinemezcilikten yana bir tavır sergiliyordum. Oysa annemle babam, eylemlerine asla yansımayan, ölçülü ve duru bir dindarlığı benimsiyorlardı. Ailemiz bunca yasa büründükten, bilinmeyene ve yeni iklimiere bunca uzun yolculuklar yaptıktan sonra, her şeyden önce mutlak bir güce inanma ihtiyacı olarak yorumlanabilirdi bu. Demek ki, en basit din bilgisinden yoksun kaldığım gibi, annemle babamın duru inancı da yer etmemişti benliğimde; ne zaman yeni bir acıyı göğüslemek durumunda kalsam, bu eksiklik kendini gösteriyordu. Şüphesiz bundan dolayıdır ki dine karşı konumumu belirlemek gerektiğinde, çoğu zaman aşırı tutumlar benimsiyordum: Ya Tanrı’nın varlığını kesinlikle inkar ediyordum ya da beni inançsız yapmış olan kaderi lanetlerneye kalkışıyordum, bu da genellikle matemler sırasında ve daha çok da onlar olmaksızın hayatıının hiçbir anlamı kalmadığı en yakınlarımı yitirdiğimde başıma geliyordu. Daha sonraları, dünyanın dört bir yanına yaptığım yolculuklar boyunca, hemen hemen aynı belli belirsizlikte bir inançla girdim katedraliere, tapınaklara, havralara, camilere. Sonradan, kutsal sessizliğin duruluğunu kitaplarımda dile getirmeye uğraşırken, bir yandan da dinsel temellerimin bulunmayışma tanıklık etmişim gittikçe artan bir yoğunlukla. Böylece, sık sık hem birbirinden farklı, hem de sarsıcı simge7 lere başvurdum. Hatta öykülerimden birinde, tanrıları talihsizliğin kurbanı olmuş kişilerimden birinin yardımına çağırdım. Ölmüş Tanrılar’dı bu öykünün adı. Yazdıklarımın sürekli okuru haline gelmiş olan babam, bu öyküyü okuyunca, hala kulaklarımda bir çan sesi gibi çınlayan ses tonuyla hoş bir serzenişte bulunmuştu bana: “Var olup olmadıklarını bile bilmediğin bu tanrıların ölmüş olduklarını nasıl söyleyebiliyorsun oğlum?”. 8 . . . . . . . BIRINCI BOLUM Gelecek dönemlerin, haklarında hiçbir şey bilemeyeceğin dinleri, kurbansız dinler olacaktır. ELIAS CANETTI I Babam sonsuz yolculuğuna çıktıktan sonra, kitapları oldu onun varlığının en canlı tanıkları. Sanki yeryüzündeki hayatı, ölümün berisinde doğal bir uzantı bulmuş gibiydi kitaplarında. Bizlerse, çocukları, beş oğlu ve bir kızı olarak, her birimiz kendi yuvasını kurup kendi yolunu seçmişken, babamızın gidişini ailemiz için sonun başlangıcı olarak yaşadık. Balkanlar’ da, gözlerimizin önünde akıp geçen uzun ve belirsizliklerle yüklü sürgünlüğümüzün kahramanıydı o. Gidişiyle birlikte, ailemiz de tüm gücünü kaybetmiş oluyordu, çünkü babamın henüz hayatta olduğu süre içinde aile bizim için hem devlet, hem millet, hem de dinin yerini tutuyordu. Sürekli göçlerimiz boyunca, elimizde her barınağa uyan sadece tek bir anahtardan başka bir şey kalmadığında, ailesi içinde dengeyi ve uyumu -kim bilir ne fedakarlıklar pahasına- sağlamayı bilen biricik kişi babamızdı. Babamın cenaze törenine hayatta kalmış eski dostlarının hemen hepsi geldi. Diğerleri, yani ondan önce ölmüş olanlar, sürgündeki bedeninin ulaşacağı en son, en acımasız noktanın, gelecekteki mezarının yanı başında gömülü yatıyorlardı. Bu cenaze töreni, kimileri yakından kimileri uzaktan gelen, Balkanlar’daki her dinden ve her milletten, tanıdık tanımadık ne kadar dostu olduğunu anlamamızı sağladı babamın. ll Babam dostluklarının çoğunu metinler aracılığıyla kurmuştu. Ona karşı son görevlerini yerine getirmeye gelenler arasında, Doğu el yazmalarının sırlarına duyduğu ve son nefesine kadar peşini bırakmadığı tutkuyu yıllarca paylaşmış, Doğu dilleri uzmanı genç ve yaşlı bilginler vardı. Babam birçok Hıristiyan mezarıyla birkaç Yahudi mezarının tam karşısında bulunan, iki yanı ağaçlıklı, asfalt yollardan birinin yanında yer alan Müslüman mezarlığının tam ortasına, en itibarlı yere gömüldü. Yüzyıllardır süren ortak bir sessizliğe büründüler hep birlikte. Babam, eski Balkan imparatorluklarından kalma ayrılıkçılığı -direngen bir hareketsizlikle yüzyıllar boyunca süregelmiş bu kalıtımı- azaltmak için bir ömür boyu sabırla ve ağırbaşlılıkla çalıştıktan sonra, farklılıkların sonsuza dek kazılı duracağı bu daracık yere girmek zorunda kalmıştı. Yolları onunkiyle kesişmiş, onunla aynı dini paylaşan ama devrimci olan, Parti üyesi yurttaşlarından birçoğu da oradaki Seçkin Kişiler Yolu’na, yani Hıristiyan mezarlığına gömülmüşlerdi. Buna bakarak, Seçkin Kişiler Yolu’nun din farkı gözetmediği sonucuna ulaşabiliriz … Devrim, ilginç bir kendiliğindenlikle, önde gelen savaşçılarına laik bir cenaze töreni ve bir şeref yeri sağlamaya özen göstermişti. Demek ki, insanların ölümü, onları sağlıklarında birbirinden ayırmış olan sınırları ortadan kaldırmıyordu. Babamla aynı milliyetten ve aynı dinden oldukları halde öldükten sonra yakınlarından ayrı düşen ve ötekilerin arasına karışan bu seçkinlerin hayattaki asıl yerlerinin neresi olduğunu sormaktan kendimizi alamamıştık. Fakat babamın dediği gibi, Balkanlar’da her şeyin üzerinde felaket ve belirsizlik hüküm sürüyordu. Şurası bir gerçek ki, ölümün fark gözetmeyişi, yaşayanların kendi farklılıklarını ve normlarını dayatmak için giriştikleri tüm çabaları boşa çıkarıyor. Bir insan sevdiği bir varlıktan ayrılmak zorunda kaldığınd a, yakın ve uzak tüm anıları ortaya döküp aradığını bulmak, kaybettiği kişinin yaşadığı dönemi belleğinde yeniden canlan12 dırmak için, neredeyse bir simyacı gibi tüm gücünü kullanıyor. Fakat anılar labirentinde kendine bir yol açmak uğruna ne kadar çabalarsa çabalasın, ölmüş olanı bir an için hayata geri döndürebilecek olanlara erişemeyeceğini sezinliyor. Kaybedilenin varlığını canlı kılabilecek en diri hatıralar bazen en uzaktakiler oluyor. Aramızdan henüz ayrılmış olan babamızla ilgili hatıralar için de aynısı geçerliydi. Pek az zaman önce annemin yanında, kitaplarının ortasında bizimle beraberdi. Zihni olağanüstü işlediği için ömrünün bir gün sona ereceğini düşünemiyorduk. Çok zayıf düşmüş bir bedenin suskunluğundan kahramanca çekip çıkardığı bilgelik dolu sözlerde, son anlarında bile bizi destekleyen, ölümünden sonra bile varlığının bozulmadan kalacağına inandıran bir güç vardı. Oysa ayrılık ister istemez gerçekleşecekti. Son nefesine kadar sadece zihni diri tutmuştu bu harap vücudu. Annemizin özverisiyle kaynaşmış bu zihin, Balkanlar’ın karanlıklarındaki bitmek bilmeyen göçlerimiz boyunca biricik ışık kaynağımız olmuştu. Son beyin kanamaları, konuşma yetisinden mahrum bırakmıştı onu. Oysa bizlere söyleyecek daha o kadar çok şeyi vardı ki. Balkanlar’da görmüş olduğu ve ailesini her birinden korumayı başardığı üç imparatorluğun (Osmanlı’nın, faşizmin ve Stalinciliğin) art arda çöküşünden sonra, sürgün hayatına ilişkin son sırlarını bizlere açıklaması gerekmez miydi? Ama şimdi sadece o capcanlı kocaman gözleri, şefkatinin bu tükenmeyen ışıkları, geri kalan her şeyin yer�r.i tek başına tutacaktı. Yüzünde kendine özgü, ağırbaşlı otorite·sinin izleri görülüyordu haJa; her zamanki soyluluğunu koruyordu, oysa ifadesini biçimiendirecek çok az sayıda kas ve siniri sağlam kalmıştı. Ölümle pençeleşirken, ancak başucundaki ailesinin anlayabildiği son bir sırrı bize iletıneye gayret ediyordu haJa kımıldatabildiği dilini kullanarak. Hepimizin bir araya geldiğini görünce, ki uzun zamandır böyle bir şey gerçekleşmemişti, nasıl olduysa, yatağında doğrulabilecek kadar güç buldu bedeninde. Şefkatinin üzerimize son bir defa yayılabileceği bu dönüm anı için kendini haftalardır hazırladığına şüphe yoktu. 13 Son sözlerine kulak kesilerek, yüz hatlarmdaki en ufak kıpırtıları üzüntüyle kolluyorduk. Dudaklarını kımıldatıyordu, ama hiçbir ses çıkmıyor, sözcükler boğazında düğümleniyordu. Bundan dolayı, artık konuşamayacağının farkına varınca dudaklarını bambaşka bir biçimde kımıldatmaya koyuldu: Şarkı mırıldanmayı denedi. Bize çok eskiden, gençliğinde ve sonra da burada, Üsküp’teki evde, hızla akan nehrin kıyısında, bir gün bir daha geri dönmernek üzere Amerika’ya ya da Avustralya’ya gidecek olan birkaç göçmen hemşerisiyle birlikte söylemiş olduğu şarkıyı son bir kere söylemeye çalışıyordu, bizlerse hiçbir şey duymaksızın, sadece ağzının hareketlerini izleyerek, birdenbire alnına yayılan huzuru ve gözlerindeki canlanınayı gözlemleyerek, anayurdumuzun, Göl kıyısındaki memleketimizin çoksesli şarkısını hemen tanıdık. Babamın, gözlerinde haJa parlayan ışık yardımıyla ve dilini alışılmadık bir biçimde hareket ettirerek, ailesini daima birlikte olma konusunda yüreklendirdiği açıkça görülüyordu. Babam insanüstü bir çaba göstererek, bu çoksesli şarkının aile korosunda kendisine düşen dizelerini son bir defa daha söyleyebilmek için, kalan bütün gücünü topadamaya gayret ediyordu. Sanki bütün bir insan hayatını içinde tutan, zamanın oluşturduğu büyük taş bloklar, bir tek ses çıkarmak için kırılıyorlarmış, sonra da birleşip yeniden dağılıyorlarmış gibi derin, güçlü bir şey koptu o sırada vücudunun titrek kütlesinden. Halkının kolektif şarkısının ezgili temasını, bir ömür boyu süren çabalarını tamamlarcasına ınırıldanan bir sesti bu. Unutulmuş bu kahramanlık şarkısının ahenkli sesleri böylece bir kere daha kopuyordu babamın bağrından. Ölümle buluşmasının eşiğinde fışkırsın diye, bütün bu zaman boyunca benliğinin en derin yerine gömmüş olduğu şarkıyı, sürgün hayatının biricik vasiyetnamesi olarak en yakınlarına bağışlıyordu. Bir ölüm sessizliği içinde bir araya gelmiş olan bizler, huşu içinde dinledik babamın duyulmayan şarkısını. Bir dilekte daha bulunmuştu babam. Ölmeden önce, son bir defa görmek istiyordu gün ışığını. Yıllarca kitaplığına kapanıp sadece kitaplarının ışığı ile beslenen 14 babam, hakiki ışığı, güneş ışığını görmeyi arzuluyordu şimdi. Gerçekten de bu 29 Şubat’ta, yılın bu döneminde o zamana kadar asla görülmemiş olan muhteşem bir güneş parlıyordu kentin üzerinde. Beni kollarınızın üzerinde dışarı çıkarın, güneşi bir kere daha görebileyim diye yakardı bize, zihninin tüm gücünü toparlayarak. Annem kocasının son arzularından başka birini yerine getirmek için dışarı çıkmıştı: Babam kaçınılmaz son anın geldiğini hissettiği için, dostlarından ödünç alınmış bazı kitapları onlara geri vermesini ve başka hiçbir yerde bulunmayan diğer birkaç kitabı da, tıpkı kendisi gibi, Doğu el yazmalarının içerdiği gizemlere aşina olanlara bağışlamasını istemişti ondan. Annem bu kutsal görevini yerine getirip henüz dönmüştü ki, babam onu kapının eşiğinde görünce, çoksesli şarkımızın son sözlerini mırıldandı henüz tükenınemiş belli belirsiz bir güçle. Böylece veda ediyordu ışığa, güneşe. Nefesinin ritmini bozan şiddetli bir öksürük nöbeti, şarkısını duraklattı. Ölmeden birkaç saniye önce, ne yapacağını bilemeyen gözlerle baktı hepimize. Bu parıltılı bakış, okuduğu kitapların sayfaları arasına düşmüş sigara küllerine karışarak, ebediyen silinmernek üzere kazındı belleklerimize.
Luan Starova – Tanrıtanımazlık Müzesi
PDF Kitap İndir |