Luan Starova – Kül Kalesi

En nihayet yorumlanma kodlarını çözmeyi başardıktan sonra, Babam, sahip olduğu kitaplar ve sicillerin bir kısmı ile birlikte, bunlardaki mesajların daha da açıklığa kavuşturulmasına dair düşünü de bize miras bıraktı. Bütün ruhuyla, bütün kalbiyle kendini en çok sicillere verdiği muhakkaktı. Yalnız kendi yaşadığı dönemi ve atalarının izini değil, aynı zamanda beş yüzyıllık bir dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında geçiren ulusunun, Balkan uluslarının geçmişlerini de başarıyla araştırabilmek bunlar sayesinde mümkün olabilirdi ancak … Babamın kitaplarının en son sırasının korunması ile, hayatta olduğu sürece, Annemin bizzat kendisi ilgileniyordu; bıraktığı mesajları her daim canlı tutan kutsal varlığı da yaşamaya devam etmiş oluyordu böylece. Annemin hayatı da Babamın kitaplarının sessiz fısıltısı içinde sönünce, bir nevi yazılmamış manevi vasiyet gereği, bu kitapların sırasını korumak ve bunu yorumlamaya devam etmek, her zaman bu kitaplıkta başlayıp son bulan hayall savaşları sürdürmek bana kalmıştı. Burada bulunan her kitap, belirli Balkan konularına ayrılmış raflar dolusu kitaplarda yer alan mutlak istiarelerle ilişkisi bulunan birer mikro istiareydi aslında. İstiarelerin bu sıralaması içinde keçilere, yılanbalıklarına, yeniçerilere, dilsel ütopyalara ve diğer şeylere dair kitaplara da yer ayrılmıştı. 7 Yıllar geçip gidiyordu. Babamın kitaplarının, onun varlığının sadık bekçiliğini yapmaya devam ediyordum. Fakat sonunda, okuyup yazarken, istemeksizin de olsa, Babamın kitaplarının o zamana kadar korunan sırasına ihanet etmeye başladım. Babamın, varlığını tahmin bile edemediği bir kitaba ulaşınca duyduğu heyecanın da bana miras kaldığı besbelliydi; geçen zaman da bunu giderek doğruluyordu aslında. Şöyle ki, kitaplıktan aldığım, okuduğum ya da sonuna kadar okuyamadığım bir kitabı tekrar yerine koymam gerektiğinde, kitabın eski yerini bulmakta bir hayli zorlanıyordum. Böylece, Babamın kitaplığında kendi düzenimi kuruyor, yeni bir labirent oluşturuyordum. Fazla uzun bir zaman geçmeden, Babamın kitaplarının sırası ebediyen ortadan kalktı. Bütün bu süre içinde, kitaplığının nasıl öldüğünü, Babamın ikinci ölümünü hisscdiyordum. Bir ara, mümkün olduğu kadar, Babamın kitaplarının en son sırasına yaklaşmaya gayret gösterdim.


Fakat çok geçmeden bu niyetimden vazgeçtim, çünkü kendi hayatını yaşayan herkesin kendi kitap sırasını da oluşturduğuna emindim … Bundan bir yıl geçip de kitaplıktaki raflardan birini boşalttıktan sonra, gözüme çarpan küçük çatlaktan, o zamana kadar varlıklarından haberim bile olmayan kitapların bana göz kırptığını fark ettim. Çok geçmeden Babamın küçük sırrını keşfettim: Bu, içerdikleri mesajlar Balkanlar’da ortaya çıkan yeni ideolojilerle çatışan ve korunmaları ailemiz açısından tehlikeli olan kitapları gizlediği, Babamın gizli kitaplığıydı. Özgürlüğe kavuşan kitaplar arasında, bende büyük heyecan uyandıran birkaç sicilin bulunduğunu da keşfettim. Yazın başıydı. Kitaplığın gizli bölmesinde bulduğum kitaplar ile sicilieri bir bavula topladım. Nehrin Gölden çıktığı yere yakın bir noktada bulunan evimize yerleştim. Göl göze görünmeyen bir sımrla tam orta yerinden ayrılmış olsa da, burada, hiç kuşkusuz bir kıyıdan öteki kıyıya sürekli gidip gelen ailemizin ruhuna en yakındım. Kafamdaki düşünceler, burada, dalgaların yanında, başka hiçbir yerde olamayacak kadar büyük bir hareketlilik kazam8 yor, başka düşüncelerk� kaynaşıyor, kendilerini yeniliyorlardı. Işığın oyununda, dalgalanan su üzerindeki bütün panltılarda insanın hayal gücü canlılık kazanıyordu. Sona ermek üzere olan gün ise yeryüzündeki en güzel gurubu bahşediyordu. Sınır çizgisinin varlığına aldırmayan güneş büyük bir hayranlık uyandırarak son ışınlarını bize bırakıyor, sınırın öte yanında batıyordu. Babamın farklı yazılarla kaleme alınmış gizli kitaplarının sayfalarını çevirip duruyordum. Dikkatimi en çok çekenler sicillerdi. Sicilieri gözden geçirmeye başladım. Epey uzun bir süreyi zaman içinde hapsedilmiş olarak geçiren, her an kağıdın dışına taşmaya hazır, yer yer iç içe, yer yer dağınık olan kara işaretler ordusu caniamyordu gözlerim önünde.

Sicillerin üzerinde yer yer uzun, yer yer daire şeklinde lekeler bulunduğunu fark ediyordum; bunlar sigara külü lekeleriydi kuşkusuz. Sicillerin diğer sayfalarında da göz gezdiriyordum. Bazı yerlerde, bu lekeler sayfanın daha büyük bir bölümüne yayılmış vaziyetteydi. Başka acayip kül lekeleri de gözüme çarpıyordu. Lekelerin bazıları vurulmuş birer mühürden fa rksızdılar; bir zamanlar, büyük bir ihtimalle de uzun uzun okumalar esnasında, silkilmesi unutulan sigara külüne göz yaşlarının ya da ter damlalarının karışması neticesinde, kağıt üzerine yayılmışlardı. Yeni yeni heyecan dalgaları sarıyordu içimi… Babamın okumalarının izlerini sürüyordum. Kendini tamamen verdiği bu okumalar esnasında, adeta Balkan labirentinin araştırılması varyantiarından birini belirlereesine kitaptan kitaba geçen küller, benim için, içinde Babamın hayat sırlarının gizlendiği yeni bir arayış yolu demekti. Kitaplar ancak şimdi, dökülen kül miktarına ve Babamın sıkıntılı geçen engebeli sürgün! ük serüvenine göre sıralana bilirdi. Üzerlerinde külün alfabesinin belirgin izlerini taşıyan Babamın sicillerine bakıyordum. Hiç kuşku yoktu ki Babam, merkezinde İstanbul’da geçirdiği zaman diliminin yer aldığı hayat serüvenini en çok belirleyen annesinin, annesin�n ailesinin kimlik kodlarının bulunduğunu tahmin ettiği sicillerdeki işaretleri canlandırmak, yorumlamak istiyordu. 9 Üzerinde en çok kül ve bir o kadar da gözyaşı bulunan sicile geldiğimde durdum. Bu bir kül ve gözyaşı labirentiydi. Sicil eksikti. Bir sonraki sayfası yoktu: Aile sırrının gizli olduğu bölümdü bu. Babam, gecelerce süren bir arayış içinde, kaybolan bu sayfayı bulmaya çalışmıştı.

Sonunda, geçirdiği sürgün hayatı boyunca verdiği mücadelelerden tükenmiş ve yorgun bir halde, en önemli sicilieri kitaplığının gizli bölümüne yerleştirmişti. Birçok sicilden birinin son sayfasına uzun uzun bakakaldım. Küller içinde, hiç kuşkusuz hayatının başladığı, Gölün karşı yakasında kalan, Babamın düşlerinin bir katmanı da gizliydi. Sicil sayfası üzerinde yeni, canlı bir gözyaşı oluşuyordu. Hayatın sonu ve ölümün başlangıcı arasındaki son andan kulağımda kalan, bütün canlılığını hala koruyan Babamın sesini dinlerken oluyordu bu. Babamın sicilieri benim yeni arayışımı belirlediler. Sicillerin istiaresi, benim Balkanlar’a ait öykümde, kendini yeni bir çizgi olarak benimsetti… 10 I Kader, adeta Nuh’un Gemisiymişçesine, tepelerinde beyazın hiç eksilmediği, yakınlardaki yüksek dağlardan kaynayan nehrin kıyısına attı bizi. Kentin ortasından akan nehir güneydeki sınırı geçip yakınlardaki denize dökülüyordu. Annem, elinde tuttuğu Balkan anahtarları destesinde yer alan, denizin kıyısını mesken tutan atalarımız tarafından çoktan terk edilmiş evlerimizin çok eski anahtarlarından biriyle, nehir kenarındaki evin kapısını açtı. Babam için, Annemin Balkan anahtarlarından biriyle açılabilecek o hayal edilen kiJidin bulunabileceğine beslenen umut kapısı ilelebet kapanmıştı. Ailemizin mutluluğunun, kaderinin devamlılığı, Babamın ve Annemin hayallerinin kibarca ve göze batmayacak şekilde sürekli değiş tokuşu ile sağlanıyordu. Babamın hayalleri, dönüşü olmayan gidiş mitinden kaynaklanıyor, Annemin hayalleri ise ailemizin kök salma, dönüş mitinde zemin buluyordu. Nehir kenarındaki evde ilk şafak söktüğünde, Babam, nehrin üzerinde yer alan, evin geniş cumbasındaydı. Arkasında, uzaklarda büyük kalenin yükseldiği, dört dev kavağın taçları gözüne ilişti. Bir anlığına, nehrin kıyısına konan, sonra da kalenin bedenlerine doğru uçmaya devam eden beyaz martı sürüsü dikkatini çekti.

Martıların uçuşu, hayal aleminde onu güneye doğru götürüyor, günün birinde, yılanbalıklarının izlediği, denize ll ve okyanusa açılan yolun yeni kolunun izinden gidebilmesinin mümkün olabileceği umudunu canlandırıyordu. İçindeki umudu böylesine güçlendiren, iç savaştan sonra tamamen kapatılan sınırı aşmayı başaran bu beyaz martılardı. Babam n ehir kenarındaki bu kentin, düşüncelerinde kurduğu kaderini kökten değiştireceği umudunu uyandıran, içindeki o büyük sürgünlük önsezisinin güçlü dalgalanmalarına kaptırmıştı kendini. Kent, geçmişinde büyük badirelerden geçmişti . Fakat yaşanan onca ıs tıraba rağmen, insanlar arasındaki hoşgörü yaşamaya devam etmişti. Bu kent imparatorluklar kentiydi. Şiddetli depremler, büyük yangınlar görmüştü. Fatihlerin hiçbiri bu kente sonsuz egemenliğini kabul ettirebilmiş değildi. Hatta imparatorluklar en güçlü göründükleri, imparatorlukları yöneten i mparatorlarsa güçlerinin zirvesinde olduklarını düşündükleri zaman, aslında kaçınılmaz düşüşleriyle yüz yüze gelmişlerdi … Nehir kenarındaki evde ilk geceyi geçiren ailesi uykudan henüz uyanmadan, Babam, içinden gelen, önüne geçilmesi imkansız gücün etkisiyle, daha sabahın alacakaranlığında, Anneme görünmeden evden çıktı; kenti görmeye, onu yakından hissetmeye gitti. Evimizin bulunduğu yerin birkaç adım ötesinde, Tahta Köprü adeta bir düşte, büyülü bir öyküdeki gibi, sisler içinde hayal meyal görünüyordu. Köprü, kentin Hıristiyan kesimiyle Müslüman kesimini, batısıyla doğusunu, Avrupa’yla Asya’yı birbirine bağlıyordu. İnsanlar üzerinde yürürken sallanan köprü bizleri tamamen yeni bir dünyaya götürüyordu. Köprü ağzının hemen karşısında, adeta Viyana’dan ya da Paris’ten getirilmiş olduğu izlenimi uyandıran, ça tısında taştan heykellerin, cephe duvarlarında maskların bulunduğu, Tiyatronun beyaz binası yükseliyordu. Tahta Köprü’nün sol yanında, Yahudi Mahallesi yer alıyordu; tepesinde Kale’nin yükseldiği bayır, o noktadan itibaren başlıyordu. Babam, Kale’ye giden yolu kolayca buldu.

Kale’nin en yüksek noktasında durdu. Kentin batı kesimi gözleri önünde uza12 nıyordu. Evimizi hemencecik fark etti. Sonra da bakışını kent meydanına ve bir zamanlar yerinde ünlü Burmalı Cami’nin bulunduğu Ordu Evi’ne çevirdi. Ardından tekrar evimize doğru baktı. Kentin her biri başlı başına bir dünya olan birçok mahallesi en iyi oradan görülüyordu. Gözlerini, bin dokuz yüz yıl önce meydana gelen, her beş yüz yılda bir tekrarlanan korkunç depremin yerle bir ettiği eski antik kent Skupi’nin bulunmuş olabileceği alana doğru da çevirdi. Sonra nehre doğru, Justinianus’un kenti yeniden kurdurduğu tahmin edilen bölgeye uzun uzun baktı. Justinianus, antik zamanların son izlerini yaşatsınlar diye, Skupi’nin yıkıntılarından taşınan dev taşlar ve sütunlarla, tepede yükselen Kale’yi inşa ettirmiş. Her gelen imparator, gücün, tarihe iz bırakmanın simgesi olarak görülen Kale’yi tekrar güçlendirirmiş. Babam, kendisini, kafasında yarattığı, Yıkılan imparatorluklar Işığında Balkan Tarihi kitabının ana bölümü olan Kale yanında durduran gücün, kaderin cilvesinden başka bir şey olmadığını düşünüyordu. Hemen hemen bütün gelmiş geçmiş imparatorlukların hükümdarlar topluluğu Kale’de bulunuyordu. Bu hükümdarların kitabeleri büyük savunma burçlarına yerleştirilmişti; kitabeler, yan yana koyulan kocaman taş bloklar üzerine, birbirinden farklı yazılarla hakkedilmişti. Kale’nin en yüksek yerinde, adeta bütün zamanların dışında bir noktada duran Babam Balkanlar’daki imparatorlukların yıkılışlarının, genel olarak imparatorlukların gerçek çöküşlerinin nedenlerini düşünüyordu. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenleri üzerine yoğunlaşmıştı.

Kitaplarında okuduklarını anımsayarak, düşünce aleminde, Kale’nin geçmişine gidiverdi. O uzak XIV. yüzyılda, zaferle sonuçlanan o zamana kadarki seferlerin gururu içinde Avrupa ‘nın Kuzey bölgelerine, Viyana’ya doğru ilerleyen Osmanlıların en güçlü destek noktası, onların Avrupa’dan bütün geri çekilişlerinin en son istihkamı bu Kale’ymiş. Kent kuzeye, Balkanlar’ın ve Avrupa’nın her yanına yapılan bütün diğer seferlerin de başlıca istihkamı olmuştur. Bu Kale’nin, aşılması imkansız bir kale ve bir mabet olduğuna inanılmaktaymış …

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir