Adam iki kolunu havaya kaldırmış, kükrüyordu: “Dünyanın ve denizlerin sakinlerine yazık! Şeytan geldi üstünüze!” Gözleri uzaklardaki bir hayale takılmış gibiydi. Đçimden, “Vahiyler bölümü, 12:12,” diye mırıldandım. Bilmesem ayıp ederdim. Mahallenin delisi üç gündür haykırıyordu aynı şeyi. Tabelasında Greenhalgh ve McClintoch yazan dükkânımın önünde, kendine küçük bir kaldırım taşı beğenmişti. Oradan dünyanın sonunun geldiğini herkese haber vermekte kararlıydı. Kitabı mukaddesten cümleler söylemediği zamanlarda, Shelley’in Ozy-mandias şiirinden mısralan tekrar tekrar okuyor, Ozymandias’ın tanrının dikkatini kendi çalışmalarına ve acılarına çekmeye çalıştığı mısralara, habire ve kararlılıkla saldırıyordu. Hangisinin daha beter olduğuna karar veremiyordum … Shelley mi, yoksa Vahiyler mi! “Vahiy 12:12,” diye kükredi, ben de böylelikle kutsal metinlerle ilgili eğitimimin hâlâ iyi düzeyde olduğunu görüp memnun oldum. “Đlk önce korkunç bir yangın,” dediğinde, sesi normal konuşma düzeyine inmişti. Böylelikle oradan geçmekte olan küçük turist gurubunu çevresine çekmeye çalışıyordu. Dört kişilik gurup ihtiyatlı adımlarla onun yanından geçip gitmeye çalıştı. Hakları da vardı. Adam kir pas içinde, saçı başı dağınık, gözleri deli deli bakan biriydi. “Ben alevlerle coşan cam gibi bir denizi gözlerimle gördüm,” diye devam etti. Yine vahiy, diye düşündüm. “Vahiy 15: mısra 2,” diye açıkladı. “Ve o zaman insanlar ölecek. Günahın bedeli ölümdür,” diye de ekledi. “Romans bölümü, 6:23,” dedim. Kendimi tutamamıştım. Akıl hastalarına merhametli davranamayan toplumu ne kadar eleştir13 LYN HAMILTON sem de, adam sinirime dokunmaya başlıyordu. Bir kere, müşterilerimi kaçırdığı kesindi. Turist mevsimindeydik. Ama insanlar kal-dirimin o bölümünden veba gibi kaçıyorlardı. Bunda da şaşılacak bir şey yoktu. Ben karşı kaldırımda, sokakta bir hareketlilik olmasını, adamın dikkatini çekmesini bekliyordum. O zaman bir koşu karşıya geçebilecek, o beni göremeden dükkânıma dalabilecektim. Beni bir görse, arkadan ne geleceğini çok iyi biliyordum: Eklezyas-tikus. Sonunda beni gördü ve avazı çıktığı kadar haykırdı: “Tüm kötülükler, kadının kötülüğü yanında hiç kalır! Eklezyastikus 25:19.” Yüzümü buruşturup hızla yanından geçtim, dükkânın kapısına çıkan basamakları tırmanmaya koyuldum. “Suç senin!” diye bağırırken parmağı dosdoğru bana dönüktü. Gözleri benimkilere çakılmıştı. Son iki basamağı da çıkıp kendimi kapıdan içeriye attım. Bu sefer sarkaç artık Percy Bysshe Shelley’e doğru sallanacaktı. Ben kapıdan girerken Sarah Greenhalgh içini çekercesine, “Đyi misin, Lara? Nesi var bu korkunç adamın böyle?” dedi. Hem komşumuz hem de dükkândaki baş yardımcımız olan emekli denizci Alex Stewart,^Kaçık herhalde,” diye fikrini belirtti. “Ya da belki nedeni yalnızca milenyumdur,” diye ekledi sonra. “Đçimizde ilkel türde bir takım korkular uyandırıyor sanıyorum. Gazeteleri görmüşsünüzdür. Dünyanın her yanında insanlar gökteki işaretlere, bilmem nelere kaygılanıp duruyorlar. Besbelli hayatın sonunun gelmesine ilişkin tüm felâket belirtileri ortaya dökülmüş.” Ben, “Keşke milleti rahatsız etmek için kendine bir başka kaldırım bulsa,” diye iç geçirdim. “Ticaretimiz açısından çok zararlı! Polisi aramak da içimden gelmiyor ama. Acınacak bir yanı var.” Sonradan düşününce bakıyorum da, adam deli de olsa, bir bakıma haklıydı aslında. Belki kesin ve kronolojik anlamda değil. Bizim dükkânın depo odasında bir adam ölmüştü. Yangından sonra değil, önce öldürülmüştü. Bir süre için şeytan, ya da onun yeryüzündeki celladı, gerçekten aramızda dolaşmıştı. Bunu kabullenmek şimdi bile acı veriyor ama, sorumluluğun, suçun birazını da ben 14 MOCHE SAVAŞÇISI üstlenmek zorundaydım, çünkü olanlar hep benim duyarlı bir durumla başa çıkamayışımdan kaynaklanmıştı. Bu tatsız hikâyenin başlangıcı, ya da en azından polis dosyalarındaki başlangıcı, dükkânımın yanıp kül oluşuydu. Ama benim kafamda olay ondan birkaç ay daha geriye gidiyordu. Maud McKen-zie’nin hiç yoktan ölüvermesiyle başlıyordu. Bizim Greenhalgh ve McClintoch dükkânının bulunduğu York-ville banliyösünde oturan eksantrik bir tipti Maud. Kocası Frank-Iih’le birlikte bir dükkân açmışlardı. Her şeyi satıyorlardı orada. Antikalar, döküntüler… sağ olsunlar, o yerin adına da Old Curiosity Shop* demişlerdi. Evleri dükkânın üst katındaydı. Maud’la Frank oldum bittim oradaydılar. Onların orada olmadığı bir zamanı ben hatırlayamıyordum. Dükkânın bulunduğu bina, önceleri Maud’un ailesine aitti. Aile orayı satıp başka tarafa taşındıktan çok sonra, Maud’la Frank gelip eski binayı yeniden satın almayı başarmışlardı. Yorkville kentin kenar mahallesiyken de oradaydılar, yetmişlerde buranın kültür merkezi haline geldiği, güzel cafelerin açıldığı, en iyi folk şarkıcılarının’geldiği günlerde de, sonra işlerin çirkinleş-tiği, uyuşturucunun yaygınlaştığı dönemlerde de. Derken Yorkville bir rönesans yaşadı, lüks alışveriş merkezi oldu, onlar yine eski tempolarında hayatlarını sürdürdüler. Oldukça gayriresmi bir havası olan esnaf derneğinin kurucusu onlardı. Dernek her şeyden çok, sosyal kulüp niteliğindeydi. Bizim gibi birkaç dükkân sahibi üyesi vardı. Haftada bir Coffee Mill’de toplanıyor, bu toplantılara sokak toplantısı diyorduk. Noel dekorasyonlarımızı koordine ediyor, bölgenin reklamı için bir fon oluşturuyor, vandalizme karşı mücadele ediyor, normal konularda işbirliği yapıyorduk. Ama en çok yaptığımız da dedikodu etmekti. Kim dükkânı yeniliyor, kim kapatıyor, kim yeni dükkân açıyor, falan. Birkaç yıl önce bir keresinde, kocam Clive’dan boşanırken dükkânı satıp ona para vermek zorunda kalmıştım. O sıralar benim hakkımda da çok dedikodu ettiklerinden eminim. Sokağı sanki hayatımız ona * Eski ilginçlikler dükkânı, (ç.n) 15 LYN HAMILTON bağlıymış gibi kontrol altında tutuyorduk. Zaten hayatımızın ona bağlı olduğu da bir gerçekti. Sıkı fıkı bir guruptuk. Arkadaştık. Bunun bir nedeni, genelde pek aynı dalda çalışmayışımızdandı. Doğrudan rakip sayılmıyorduk. Bir moda tasarımcısı, bir kitapçı, bir kuaför, bir el sanatları dükkânı, benim antika mobilya ve tasarım dükkânım, bir de çarşafçı vardı. Yeni gelenleri tam dışlıyor sayılmazdık. Ama yeni birini içimize kabul etmek için oybirliği kararına ihtiyaç vardı. Oylama işini pek sık yapmıyorduk. Frank öldüğünde Maud işi devam ettirdi. Nasıl başardığını hiç anlayamıyorduk. Belki de o dükkân, hiçbirimizin tahmin edemediği kadar iyi iş yapıyordu. Đçeri girip biraz arandığınızda, orada pek çok hazineler bulabileceğiniz kesindi. Ama Frank öldükten sonra dükkâna pek yeni mal girdiği görülmüyordu. Zamanla Maud, kendi deyimiyle, ‘ayakları üzerinde pek de dengeli sayılamayacak,’ bir hale geldi. Biz de sokak toplantılarını onun evinde yapmaya başladık. Herbirimiz sırayla termos içinde kahve, biraz da bisküvi getiriyorduk. Derken bir gün, dükkânının vaktinde açılmadığını görünce, arkadaşım Moira ile ikimiz onu yoklamaya gittik. Sık sık ‘fenalık,’ geçirdiğini söyleyen Maud’u, ikinci kattaki dairesine çıkan merdivenlerin dibinde, yerde yatar bulduk. Adli tabip kötü düştüğünü söyledi. Boynu kırılmış, kafası yanlmıştı. Maud’u orada yatar gördüğümüzde, sanıyorum Moira da, ben de, bu mahallenin artık asla eskisi gibi olamayacağını düşündük. Maud’la Frank’in sandığımızdan fazla parası olduğu anlaşılınca şaşırdık. Doğru dürüst paraydı. Bir milyon doların biraz üstündeydi. Binanın ve içindekilerin satışından gelen de buna dahil değildi. Paranın büyük bölümü bazı bağışlara gitti, eski binayla içindekiler de Avustralya’daki bir yeğenlerine kaldı. Öyle bir yeğenleri olduğunu hiç bilmiyorduk. Vasiyetnamelerinde kahve gurubumuza da, sağlığımız elverdiği süre boyunca yılda bir kere istediğimiz restoranda yemek yiyebilmemiz için bir para bırakmışlardı. Vasiyetnamede herbirimizin adları teker teker belirtiliyordu. 16 MOCHE SAVAŞÇISI Bir süre boyunca tüm konuşmaların konusu Frank’le Maud oldu. Moira bir sabah dükkânların açılmasından önce kahve içmeye uğradığında, ben yüksek sesle, “Onca para nereden geldi acaba?” dedim. “Yatırımlardan.” Moira güzellik salonunun sahibiydi. Cilalı uzun tırnaklarını masaya tık tık vurarak, “Bir keresinde onlara uğramıştım,” diye devam etti. “Maud üst kattaki çalışma masasında çalışıyordu. Elinde tahviller vardı gibi geldi bana.” “Ama yatırım yapmak için de para gerek,” dedim. “Kişisel tecrübeme bakarak söylüyorum, bu tür dükkânlardan pek öyle zengin olunmaz.” “Belki onlar bu işte bizden daha becerikliydi,” dedi Moira. Kendini de katmakla tevazu gösteriyordu. Aslında çok başarılı bir iş kadınıydı. Nedense o günü çok iyi hatırlıyorum. Dükkânımda çevreme bakındım. Gözüme pek güzel görünüyordu. Kendi kendime, çoktan beri ilk defa olarak, hayatımdan ne kadar memnun olduğumu düşündüm. Çevremdeki evren ne de güzel derlenip toparlanıyordu. Đşler gerçi pek harika sayılmazdı ama, en azından dengeli ve istikrarlıydı. Sarah ile ikimiz iyi geçiniyor, birlikte iyi çalışıyorduk. O genelde satın alma kararlarını bana bırakıyordu. Bu nedenle yılda dört kere, dünyanın hoşuma giden yörelerine seyahatlar yapıyordum. Sarah’ya gelince, o doğuştan hesap insanıydı. Dükkânı son derece iyi yönetiyordu. Tekrar tekrar gelen müşterilerin adlarını yazdığımız bir rehber oluşturduk. Đşlerin zayıf olduğu dönemlerde bu müşteriler bizi idare edebiliyordu. Kişisel hayatımı da iyi diye değerlendirebiliyordum. Bir yıla yakın süreden beri bir hayat arkadaşım yoktu. Bir önceki sevgilimi arasıra düşünüp duruyordum. Meksikalı bir arkeologdu. Adı Lucas May’di. Onu istediğimden daha sık düşündüğümün farkındaydım. Bazen içimden onu arayıp bana geri dönmesini istemek de geliyordu. Ama kendimi tutuyordum, çünkü bekâr yaşamaktan hoşlanan biriydim. 17 LYN HAMILTON Moira gibi arkadaşlarla mümkün olduğu kadar sık buluşuyordum. Haftada bir akşam Toronto Üniversitesine, kursa gidiyordum. Dersler eski tarih ve eski dillerle ilgili oluyordu. Bunu daha çok, işimle ilgili olduğu için seçmiştim. Ama ilgi duyduğum bir konuydu. Bilimadamı olmayacağımı çoktan fark etmiştim. Ama pek çok konuda bir şeyler bilmek hoşuma gidiyordu. Hele mal almak için gittiğim diyarların tarihini bilmek, daha da ilginçti. Orada tanıdığım Maltalı bir genç çift vardı. Onlara da bir bakıma annelik ediyordum. Kanada’ya gelmelerinin nedeni, kocanın, yani Anthony Farrugia’nın mimarlık eğitimi almasıydı. Onlara arka çıkan bir de arkadaşım Rob Luczka vardı. Kanada Kraliyet Atlı Po-lisi’nde çavuştu. Onunla birkaç yıl önce Malta’da tanışmış, sonra teması kesmemiştim. Genç Farrugias’lar, Rob’la kızı Jennifer ve sevgilisi Barbara’nın oturduğu evin bodrum katını kiralamışlardı. Arasıra Farrugias’lara uğruyordum. Anthony’nin annesine ayda bir kere telefon edip haberleri bildiriyordum. Kente indiğimde Anthony ve karısı Sophia ile, Rob ve ailesiyle bir pazar yemeği yiyordum. Hayatım belki pek heyecan dolu değildi ama, çok rahat bir hayattı. Moira düşüncelerimi yarıda keserek, “Ee, sence Maud’un artıkları ne olacak?” diye sordu. Alex, “Avustralyalı yeğenin işine yaramaz onlar,” dedi. “Ev satılacak, mallar da müzayedeye çıkacak. Molesworth &. Cox’da.” Akla ilk gelen müzayede kuruluşunun adını söylemişti. Moira, “Eh, sen öyle diyorsan, kesinlikle öyledir, Alex,” dedi. “Nasıl yapıyorsun, bilmiyorum, ama her zaman, her şeyi biliyorsun.” Ama bu sefer bilemediği ortaya çıktı. Binanın önüne gerçi ‘SATĐLĐK’ levhası fazla gecikmeden konmuştu. Bölgenin mülk sahiplerinden bir adam orayı hemen satın aldı. Kısa bir süre sonra da içerisi yeni bir kiracı için onarım görmeye başladı. Mal sahibi oraya kimin geleceğini söylemiyordu. Yalnızca kiracısının pek kibar, pek üst sınıftan, pek heyecan verici biri olduğunu söylüyor, bu da bize pek bir şey ifade etmiyordu. Hepimiz kendimizi öyle görüyorduk zaten. Onarımı gözlerimizden kocaman tahta perdeler saklamak18 MOCHE SAVAŞÇISI taydı. Gözetlemeye çalışsak da olmuyordu. Alex Stewart bile öğrenemedi yeni kiracının kim olacağını. Derken tahta perdeler bir şamatayla indirildi, dükkân tüm hey-betiyle ortaya çıktı. CLIVE SWAIN, TASARIMCI, ANTĐKACI, deniyordu levhada. Eski kocam, itoğlu it, aynı sokağın karşı kaldırımında benimle rekabete kalkışıyordu. Đşte o andan itibaren benim rahat küçük dünyam da çözülmeye başladı. Moira, “Tanrım, bazı erkeklerden kurtulmak ne kadar zor!” diye bağırıyordu. “Kirli gömlek gibi yapışıyorlar insanın üstüne.” “Korkunç bir şey,” diye inledim. “Burada ilk iş yerini açan benim.” Hiç gereksiz bir sözdü, çünkü Moira olup bitenleri zaten çok iyi bilen biriydi. Ama ben yine de söylemek zorundaydım. “Bu işe heveslenmesinin tek nedeni, evlendiğimizde ona her şeyin yarısını verecek kadar salak olmamdandı. O da itin teki olduğundan, ayrıldığımızda benden dükkânı satıp paranın yarısını ona vermemi istemişti. Dükkânı Sarah ile birlikte geri alabilişim büyün şanstı aslında. Ama bu sefer de … şu yaptığına bak! Tam karşı kaldırımda!” Moira anlayışlı sesler çıkarıyordu. “Kadınlara asalak olmayı iyi bildiği belli,” dedi. “Önce sen, ama sen onu tanıyınca tekmeyi patlatmışsın. Bu sefer yeni bir kadın … neydi adı? Celeste. Ona dükkân satın alıyor.” Sonra devam etti. “Senin için büyük bir tehdit oluşturacağını sanmıyorum, hayatım.” Moira herkese ‘hayatım,’ der dururdu. “Ömründe dürüst emekle iş yapmış biri değil, haksız mıyım?” O kesinlikle doğru, diye düşündüm. Clive harika bir tasarımcıydı. Bir süre için birlikte iyi bir ikili oluşturmuştuk. Ama çok geçmeden gerçekler ortaya çıkmıştı. Ben dükkânın yarısını ona düğün hediyesi olarak verir vermez, otel havuzlarında yan gelip bikinili kızları gözleyerek vakit geçirmeye başlamıştı. Ben o sırada cipime atlamış dağ yollarına tırmanır, usta ahşap yontucuları-^farken ya da ter kokan bir antrepoda gümrük görevlileriyle dişe diş tartışırken! 19 LYN HAMILTON Teknik olarak haklıydı Moira. Clive çalışmaktan hoşlanmazdı. Celeste adında zengin bir kadınla evlenmişti. Đşi yapacak adamları tutmak için yeterince parası vardı kadının. Ben bunu hafife almaya çalıştım, Sarah’ya güvence vermeye uğraştım. Sarah o sırada herhalde, bir önceki hayatında ne günah işleyip de şimdi kendini bu mücadelenin içinde bulduğuna şaşıyordu. Ben ona, Clive’ın problem olmayacağını söylemeye çalıştım. Ama aslında Clive mecbur kalırsa çok çalışmasını da bilirdi. Boşanma sürecinde çok zorlu bir düşman oluvermişti. Onu tehdit saydığım doğruydu. Ama daha fazlası da vardı. Bir zamanlar sevmiştim onu. On iki yıl evli kalmıştık. Adını karşı kaldırımdaki tabelada yaldız harflerle yazılı görmek, bir bakıma her şey benim yetersizliğimden olmuş gibi bir duygu getiriyordu. Evliliğin çözülmesi, Clive’ın davranışı falan hep benim eksikliklerimden olmuş gibi. Bu sokakta ilk sefer nasıl karşılaşacağımızı düşündükçe korkuyordum. Karşılaşmaktan kaçınılamazdı. Kaygılarım beni çok öfkelendirdi. Hem Clive’a, hem de kendime öfkelendim. Yüzüme mümkün olduğu kadar iyi bir ifade takınmaya çalıştım, hayatımın rutin temposuna dönüp normal işlerime yöneldim. Yakında seyahata çıkıyordum. Endonezya ve Tayland’a. Ayrıca Meksika’dan son gelen sevkiyatın muamelesi vardı. Sosyal yanda da pazar günleri Rob’un evinde yenilecek yemek yaklaşıyordu. Yılın bu mevsiminde hep yaptığımız gibi, Sophia, Jennifer ve ben terasta oturacak, Rob’la Anthony’nin etleri ızgarada pişirmesini seyredecektik. Barbara da, sarı atkuyruğu, şirin hali, enfes vücuduyla ko-şuşturacaktı. Martha Stewart ödülleri arasında mükemmel ev bakımına da ödül verilse, Barbara ona aday olurdu. Bize zarif ordövrler ikram edecek, bilmediğim türlü şeylerin katıldığı salataları ortaya getirecekti. Molesworth &. Cox’da Maud’un mallarının müzayedesi de vardı. Oraya gitmek istiyordum. Belki Maud’un bir şeylerini ben alabilirdim. Dükkânda satılabilecek şeyleri. Belki Maud ile Frank’i hatırlatacak biranı falan. Alex’den müzayede duyurularını izlemesini, yaklaştığında bana haber vermesini istedim. 20 MOCHE. SAVAŞÇISI Alex daha iyisini yaptı, bana katalogu getirdi. O gün ben Cli-ve’tn dükkânına bakmamaya çalışarak vitrini değiştirirken, Alex de katalogu inceliyordu. “Aa, burada ne var!” diye mırıldandığını duydum. “Şuna bir bak, Lara. Benim sandığım şey mi bu?” Kataloga göz atıp gülümsedim. “Cape Cod,” dedim. “Aferin Alex. Benim dikkatimi çekmeyebiiirdi.” “Jean Yves ne kadar sevinecek!” dedi. “Bunu kaçırmamak için oraya erken git bence.” “Bu” dediği, altı su bardağıydı. 1880 yapımı, Cape Cod desenliydi. Maud’un eşyalarıyla aynı günde müzayedeye çıkıyordu. Jean Yves dediği de, Jean Yves Lassonde’du. Fransız bir aktördü. On yıl önce bir film çevirmek için Hollywood’a gelmiş, sonra Amerika’da kalmış, New York’un kuzeyinde kendine bir çiftlik alıp yerleşmişti. Birkaç yıl önce tanışmıştım onunla. Clive’la birlikte iş yaparken. Jean Yves buraya da bir film çevirmeye gelmişti. O zamanlar adı McClintoch ve Swain olan dükkâna öylesine gi-» rivermişti bir gün. Ve bayılmıştı dükkâna. O ilk ziyaretinde çok güzel bir antika aynayla bir antika dolap almıştı. Dolabı çiftliğine sonradan yollamıştım. Ondan sonra kente ne zaman gelse uğrar, hemen her seferinde bir şeyler alırdı. Bir gelişinde ona kocaman, meşe oyması bir yemek masası satmıştım. Meksika’dan gelme bir çalışmaydı. On altı sandalyesinin arkalarındaki oymalar harikaydı. Oturma yerleri de tam dozunda eskimiş deriydi. Benimle şakalaşmış, bu kadar büyük bir masayla ne yapacağını hiç bilmediğini söylemişti. Cape Cod desenli antika kadehlerin koleksiyonuna başlamıştı ama ondan da ancak beş tane bulabilmişti. Kuzey Amerika yapımı cam gerçi benim alanım değildi ama Jean Yves çok iyi müşteri olduğu, çok da şeker bir insan olduğu için, biraz araştırma yapmıştım. Bu çeşit malın kalıpları sürekli olarak ABD/Kanada sınırından geçip duruyordu. Belli bir süre boyunca bu desenin, sınırın Kanada tarafındaki Burlington’da işlendiğini bulgutamıştım. Bunları öğrenince, Toronto dışındaki bir gayrimenkulun ve eşyalarının satışı sırasında bir tek bardak daha bulmuş, alıp ona, dük21 LYN HAMILTON kânın armağanı olarak yollamıştım. Çok sevinmişti. Tahmin etmiştim zaten. Hediyeyi kabul etti, ama yeni bardaklar bulursam parasını vermek istediğinde direndi. Daha sonra iki tane daha buldum. Bir tane de kendisi buldu. Böylece bardaklarının sayısı dokuz oldu. Yedi tane eksiği vardı. Molesworth ĐL Cox katalogunda da altı tanesinin resmi çıkmıştı. Jean Yves gerçekten çok sevinecekti. . Müzayede günü hava sıcak ve yapışkandı. Ben o seçkin ve serinletilmiş salona, içimde rahatlama ve umut duygularıyla girdim. Müzayedelerde pek fazla şey satın alanlardan değikiim. Genelde yapan ustanın kendisinden alırdım, ya da dünyanın çeşitli yerlerinde bu işlerle ilgilenen acentelerle iş görürdüm. Ama çoğumuzun adrenalinini arttırmak, rekabet duygularımızı harekete geçirmek için müzayededen iyisi de yoktur. Molesworth &. Cox bu> rekabet ateşine biraz da eski dünya kla-sı ve kibarlığı getiriyordu. Eski bir Đngiliz şirketiydi. Yaklaşık yüz elli yıl önce kurulmuştu. O dönemlerde imparatorluğun en uç bölgelerinin hazineleri Londra’ya boşalıyordu. Şirket de Majeste Kraliçeye ve birkaç aile mensubuna değerli mallar sağlamaktan gurur duymaktaydı. Kuzey Amerika’ya el atmaları birkaç yıl önce gerçekleşmişti. New York, Dallas ve Toronto’da müzayede salonları açmışlardı. Toronto’daki yerleri King Caddesinde, yani Bankaların gökdelenlerinden bir iki sokak ötedeydi. O bankaların yönetim kurulu salonlarında da bir hayli Molesworth &. Cox malı bulunurdu zaten. Çağdaş katedraller gibiydi o salonlar. Müzayede salonunun dıştan görünüşü ise öyle bir tevazu paketi içine saklanmıştı ki, sağlam bir tarifle gitmiyorsanız onu gözden kaçırabilirdiniz. Sessiz zarif kapının yanında ufacık bir bronz plâka. Hâlâ Đngiltere Đmparatorluğunun havası vardı burada. Özenle korunmuş bir atmosfer. Ne zaman gelsem, Hindistan’daki Đngiliz kulüpleri gelirdi aklıma. Saksılarda palmiyeler, pencerelerde güneşe ve sıcağa karşı panjurlar, her tarafta pml pınl pirinçler, desenli pirinç tepsi içinde, ışığı yan geçiren incecik porselen fincanlarda sunulan koyu bir çay, ortalıkta pahalı purolara özgü o belli belirsiz koku. Konuklar içeriye girebilmek için kapıyı çalmak zorundaydı. Girince de, kendilerini hemen vitrinlerin karşısında buluyorlardı. Giriş ho22 MOCHE SAVAŞÇISI lünde, her iki yanda ikişer taneydi vitrinler. Salonların duvarı çok koyu yeşildi. Yerleri oryantal halılar kaplıyordu. Her müzayedede yaptığım gibi etrafı çabucak süzdüm, ilgi duyduklarımın dışında başka dikkate değer bir şeyler olup olmadığına baktım. Maud’un eşyalarını hemen gördüm, iki küçük gümüş çerçeveyi kendim için almaya karar verdim. Dükkana da şu üç eski pirinç şamdanı alabilirdim. Su bardakları ikinci salondaydı. Çabucak onlara da baktım. Bu tür cam günümüzde kolleksiyon malı olmuştu. Fiyatları da öyle yükselmişti ki, ortaya birçok taklit mal çıkmaya başlamıştı. Altı bar dak bana iyi göründü. Zaten Molesworth &. Cox’un sertifikası da olacaktı. Bardaklar için 175 dolarlık bir rezerve teklif zaten vardı. Jean Yves herbir bardak için 50 dolar veriyordu, demek biraz ma nevra payım vardı. < Her zamanki müzayede stratejimi izledim, gerçekten istediğim objelere çok az zaman ayırdım. Kayıtsız bakışlarla şöyle bir baktım onlara. Sonra almayacağım mallara ufcun uzun baktım, onları inceledim. Çok mükemmel bir çift Royal Doulton porselen vardı bu sefer. Dük bilmemkime ait olduğu belirtiliyordu. Kraliçe Victoria sırf bunları görmek için Dükün şatosuna, ziyarete gitmişti. Uyguladığım bu küçük hileden ne gibi bir çıkar umduğumu bilemiyordum. Herhalde hiç kimse, sırf ben baktım diye bir objeye yüksek fiyat verecek değildi. Batıl inanç belki de. Molesworth ĐL Cox’da alıcıların kayıt yaptırıp kredilerini onaylatmaları gerekiyordu. Bir kere kabul edilince, onlara bit numara, bir de üzerinde o numaranın yazılı olduğu işaret levhası veriliyordu. M ĐL C’de öyle yakışıksız bağrışmalara, seslenmelere yer yoktu. Fiyat yükseltmek isteyenin tek yapacağı, işaret levhasını havaya kaldırmaktı. Gerekirse eliyle de miktarı işaret ederdi. Mümkün olduğu kadar kibar bir şekilde. Erkenden yerime oturdum. Yine her zamanki gibi arka sıralardan birinin ortalarına yerleştim, diğerlerinin önlere oturuşunu seyrettim. Her zamanki sanıklar yine oradaydı. Bir düzine kadar aracı. Bir ikisini adıyla tanıyordum, ama ötekilerin görünüşü de yabancı değildi. Sharon Steele’i görünce biraz bozuldum. Queen sokağının 23 LYN HAMILTON batı kesiminde bir antikacı dükkânı vardı, üstelik eski camlar da ihtisas konusuydu. Herhalde bardaklara o da ilgi gösterecekti. Bir iki de genç iş adamı tipi çift vardı. Bir iki Arap iş adamı, birkaç da zengin görünümlü Çinli. Ernie de gelmişti. Yaşlı bir adamdı. Geldiğim her müzayedeye o da gelirdi. Ama hiçbir zaman, hiçbir şeyi satın aldığını görmemiştim. Çevreyle uyumsuz bir tek kişi vardı. Onu daha önce hiç burada görmemiştim. Ama tabii bunun da bir önemi yoktu sanıyorum, çünkü kendi çöplüğü dışına çıkmış bir hali olduğu kesindi. Orta boylu, esmer, yakası ve manşetleri biraz eski, grimsi yeşil elbisesi biraz parlamıştı. Başka yerde olsa göze batmazdı. Bir tek burada böyle batıyordu. Heyecanlıydı. Kaçamak bakışları vardı. Elleri ceplerinde, gözleri fıldır fıldırdı. Đkide bir dili ağzından çıkıp dudaklarında hızla geziniyor, yeniden ağzına giriyordu. Đnsanlara ilk bakışta isim takma huyuma uydum, bu adama da Çıyan adını taktım. Müzayede saati geldiğinde, Çıyan’ın çıkıp gitmesini bekler gibiydim. Öyle bir şey yapsa, şaşmazdım. Ama yapmadı. Üstelik kredi masasından da geçebilmiş olmalıydı, çünkü elinde bir işaret numarası vardı. Dokuz numara. Benden birkaç sıra önde, hafif sağda bir yere oturdu. Maud’un aynalarıyla şamdanları, satışa üçüncü ve dördüncü sırada çıkıyordu. Bardaklar onuncu sıradaydı. Đlk iki obje için hızla fiyat yükseltildi, ama Maud’un eşyaları için karşıma pek ciddi rakipler çıkmadı. Hem çerçeveleri, hem de şamdanları, oldukça iyi sayılabilecek fiyatlara alabildim. Sonra arkama yaslandım, bardakları beklemeye başladım. Sharon Steele henüz hiçbir şeye fiyat vermemişti. Onun da bardakları beklediğine karar verdim. Aslında muhafazakâr fiyatlar verirdi, onu biliyordum. Bu nedenle, istediğimi elde edebileceğim kanısındaydım. Sharon on sekiz numaraydı, ben ise yirmi üç. Bardaklar ortaya çıktığında, rezerve teklifle açıldı, birkaç kişi fiyat belirtti, ama fiyat 230 dolara çıktığında, bir tek Sharon’la ben kalmıştık. Müzayedeci ikimiz arasında gide gele 300 dolara çıktı. Bu fiyat Jean Yves’in limitiydi. Ama ben 310 dolara da çıktım, bunun artık son olacağını umdum. Olmadı. Anlaşılan Sharon da çok istiyordu bardakları. Ben kafamda, ne kadar bir zarara razı olmam gerektiğini hesaplamaya 24 MOCHE SAVAŞÇISI başlamıştım. Jean Yves iyi müşteriydi, yo, o yetmez, harika müşteriydi. Bugünlerde işler de pek kesat sayılmazdı. Yine de, Sarah ile ben hiçbir zaman bu işten zengin olacak gibi görünmüyorduk. Đyi aylarda kirayı zar zor çıkarıyorduk. Tereddüt eden kaybeder, diye bir atasözü vardır. Fiyat 400 dolara çıktıktan sonra bir iki saniye içinde sinirim bozuluverdi. Sha-ron’u da, beni de şaşırtan bir şey olmuştu. Arkalardan biri 450 dolar fiyat vermekteydi. Tokmak o anda indi. Müzayedeci, “Otuz bire satıldı,” diye duyuruda bulundu. Hayâl kırıklığımı onarmaya çalışıyordum ki, arkamdan çok iyi tanıdığım bir ses, sıcak bir havada konuştu: “Sanırım Jean Yves bu bardaklara pek sevinecek, ne dersin?” Clive. Dönüp eski kocama baktığımda, yüzünde kasıntı bir ifade vardı. Tam arkamda oturuyordu. Pek şık giyinmişti. Belki Armani, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Moira olsa hemen bilirdi. Gözünde çok moda tel çerçeveli gözlük vardı, saçları da pahalı berberde kesilmişti. “Niye yapıyorsun bunu?” diye tısladım. Ben konuşurken o bıyığını sıvazlıyordu. Bu hareketini bir zamanlar çok çekici bulduğumu da hatırladım. Oysa şimdi ne kadar sinirime dokunuyordu. “Neyapıyormuşum?” diye sordu saf saf. “Bardakları Jean Yves için alayım diye düşündüm. Sharon alır diye korktuğum için de, hemen atıldım.” “Bana karşı çıkmak için yaptın,” dedim. “Neden? Sana dükkânın parasının yarısını verdim. Herhalde Celeste’in de sana iyi bir hayat yaşatacak parası vardır.” Hâlâ tıslayarak konuşuyordum. “Ama mesele hiçbir zaman parada değildi, sevgilim. Yalnızca yaratıcılığımı ortaya koyacak bir fırsat arıyordum.” Hı, eminim, diye düşündüm. “Ben senin sevgilin değilim,” diye çıkıştım, yerimden kalkıp kapıya yöneldim. Yanımdaki sandalyelerde oturanların bacakları üzerinden atlayıp çıkabildiğimde, göstermemekte kararlı olduğum yaşlar gözlerimin arkasını yakıyordu. Bir sonraki objenin arttırması başlamıştı 25 LYN HAMILTON bile. Salonun arkasındaki kapıdan sendeleyerek çıkmak üzereyken, oradaki saksı bitkisinin arkasında birinin saklanır gibi durduğunu gördüm. Orada ne işi olabilirdi insanın? Elinde numara falan yoktu. Bu ortama Çıyan’dan bile daha yabancı görünüyordu. Simsiyah giyinmişti. Salonda yer almakta olan arttırmayı tüm dikkatiyle izlemekteydi. Ben yanından geçerken konsantrasyonu bozuldu, döndü, bir an tam gözlerimin içine baktı. Sesli bir soluk salmayı zor engelledim. Gözleri çok kara, çok uzun kapaklıydı. Ellerinin üstü kara kıllarla kaplıydı. Neden bilmem, kollarını bedeninden uzakta tutuşu bana yengeçleri hatırlattı. Ya da kocaman, kara bir örümcek. Hem de zehirli. Gözleri bir iki saniye benim gözlerime baktı, sonra yeniden arttırmaya döndü. Đlgim kabardı, ben de dönüp baktım. Arttırma çok rekabetçi olmaya başlamıştı. Đlgilenen taraflar iki taneydi. Göze göz, dişe diş, gidiyorlardı. Dokuz numarayla otuz bir numara: Clive ile Çıyan. Satılan, içinde küçük objeler bulunan bir kutuydu. Gümrükte alakonulmadığı için şimdi buraya gelebilmişti. Müzayede başlamadan önce vitrinleri gezerken görmüştüm onu. Fazla dikkat etmemiştim. Şimdi de salondan çabuk kaçma telaşı içinde, malın nasıl tarif edildiğine dikkat etmemiştim. Hatırımda kaldığına göre, kutuda ıvır zıvır bir şeyler vardı. Bir ikisi ilginç de olabilirdi, ama benim ilgilendiğim şeyler değildi. Give’m dikkatini bunlardan hangisinin çektiğini çok iyi biliyordum. Küçük bir yeşim şişe. Enfiye şişesi. Clive’m meraklarına birden ona kadar numara verilse, dokuz buçuğunu enfiye şişeleri doldururdu. Çok etkileyici bir kolleksiyonu da vardı. Bir zamanlar sa-lonumuzdaki cam sehpanın alt rafında sergilerdik o kolleksiyonu. Doğum günü ya da yılbaşı hediyesi olarak ben de birkaç şişe bulmuştum ona. Her seferinde çok sevinmişti. Arttırma ısınıyor, hızla yükseliyordu. Çıyan levhasını kaldırmadığı zamanlarda dönüp Give’a umutsuz bakışlarla bakıyordu. Fiyat yükselmeyi sürdürdü. Clive sandalyesinde öne abanıyor, Çıyan alnındaki terleri siliyordu. O kutuyu çok istediği belliydi. Ama belli olan bir şey daha vardı. Gerekli paraya Give sahipken, Çıyan sahip değildi. 26 MOCHE SAVAŞÇISI Tokmak inmek üzereydi. Clive zaferin kokusunu almaya başlamıştı. Yanında oturan güzel kadına eğilip bir şeyler fısıldadı. Đşte o anda, bir dürtü sonucu, Clive’ın bana yaptığını ben de ona yaptım. Elimdeki numarayı havaya kaldırdım, daha ne olduğunu anlayamadan kendimi, 990 dolar karşılığında o değerli kutunun sahibi olarak buldum. Çok kötü bir şeydi bu yaptığım. Çocukçaydı. Uçarıydı. Hattâ serserilikti. Ayrıca da ömrümde yapıp yapacağım en büyük hatalardan biriydi. 27 ĐKĐ “Clive mı aldı?” diye haykırdı Moira. “Ne korkunç!” Dükkânın arkasındaki küçük çalışma odasında oturuyorduk. Dükkânı yeni kapatmıştık. Satın aldığım o lanet olası kutuyu düşünüyorduk. O sırada Diesel masaya sıçradı, burnunu kutuya soktu. Diesel bizim turuncu renkli kedimizdi. Dükkânın resmi kedisi unvanını taşıyordu. Kutudakileri bir iki dakika kokladıktan sonra başını kaldırıp bana baktı, tiksinmiş gibi döndü, daha ilginç faaliyetlere doğru yollandı. “Aptallık, biliyorum,” diye seslendim arkasından. Enfiye şişesini Clive’ın elinden kapmanın zevki pek kısa sürmüştü. Binadan çıkana kadar bile dayanamamıştı. Kişisel kredi kartımı çıkardığım anda bitmişti (böyle bir hovardalığı dükkâna nasıl ödetebilirdim?) Bin dolarım gitmişti. Daha kesin konuşmak gerekirse, 990 dolarım. Böylelikle kartım da limitine tehlikeli denecek kadar yaklaşmıştı. Dükkâna dönerken çaresizlik içindeydim. Bir saat kadar sonra Moira çıkageldi. Siyah saçlarını yeni modaya göre toplamış, üzerine uzun gri koton bir kazak giymişti. Bacaklarında aynı renkte tayflar vardı. Her zamanki gibi harika görünüyordu. Akşama biriyle çıkacak herhalde, diye düşündüm. Ama o, geçerken uğradığını söyledi. Belki de Alex, benim üzüntümü hissetmiş, onu çağırmış olabilirdi. Ama ikisi de bir şey söylemiyorlardı. Moira birkaç dakika sessizce düşündükten sonra, “Bence yapman gereken belli,” dedi. “Birini bul, o yeşim parçasını pandantif yaptır, her gün boynuna tak. Her Tanrının günü. Clive’ın dükkanının önünden gelip geçerken.” Gülmemi tutamadım. Moira, “Đşte bu daha iyi,” dedi. “Şimdi bakalım başka neler varmış burada. Belki de bir hazine çıkar, tüm kayıplarını giderir.” 29 LYN HAMILTON “Hiç sanmam,” dedim. “O kutuda değerli bir şey olsa, Moles-worth &. Cox bulurdu, ayrıca satardı. Yanlış mı?” Moira, “Bilemezsin,” diye direndi. “Bir bakalım. Enfiye şişesi kaça gider dersin?” “En çok dört ya da beş yüz.” “Gördün mü, yarıyı kapattık bile. Açığımız beş yüz kaldı.” Kutuyu karıştırmaya başladık. Bulduklarımız bence verdiğim paranın kıyısına bile ulaşamazdı. Yeşim şişeyi beş yüze saysak bile. Moira hiç umudunu kesmeden kutuyu karıştırıyordu. “Bu ne şeker şey böyle!” dedi. Kutudan küçük bir obje çıkarmıştı. Đkimiz de baktık. Moira, “şeker,” ya da “şirin,” gibi kelimeleri çok kullanır, insanlar bu yüzden onun pek de zeki biri olmadığına hükmederdi. Oysa aslında özel okullarda okumuş, Đsviçre’de Finishing School’a gitmiş, iki yıl da Cornell Üniversitesine devam etmiş, sonunda züppe ailesine nanik yapıp onlardan uzaklaşmış, kuaförlüğe başlamıştı. Artık kentin en başarılı, en şık güzellik salonla-nndan birini işletiyordu. Ben dükkânı yeniden açtıktan sonra, son bir iki yıldır çok iyi dost olmuştuk. “Ne o?” diye sordum. “Sanki … yer fıstığına benziyor. Gümüş bir yer fıstığı.” Gözlerimi devirdim, ikimiz birlikte kahkahalarla gülmeye başladık. Gerçekten de tam yer fıstığı gibiydi. Boyu da yaklaşık o kadardı. Ağırlığını avucumda hissediyordum. Bir iki saniye sonra, “Aslında galiba gerçekten gümüş,” dedim. “Büyük ihtimalle de eski. Đşçiliği bir harika. Öyle gerçek duruyor ki, kırsan içinden iki minik fıstık çıkacağını sanıyorsun. Hem, şuraya bak,” dedim. Đki uçtaki minik delikleri gösterdim. “Sanırım bu bir boncuk olmalı.” “Demedim mi sana?” diye patladı Moira. “Bir hazine. Tek bir gümüş yer fıstığının piyasası var mı, onu bilmek zor tabii.” Yine birlikte güldük. Bu işte bir mizah unsuru bulabildiğim için gerçekten sevinmiştim. 30 MOCHE SAVAŞÇISI Moira, “En azından şunlar gibi plâstik değil,” dedi. Kutudan ipliğe dizilmiş boncukları çıkarıyordu. Altmışlı yıllarda çok modaydı bunlar. Đçimi çektim. Moira, “Ya da şunun gibi çirkin,” deyip pek acayip bir broş çıkardı. “Gümrükte takılmaması boşuna değilmiş,” diye sızlandım. “Oraya kadar gidip almaya bile değmez!” Bir yandan tahta kutuyu açıyordum. Đçinde eski samanlara sarılmış, ağzı genişleyen bir kâse ya da vazo buldum. Yüksekliği on sekiz yirmi santim vardı. Đç tarafına yılan gibi bir yaratık, özenle, enfes bir detay düzeyinde işlenmişti. Kâsenin ağzının çevresinde dolanır gibiydi. Dışında, biraz daha altta, bir güzel resim daha vardı. Fantastik bir sahneydi. Süslü püslü giyinmiş insanlar. Bir kısmı insan gibi, bir kısmının kafası kuş, hayvan, vb, gibiydi. Objenin çevresini sarıyorlardı. Ben kâseyi koruyucu ambalajından dikkatle çıkarıp havaya kaldırırken, Moira, “Vay canına, ne kadar güzel!” diye bağırdı. “Nedir bu? Çok eski gibi.” “Öyle görünüyor,” dedim. “Ama …” Vazonun dibini ona doğru çevirdim, “hecho en Peru,” sözlerini okumasını sağladın. Peru Malı. Kile işlenmişti bu sözler. “Sonra şu da var.” Küçük kartı kaldırıp gösterdim, ardından yazıları tercüme ettirn. “Pre-Columbian* vazonun replikası. Campirja Vieja, Peru’da yapılmış. Eğer Đspanyolcam beni yanıltmıyorsa, C*a-sı eski, küçük bir çiftlik mi yoksa? Kasaba ya da köy herhalde.” Moira güldü. “Đyi ki ben senin mesleğinde değilim,” dedi. “Buna kolayca kanardım.” “Kim olsa kanardı,” dedim. “Replikalann ilginç yanı, daha doğrusu röprodüksiyonlardan farkı, aslına tam uygun yapılmış olmasıdır. Malzemesi, yapılış biçimi, her şeyiyle. Hattâ bazen bu kopyalar yapılırken bilerek bir yerine bir kusur işlenir, orijinal sanılmasın diye önlem alınır. Çünkü belki kopyayla belgeleri birbirinden ayrı düşebilir, karışıklık başlayabilir. Örneğin burada, kopyanın çizgilerinden birinin orijinalden farklı olduğu düşünülebilir. Replikaları * Amerika’nın Kolomb öncesi “Yerli” sanatı. (ç.n.) 31 LYN HAMILTON yapmak çok pahalıdır. Ama pre-Columbian eserler öyle değerli ki, replika yapmaya da değer sanıyorum. En azından şu olayda. Rep-lika olduğu açıkça belirtilmiş. Ama bazı insanların belleği öyle kötü ki, vazonun dibine hecho en Peru yazısını kondurmayı bile unutabilirler.” Moira, “Demek turistler o zaman kazıklanıyor,” dedi. “Gerçek bir pre-Columbian parça aldıklarını sanıyorlar, gümrükte yakalanmasın diye kirli çamaşırlara sarıyorlar. Bu neyin kopyası sence? Peru diyor. Đnka herhalde.” “Emin değilim. Biliyorsun, bir ara Mezo-Amerika tarihi çalışmıştım. Özellikle Mayalar. Ama bu benim gördüklerime hiç benzemiyor. Peru’da yapılmış deyince akla Đnkalar geliyor, ama emin olamıyorum. Belki biraz araştırma yaparım. Zevk olsun diye. Vakit bulunca tabii.” “Lucas’a sorabilir misin? Peru eserlerini onun iyi bilmesi gerekir, öyle değil mi?” diye sordu Moira. Eski hayat arkadaşım Lucas’ı her zaman severdi. Đkimizin tekrar biraraya gelmemizi isterdi. Benim iyi bir ilişkiyi boşu noşuna bitirdiğim kanısındaydı. Oysa Lucas o ilişkiyi bir yıl önceden bitirmiş sayılırdı. Hem Meksika’ya borçlu olduğu vatanseverlik hizmetlerini yapıp, hem de ilişkimizi ayakta tutamıyordu. Ama Moirâ’ya göre bunlar önemsiz şeylerdi. “O Mayalar konusunda uzman, Moira. Peru konusunda değil. Hem o iş bitti, tamam mı?” “Her neyse,” dedi Moira. Bizim barışmamızdan başka hiçbir şey onu tatmin edemezdi. Bu durum arasıra sinirime dokunuyordu ama bir sevimli yanı da vardı. “Eh, her neyse, bunu dükkânda satabilir misin?” diye devam etti. Vazoyu elinde evirip çeviriyordu. “Bence senin malların arasına çok yakışacak. Sen zaten zaman zaman pre-Columbian eserler satıyorsun, değil mi?” “Evet, satıyorum ve yakışacağı da doğru,” dedim. “Hem de çok yakışır. Ama kaça satılır bu? Beş yüz getirir mi sence?” “Herhalde getirmez,” dedi Moira. Ona burnumu buruşturup dilimi çıkardım. “Gitmem gerek,” deyip yerinden kalktı. “Randevum var. Yeni bir adam. Acaba beklenen adam bu olabilir mi dersin?” 32 MOCHE SAVAŞÇISI “Herhalde olmaz,” diye onu taklit ettim. Güldü. “Bizim salona gel. Đlk gelişinde saçını bedava keserim. Çok da geciktirme.” Uzanıp bîr tutam saçımı gözüme indirdi. “Teşekkürler,” dedim. “Çok naziksin.” “Arkadaşlık ne gün için?” dedi. “Bu arada sen de bana bir yardımda bulunabilirsin. Bu adamla da işleri yüzüme patlattığım zaman.”
Lyn Hamilton – Moche Savascisi
PDF Kitap İndir |