M. Hardt, A. Negri – Çokluk, İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi

Günümüzde, tarihte ilk kez küresel çapta bir demokrasi olanağı beliriyor. Bu kitap bu olanağa, bizim ifademizle çokluk projesine dairdir. Çokluk projesi sadece eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu bir dünya arzusunu dile getirmekle kalmıyor, sadece açık ve kapsayıcı demokratik bir küresel toplum talep etmekle yetinmiyor, buna ulaşmanın yollarını da sunuyor. Kitabımızın varacağı nokta da bu, ancak elbette kitap bu noktadan başlayamaz. Demokrasi olanağı günümüzde, görünüşe göre dünyanın her yerini kaplayan sürekli çatışma hali nedeniyle tehdit altında. Kitabımızın söz konusu savaş halinden yola çıkması gerekiyor. Demokrasi, elbette, modern çağda büründüğü bütün ulusal ve yerel biçimleriyle tamamlanmamış bir proje olarak kaldı ve kesinlikle son birkaç on yılda yaşanan küreselleşme süreçleri demokrasinin karşısına yeni güçlükler çıkardı; ancak yine de günümüzde demokrasinin karşısındaki temel engel küresel savaş halidir… İçinde bulunduğumuz silahlı küreselleşme çağında, modern demokrasi hayali tamamen yitirilmiş gibi görünebilir. Savaşın demokrasiyle bağdaştırılması asla mümkün olmamıştır. Geleneksel olarak, savaş zamanı demokrasi askıya alınmış, krizi aşmak için iktidar güçlü bir merkezi otoriteye geçici olarak devredilmiştir. Günümüzde, sadece küresel ölçekte yaşanmakla kalmayıp uzun süreli de olan, sonu gözükmeyen bir savaş söz konusuyken, demokrasinin askıya alınması da süresiz hatta kalıcı bir durum olabilir. Bugün savaş genel bir nitelik kazanıyor, tüm toplumsal hayatı boğuyor ve kendi siyasal düzenini dayatıyor. Böylelikle, sürekli küresel çatışma halinde demokrasi, silahların ve güvenlik rejimlerinin altında derinliklerde gömülmüş, asla geri getirilemezmiş gibi görünüyor. Oysa demokrasi hiçbir zaman, bugünkü kadar gerekli olmamıştı. Başka hiçbir yol, savaş halindeki dünyamıza nüfuz etmiş korku, emniyetsizlik ve hâkimiyetten çıkış sağlayamaz; başka hiçbir yol bizi barış içinde ortak bir yaşama götüremez. Bu kitap, yeni, küresel egemenlik biçimine odaklanan İmparatorluk* kitabımızın devamı. O kitapta oluşum halindeki küresel siyasal düzen eğilimim yorumlamaya, yani bir dizi güncel sürecin içinden nasıl İmparatorluk dediğimiz yeni bir küresel düzen biçiminin ortaya çıkmakta olduğunu belirlemeye çalışmıştık. Hareket noktamız, asıl olarak ulus-devlet egemenliğinin modern iktidarlarca yabancı topraklara yayılmasını anlatan emperyalizm teriminin günümüz küresel düzenini artık yeterince açıklayamadığı tespitiydi. Bunun yerine, asli öğeleri ya da düğümleri arasında hâkim ulus-devletler kadar ulusüstü kurumlar, önde gelen kapitalist korporasyonlar ve başka güçler bulunan bir “ağiktidar”, yani yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıkıyor. Bu ağ-iktidarın “emperyalist” değil “emperyal” olduğunu iddia ediyoruz. İmparatorluk ağındaki her güç eşit değil elbette -aksine, kimi ulus-devletler müthiş bir güce sahipken kimileri neredeyse tamamen güçsüz ve aynı şey ağda yer alan çeşitli şirketler ve kurumlar için de geçerli. Ancak eşitsizliklere rağmen bu güçlerin işbirliği yaparak mevcut küresel düzeni, * Bkz. İmparatorluk, çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001. bütün iç bölünmeleri ve hiyerarşileriyle üretmeleri ve sürdürmeleri gerekiyor. İmparatorluk mefhumumuz, böylelikle, yegâne küresel siyasal alternatifler olarak tektaraflılığı ve çoktarafhlığı ya da Amerikan taraftarlığı ve Amerikan karşıtlığını gören tartışmaları çaprazlamasına kesiyor. Bir yandan, hiçbir ulus-devletin, hatta en güçlüsü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bile, “tek tabanca” rolüne soyunamayacağını ve küresel düzeni İmparatorluk ağındaki diğer güçlerle işbirliği etmeden sürdüremeyeceğini savunduk. Diğer yandan, mevcut küresel düzenin, Birleşmiş Milletler yetkisi altındaki çoktaraflı kontrol modelindeki gibi herkesin, hatta seçkin ulus-devletlerin eşit katılımıyla da belirlenemeyeceğini ve sürdürülemeyeceğini iddia ettik. Bunun yerine, günümüz küresel düzenine, bölgesel, ulusal ve yerel düzeyde katı bölünmeler ve hiyerarşiler damgasını vuruyor. İddiamız sadece sunulan haliyle tektaraflılık ya da çoktaraflılık modellerinin istenir olmadığı fikrini değil, bunların verili koşullar altında mümkün olmadığı ve bu yoldaki çabalarla mevcut küresel düzenin sürdürülemeyeceği fikrini kapsıyor. İmparatorluğun bir eğilim olduğunu söylediğimiz zaman, bunun mevcut küresel düzeni kalıcı bir biçimde sürdürebilecek yegâne iktidar biçimi olduğunu kastediyoruz. Buradan hareketle, ABD yanlısı tektaraflı küresel projelere Marquis de Sade’dan uyarlanmış şu ironiyle karşılık verilebilir: “Americains, encore un effort si vous voulez etre imperials!” (“Amerikalılar, emperyal olmak istiyorsanız daha fazla çabalamanız lazım!”). İmparatorluk sadece iç bölünmeler ve hiyerarşilerle çatlamış olmakla kalmayıp, sürekli savaş içinde olan bir küresel düzeni yönetiyor. İmparatorlukta savaş hali kaçınılmazdır ve savaş bir yönetim aracıdır. Günümüzün Pax İmperii’si de, aynen antik Roma dönemindeki gibi, gerçekte sürekli bir savaş halini gizleyen sahte bir barış görüntüsüdür. Ancak tüm bu İmparatorluk analizi zaten önceki kitapta etraflıca ele alınmıştı, dolayısıyla burada yinelenmesi gereksiz. Bu kitap İmparatorluğun bağrında büyüyen canlı alternatife, yani çokluğa odaklanacak. Epey basitleştirirsek, küreselleşmenin iki yüzü olduğu söylenebilir. Bir yüzde İmparatorluk yeni kontrol mekanizmaları ve kesintisiz çatışma aracılığıyla kendi hiyerarşi ve bölünmeler ağını küresel düzeyde yayıyor. Ancak küreselleşme aynı zamanda, ülkeler ve kıtalar boyunca uzanan ve sınırsız sayıda etkileşime olanak tanıyan yeni işbirliği ve ortaklık şebekelerinin üretilmesi anlamına da geliyor. Küreselleşmenin bu ikinci yüzü dünyadaki herkesin aynılaşmasını değil; farklarımızı korurken iletişim kurup ortak hareket etmemizi sağlayan ortak paydayı [the common] keşfetme imkânını yaratıyor. O halde çokluk da bir ağ olarak kavranabilir: Tüm farkların özgürce ve eşitçe ifade edilebileceği açık ve genişleyici bir ağ, ortak çalışmamız ve yaşamamız için gereken ilişkilerime imkânlarını yaratan bir ağ. Bir ilk yaklaşım olarak, çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik* dayatır: “Halk” birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur. Kitleler de bir tekilliğe ya da özdeşliğe indirgenemeyeceği için halk kavramıyla tezat oluşturur. Kitleler de şüphesiz farklı farklı tipler ve türler barındırır, ancak farklı toplumsal öznelerin kitleleri oluşturduğu söylenemez. Kitlelerin özü farksızlıktır: Tüm farklar kitlelerin içinde massedilip yok edilir. Nüfusun tüm renkleri griye döner. Söz konusu kitleler, sadece ayrımsız, türdeş bir birliktelik oluşturduğu için beraber hareket edebilir. Oysa çoklukta toplumsal farklar korunur. Çokluk, Hazreti Yusuf’un büyülü pelerini gibi çok renklidir. Dolayısıyla çokluk kavramı toplumsal çoğulluğun önüne, içsel farkları korurken iletişim kurmayı ve ortak hareket etmeyi başarmak gibi zor bir görev koyar. Son olarak da, çokluğu işçi sınıfından ayırmalıyız. İşçi sınıfı kavramı dışlayıcı bir kavram olarak kullanılagelmiş, işçileri, geçinmek için çalışmak zorunda olmayan mülk sahiplerinden ayırmanın yanında diğer çalışanlardan da ayırt etmiştir. Bu kavram, en dar kullanımında, sadece sanayide çalışan işçilere gönderme yapar ve onları tarım, hizmet ve diğer sektörlerde çalışan işçilerden ayırır; en geniş kullanımındaysa, işçi sınıfı tüm ücretlileri kapsarken, yoksulları, ücretsiz ev işçilerini ve ücret almayan diğer herkesi dışarıda bırakır. Çokluksa, aksine, açık ve kapsayıcı bir kavramdır. Küresel ekonomideki yeni değişimle- * “İdentity” kelimesi, hem kimlik hem de özdeşlik anlamına geldiğinden, kelime bağlama göre çevrildi. Yazarların bu iki anlamı özellikle iç içe geçirdiği de akılda tutulmalı (ç.n.). rin önemini yakalamak çabasındadır: Bir yandan sanayi işçi sınıfı, dünya çapındaki sayıları azalmasa da, artık küresel ekonomide hegemonik bir rol oynamıyor; diğer yandan bugün üretimin sadece ekonomik değil daha geniş anlamda, toplumsal üretim olarak anlaşılması gerekiyor, yani sadece maddi malların değil iletişimin, ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimi olarak. Böylelikle çokluk, potansiyel olarak, toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşur. Bir kez daha, internet gibi yaygın bir ağ çokluk için iyi bir ilk imge ya da model sunar; çünkü, farklı düğümler farklarını korudukları halde web üzerinde bağlantılıdırlar ve bunun yanı sıra ağın dış çeperleri açık olduğundan yeni düğümlerin ve yeni ilişkilerin eklenmesi mümkündür. Çokluğun günümüzde demokrasi olanağına nasıl katkı sunduğunu açıkça gösteren iki niteliği var. Birincisine onun “ekonomik” yönü diyebiliriz, ancak aslında içinde bulunduğumuz aşamada ekonominin diğer toplumsal alanlardan ayrımı yok olur. Çokluk (halk gibi) bir özdeşlik içermediği ya da (kitleler gibi) türdeş olmadığı için, çokluğun mensupları iç farklarına rağmen iletişim kurmalarını ve birlikte hareket etmelerini mümkün kılan ortak paydayı bulmak zorundadır. Gerçekte paylaştığımız bu ortak paydanın keşfedilmekten çok üretildiği söylenebilir. (“The commons” değil “the common” demeyi tercih ettik, çünkü birincisi özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla yok olan kapitalizm öncesi ortak mülkleri anlatır. “The common” biraz kulak tırmalasa da, terimin felsefi içeriğinin altını çiziyor ve bunun geçmişe dönüş değil yeni bir gelişme olduğunu vurguluyor.) İletişim ve işbirliğimiz ortak payda üzerinde yükselmekle kalmıyor, aynı zamanda spiral halinde genişleyen bir ilişki içerisinde ortak paydayı bizzat üretiyor. Bugün her toplumsal üretim biçiminde, bu ortak paydanın üretimi merkezde yer alır ve belirli bir yerellikle sınırlı olsa bile ortak payda üretimi bugünkü yeni hâkim emek biçimlerinin başta gelen niteliğidir. Başka bir deyişle, ekonominin dönüşümleriyle birlikte, giderek emeğin kendisi işbirliği ve iletişim ağlarını yaratıyor ve bunlara gömülü halde bulunuyor. Örneğin enformasyon ya da bilgi üzerinde çalışan herkes, tohumların çeşitli özelliklerini geliştiren tarımcılardan yazılım programcılarına kadar, başkalarının aktardığı ortak bilgiden faydalanıyor ve kendisi de yeni ortak bilgiler yaratıyor. Bu özellikle, fikir, imaj, duygu ve ilişkiler gibi maddi olmayan projeler yaratan emek için geçerli. Yeni yeni hâkim hale gelen bu modele “biyopolitik üretim” diyerek, sadece dar ekonomik anlamıyla maddi malların üretimini içermediğini, aynı za- manda toplumsal yaşamın, ekonomik, kültürel, siyasal her yüzünü etkilediğini ve ürettiğini de vurguluyoruz. Söz konusu biyopolitik üretim ve onun ortak paydayı genişletmesi, günümüzde demokrasi olanağının dayandığı güçlü sütunlardan biridir. Çokluğun demokrasi açısından özellikle önemli olan ikinci niteliğiyse, onun “siyasal” örgütlenmesi (ama burada da, siyasal olan ekonomik, toplumsal ve kültürel olanla iç içe). Bu demokratik eğilimin ilk ipuçlarını; modern direnişlerin, isyanların ve devrimlerin soykütüğünü incelerken gördüğümüz giderek demokratikleşen örgütlenme biçimlerinde buluruz: Devrimci diktatörlük ve komutanın merkezi biçimlerinden, işbirliğine dayalı ilişkilerle otoriteyi ortadan kaldıran ağ örgütlenmelerine geçiş. Başka bir deyişle, soykütüğü çalışması, direniş ve devrimci örgütlenmenin demokratik bir topluma ulaşmanın aracı olduğu kadar, kendi içinde, yani örgütsel yapıda demokratik ilişkiler yaratmanın da aracı olduğunu ortaya koyar. Dahası, demokrasi küresel düzeyde giderek büyüyen bir taleptir; zaman zaman belirtik olarak ifade edilse de, çoğunlukla mevcut küresel düzene karşı sayısız yakınma ve direnişte zımnen ifadesini bulur. Dünyanın her yerindeki -yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki- bunca mücadelenin ve özgürleşme hareketinin ortak noktası demokrasi arzusu. Şüphesiz, küresel demokrasiyi arzulamak ve talep etmek bunun gerçekleşmesini garantilemez, ancak bu taleplerin içerdiği gücü de küçümsemememiz gerekir. Elinizdeki kitabın felsefi bir kitap olduğunu aklınızda tutun. Bugün insanların savaşa son vermek ve dünyayı daha demokratik kılmak için nasıl çalıştığına dair sayısız örnek vereceğiz, ama kitabımızın, ne yapmalı? sorusuna yanıt vermesini ya da somut bir eylem programı sunmasını beklemeyin. Dünyamızın barındırdığı güçlüklerin ve olanakların ışığında, iktidar, direniş, çokluk ve demokrasi gibi en temel siyasal kavramları yeniden düşünmek gerektiğine inanıyoruz. Yeni demokratik kurumlar ve toplumsal yapılar yaratma şeklindeki pratik siyasal projeye girişmeden önce, demokrasinin bugün ne anlama geldiğini (ya da gelebileceğini) gerçekten anlayıp anlamadığımızı sorgulamalıyız. Asıl amacımız, yeni bir demokrasi projesine zemin oluşturabilecek kavramsal temelleri kurgulamak. Bunu herkesin anlayacağı bir dille yazmak için her türlü çabayı gösterdik ve teknik terimleri açıklamaktan ve felsefi kavramları açmaktan kaçınmadık. Bu, okumanın her zaman kolay olacağı anlamına gelmiyor. Şüphesiz, bir an gelecek, bir cümlenin hatta bir paragrafın anlamının açık olmadığını düşüneceksiniz. Lütfen sabırlı olun. Okumaya devam edin. Bazen felsefi fikirlerin ete kemiğe bürünmesi zaman ister. Kitabı, genel tasarımı yavaş yavaş beliren bir mozaik gibi düşünün. Bir kitaptan diğerine, İmparatorluk’tan Çokluk’a geçişi, Thomas Hobbes’un De Cive’den (1642) Leviathan’a (1651) geçişinin tersi olarak anlıyoruz. Bu ters geçiş, iki tarihsel uğrak arasındaki derin farklılığı gösteriyor. Modernliğin şafağında, De Cive’âe Hobbes, yeni doğan burjuvaziye uygun toplumsal bedenin doğasını ve yurttaşlık biçimlerini tanımladı. Yeni sınıf, toplumsal düzeni kendi başına garantileme gücüne sahip değildi; kendi üstünde bir siyasal iktidarın, mutlak bir otoritenin, dünyadaki tanrının yükselmesine muhtaçtı. Hobbes’un Leviathan’ıysa ileride Avrupa’da ulus-devlet biçimine bürünecek egemenlik biçiminin gelişimini betimliyordu. Bugünse, postmodernliğin şafağında, önce İmparatorluk’ta. yeni küresel bir egemenlik biçimini çizmeye çalıştık; ve şimdi, bu kitapta da yeni yeni beliren küresel sınıf oluşumunun yani çokluğun doğasını anlamaya çalışıyoruz. Hobbes yeni doğan toplumsal sınıftan yeni toplumsal egemenlik biçimine doğru ilerlerken, biz ters rotayı izliyoruz ve yeni egemenlik biçiminden sınıfa doğru ilerliyoruz. Yeni doğmuş burjuvazi çıkarlarım korumak için egemen bir gücü yardıma çağırdıysa da, çokluk yeni emperyal egemenliğin bağrından çıkıyor ama onun ötesine işaret ediyor. Çokluk İmparatorluğun her noktasında çabalayarak, alternatif bir küresel toplum yaratmaya çalışıyor. Modern burjuvazi iktidarını tahkim etmek için gerisin geri yeni egemenliğin kucağına düştüğü halde, çokluğun postmodern devrimi ileriye, emperyal egemenliğin ötesine bakıyor. Çokluk, burjuvazinin ve diğer tüm dışlayıcı, sınırlı sınıf oluşumlarının ötesinde, toplumu otonom olarak biçimlendirme gücüne sahip; bu da, ileride göreceğimiz gibi, onun taşıdığı demokratik olanakların merkezinde yer alıyor. Ancak kitabımıza çokluk projesiyle ve demokrasinin olanaklarıyla başlayamayız. Bu konular 2. ve 3. bölümlerde ele alınacak. Bunun yerine, demokrasi ve özgürleşmenin önündeki aşılamaz engel gibi görünen mevcut savaş ve küresel çatışma halinden başlamamız gerekli. Bu kitap asıl olarak 11 Eylül 2001 ile 2003 Irak Savaşı arasında, savaş bulutları altında yazıldı. Savaşın günümüzde, siyaset ve egemenlikle ilişkisi itibarıyla nasıl değiştiğini araştırmalı ve mevcut savaş rejiminin barındırdığı çelişkileri tespit etmeliyiz. Ancak demokrasinin, uzak göründüğünde bile dünyamız için gerekli olduğunun ve bugünün umut Birinci Bölüm kırıcı sorunları karşısındaki tek yanıt olduğunun, ayrıca mevcut sürek- S a v a ş li çatışma ve savaş halinden tek çıkış yolu olduğunun şimdiden apaçık ortada olduğunu umuyoruz. Bu kitabın diğer bölümlerinde, bir çokluk demokrasisinin günümüzde sadece gerekli değil mümkün de olduğunu göstermekse bizim görevimiz.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir