Mahmud-i Sebusteri – Gulsen-i Raz

Mahmûd-ı Şebüsterî yahut sadece Şebüsterî diye tanınan Sadeddin Mahmûd b. Emîneddin Abdülkerim b. Yahya, Tebriz’e sekiz fersahlık bir mesafede bulunan Şebüster’de doğmuş, 718, 19, 20, yahut 25 Hicrî’de (1318-1325), otuz üç yaşında aynı şehirde vefat etmiştir. Son tarih ölüm yılı olarak kabul edilirse 692’de (1292-1293) doğmuş olması icap eder. “Gülşen-i Râz”ı Emîr Huseynî’nin (16 Şevval 718 H.-1318), 717 Hicrî’de (1317) kendisine gönderdiği manzum sorulara cevap olarak yazdığını bildiğimize göre Tasavvuf edebiyatında değerli bir mevkii olan bu eseri vefatından bir yahut son tarihe göre sekiz yıl önce, otuz iki yahut yirmi beş yaşında yazmıştır. Bu yaş, belki bugünün düşüncesiyle, bilhassa baş tarafları, devrinin iskolastik bilgilerini tamamiyle bildiğini gösteren ve bütünü bakımından tefsir, hadis, kelâm gibi İslamî bilgilere iyiden iyiye vukufunu belirten böyle bir eseri meydana getirecek yaş olarak kabul edilmezse de Şeyh Galib’in dîvânını yirmi dört yaşında tertip ettiği, “Hüsnü Aşk”ı yirmi altı yaşında yazdığı düşünülürse o zamanlara göre bunu tabiî görmek iktiza eder. Şebüsterî’ye on beş soru sorulmuştur ki bu sorular, “Mefâîlün mefâîlün feûlün” veznindedir ve Bombay Üniv. Kataloğunda, 1315 Ramazan ayının 24. günü (16. 11. 1898) istinsah edilen metnine göre yirmi sekiz beyittir (A Descriptive Catalogue of the Arabic, Persian and Urdu Manuscripts in The Library of The University of Bombay, s. 162-167). Biz bu metni tam olarak Türkçeye çevirdik, “Gülşen-i Râz” metninde ve şerhlerde bulunmayan beyitlerin yanlarına birer yıldız koyduk. Bu beyitler, belki Huseynî’nin sorularında yoktu; sonradan eklendi; belki de vardı, metinlerde noksan yazıldı. Soruların on yedi olduğu da rivayet edilmişse de metinlerde bulamadığımız için biz, on beş kabul edenleri haklı görüyoruz. *** Şebüsterî, yetmiş bir beyitlik dibacede bu olayı kaydetmekte, sorulara hemen cevap verdiğini, sonradan bu cevapların biraz daha genişletilmesini isteyenlerin isteklerine uyup genişlettiğini, kitabın bu suretle meydana geldiğini anlatıyor. “Gülşen-i Râz”ın baş tarafı, tamamiyle ilmî bir mahiyet arz eder. Şebüsterî, bu kısımlarda mantıka, devrindeki felsefeye, Hukema kanaatlerine, “Vahdet-i Vücud”un ilmî izahına dalmakta, vecdinden, aşkından ziyade ilmine dayanmaktadır. Kendisine en fazla Mevlânâ ve Attar tesir etmiş olan, İbn Arabî’yi de okuduğu anlaşılan “Gülşen” şairi, birçok yerde ondan ayrı mülahazalarda bulunmuş, bazen de onun fikirlerini benimsediğini belirtmiş, fakat hiçbir yerde bu sûfîlerin, yahut başka sûfîlerin isimlerini anmamış, sözlerini, ayet ve hadisten başka, herhangi bir sûfînin sözüyle teyide kalkışmamış, bu eseri kendisinin bir ibdaı olarak sunmuştur ki özlü bir nefis itimadını gösteren bu ruhî halette yaşının tesiri bulunduğu muhakkaktır sanırız. “Gülşen-i Râz” yazıldığı tarihten beri tasavvufu benimseyen, yahut tasavvufa meyleden birçok kimseler tarafından şerh edilmiştir. Said Nefsîrî merhum, “Târîh-i Nazm u Nesr der İran ve der Zebân-ı Fârisî tâ pâyân-ı karn-ı dehum-i hicrî” adlı değerli eserinin I. cildinde sekiz şârihin adını anmakta (s. 169-170, 341), II. cildinde, bunlardan başka daha on dört şerhten bahsetmektedir ki böylece andığı şerhler yirmi ikiyi buluyor (s. 742-743). Bunlardan, 1106’da (1694-1695) vefat ettiği bildirilen ve Fânî mahlasını kullandığı kaydedilen Hâce Muîneddin Muhammed b. Mahmûd-ı Şîrazî (s. 242), aynı ciltte adı geçen ve 1010’da (1601-1602) vefat ettiği bildirilen Hâce Ahmed-i Fânî-i Şîrazî-i Dehdâr mıdır? Bilemiyoruz (s. 655-656). “Gülşen-i Râz”ın şerhleri, basımları, bu kitaptan faydalanılarak yazılan kitaplar hakkında en güzel araştırmayı, Ahmed Gül-çîn-i Maânî yapmıştır (Nushahâ-yı Hattî; Defter-i çhârum; Neşriyye-i Kitâbhâne-i Merkezî-i Dânişgâh-ı Tehran; İrân-şinslar, ilk kongre dolayısıyla; Tahran-1344 Ş. H., s. 53- 124). Bunlardan başka 1303’te (1885-1886) Tahran’da taşbasmasıyla basılan bir mecmuanın haşiyesinde sonu eksik bir şerh, Lâhicî şerhinden alınan “Şerh-i Gülşen yâ Şerh-i fen, Mecmûat’ül-Fevâid” adlı şarihi bilinmeyen başka bir şerh, XIII. yüzyılda (XIX) Muhammed Bâkır b. Muhammed Huseyn tarafından yazılmış noksan bir şerh. Ârif-Alîşâh diye anılan Mîrzâ Abdülkerîm Radıyy’üd-din-i Zincânî’nin (1299 H.- 1881-1882), Lâhicî şerhinden alınarak tertiplenen ve 1335 Ş. H.’de Tebriz’de basılan diğer bir şerh de vardır. Ayrıca Seyyid Huseyn b. Muhammed Rızâ, 1308’de (1890-1891), Ayneddin’in “Gonce-i Bâz”ını kendisine mal ederek Mîrzâ Aliasgar Han Atabek’e sunmuş, aynı şerhi Celâleddin Ali Ebu’l-Fazl Anka-yı Tâlkanî de (1333 H.- 1905-1906) kendisine mal etmiştir. Munlâ Hâdî-i Sebzvârî’nin (1289 H.- 1873) talebesinden İbrahim b. Aliyy-i Sebzvârî “Gülşen-i Râz”a bir şerh yazdığı gibi Assâr diye anılan Seyyid Muhammed b. Mahmûd-ı Huseynî-i Tehrânî’nin “Hayr’ürResâil” adlı bir şerhi, Hâlî mahlasını almış olan Mirza Muhsin İmâd-ı Erdebîlî’nin de 1333 Ş. H.’de basılmış bir haşiyesi vardır. Bombay kataloğunda bunlardan başka Reşîdeddin-i İsferâyînî adlı birinin de bir şerhi kaydedilmekte, Câmi’nin, “Gülşen-i Râz”ın yirmi sekiz şerhini gördüğü bildirilmektedir. Kaynakların hemen hepsi, Nur-Bahşiyye tarikatından olup 912’de (1606-1807), Keşf’e göre 892’de (1486-1487) vefat eden Lâhicî’nin “Mefâtîh’ul-İ’câz”ının en mükemmel bir şerh olduğunda müttefiktir. Bu şerhi, Muhammed Nâzır-ı Feyzâbâdî Urdu diline çevirmiş, bu çeviri 1334’te (1915-1916) “Meşhd-i Nâz” adıyla basılmıştır. Muîneddin Muhammed b. Mahmûd-ı Dehdâr-ı Fânî’nin “İ’câz-ı Mefâtîh’ul-İ’câz”ı, Lâhicî şerhinin telhisidir. Aynı adda muhtasar bir şerh daha vardır ki 1312’de (1894-1896) Bombay’da, 1330’da (1911-1912) Lahor’da basılmıştır. Hulvî Cemaleddin Mahmûd’un (1064 H.- 1653-1654) “Câm-ı Dil-nuvâz”ı, Lâhicî şerhinin telhis edilerek Türkçeye çevirisidir ki bu değerli şerhin 1045 Cumâdelahiresinin 25. günü (1635) şarih tarafından yazılmış nüshası İst.’da, Süleymaniye K.’e mülhak Şehit Ali Paşa kitapları arasında 1353 No.da kayıtlıdır. Kürbâlî şerhinin bir nüshası, Süleymaniye K. mülhak Fatih kitaplarında, 2608 No. da kayıtlıdır. Çok güzel bir talikle yazılmış olan bu nüsha, ortası şemseli, kenarları köşebentli, mıklaplı güzel bir ciltle ciltlenmiştir. Cilt ebadı 26.5×17, yazı ebadı 18.5×7’dir. Başında Selçuk tarzında geçme altın cetvelli, laciverdi fazla, içinde beyaz boyayla ve kûfî yazıyla besmele yazılı güzel ve müzehhep bir başlığı vardır. Sayfa kenarları lacivert ve altın cetvelle çevrilidir. Kürbâlî, 3.a da adını, “Fakir-i hakir-i hâksâr Şucâ Kemâl-i Kürbâlî” diye anar. Şerhe, mensup olduğu Kasım-ı Envâr-ı Tebrîzî’nin emriyle 856 yılı baharında başladığını (1452), 867 baharında (1463) bitirdiğini söyler ve eserini “El-mücâhid fî sebîl’illah Ebu’l-Muzaffer Sultan Cihanşâh”a ithaf eder, şerhe “Hadîkat’ül-Maârif” adını verdiğini bildirir (4. b). Dibacede, “Hazret-i imâmiyy-i hümâmiyy-i Kasımî selâmullahi aleyh” diye övdüğü ve “âstân-ı vilayet-âşiyân”ında bulunduğunu söylediği Kasım-ı Envâr-ı Envâr’ın, “Ezel şarabının küpü, daima arınmış bir haldeydi; ama bizim gönül kadehimize dökülünce daha da arı duru bir hale geldi. Rahmet hazinesinin kapısı hikmet kilidiyle kilitliydi; bizim devlet çağımız erişince kapısı açıldı” mealindeki Hemîşe humm-ı şerâb-ı ezel musaffâ bûd Veli be câm-ı dil-î mâ resîd asfa şod Der-î hızâne-i rahmet be kufl-ı hikmet bûd Zamân-ı devlet-i mâ derresîd der vâşod beyitlerini alıyor (3. b). Bu beyitler, Kasım-ı Envâr’ın, “Ezel sabahı doğuşunun aksi, görününce dostun cemâli, varlık zerrelerinden belirdi” mealindeki Çü aks-i maşrık-ı subh-ı ezel huveydâ şod Cemâl-i dûst zi zerrât-ı kovn peyda şod matlalı gazelinin ikinci ve üçüncü beyitleridir (İst. Üniv. K. Farsça Yaz. No. 579. Muhammed’ülHerevî tarafından 857 Recebinde (1550) yazılmış nüs. 62. a). Kasım-ı Envâr, Seyyid Muîneddin Ali b. Nasr b. Harun b. Ebu’l-Kasım’dır ki Seyyid Safiyyüddin-i Erdebîlî’nin oğlu Sadreddin Musa’ya mensuptur ve onun vefatı dolayısıyla bir kıta da yazmıştır. Dîvânından başka risaleleri de vardır. Kürbâlî, dibacede, “Der fasl-ı behâr-ı sene-i sitte ve hamsîne ve semânemie ki… der meclis-i behişt-sirişt-i dervîşân suhan ez Gülşen-i Râz ve kelimât-ı ehl-i şovk o niyâz mîguzâşt, işâret-i hidayet-beşâret-i Ve ammâ bi ni’meti rabbike fehaddis be in fakir fermûdend ki…” cümleleriyle şerhe, bizzat Kasım-ı Envâr’ın emriyle başladığını açıkça bildirdiğine göre Kasım-ı Envâr’ın vefat tarihinin 835, 837, yahut 838 olduğunun yanlışlığı da meydana çıkıyor (Reyhânet’ül-Edeb, c. III, 1329 Ş. H., s. 260-261). Anlaşılıyor ki 856’da Kasım-ı Envâr sağdır. Sondaki “Yumn-ı ruhâniyyet-i Şeyh ve işâret-i aliyye-i dervîşân”la bittiğini kaydettiğine göre (240, a) Kasım-ı Envâr, bitim tarihinden önce vefat etmiştir; şu halde vefatı, 856’dan sonradır. Şerhin, adına ithaf edildiği Cihanşâh, 841-872 H.’de (1437-1467) hüküm süren Karakoyunluların hükümdarıdır. Bu nüsha, 867 Şabanının 7. günü Şîraz’da yazılmıştır (1463). Bu tarih, şerhin tamamlandığı tarihtir. Tezhibine, yazısına, cildine, yazılış tarihine, hele Fatih kitapları arasında bulunmasına bakılırsa bu nüsha, Cihanşâh’a sunulan nüshadır. Tavşanlı Kütüphanesi’nde de Kürbâlî’nin şerhi var. Bu nüsha, sonunda aynı tarihi ihtiva etmekle beraber bir de “Temmet’il kitâb alâ yedi az’afu ibâd’illâh Abd’ülVâsi b. Abd’ür-Rahîm fî şuhûrı seneti 874” ketebesini hâvî. Bu ketebede, yazanın adını belirten sözlerin üstüne, eski bir yazıyla “Şucâ” sözü yazılmış. Son sayfada, “Kitâb-ı Şerh-i Gülşen-i Râz-ı Şeyh Şucâ’ud dîn-i Kürbâliyy-i Kasımî rahmet’ullâhi aleyh” kaydı var. Bu kayda göre Kürbâlî, 874’ten (1469-1470) önce vefat etmiştir ve herhalde Kasım-ı Envâr’ın halifelerindendir. Kürbâlî’nin Fatih nüshasının ilk yaprağında Celâleddin-i Devvânî’nin, “Şeyh Şemseddin Muhammed, yücelikte öyle bir güneştir ki mana âleminde onun gibi ışıklar veren (Nur Bahşeden) güneşi kim görmüştür? Gerçekleri iyiden iyiye, inceden inceye arayıp eleştiren tabiatı, karihası Gülşen’e öylesine manevî bir şerh yazdı ki gerçekten de hiçbir kimse bu gülbahçesinde onun gibi bir gül veremedi” mealindeki şu kıtası yazılmıştır: Şeyh Şems’üd-din Muhammed âftâbî kez şeref Nûr-Bahşî hemçu o der âlem-î mâ’nî ki dîd Tab’-ı vakkaadeş zi Gülşen şerh dâde ma’nevî Fi’l hakika kes gulî çun o derin Gülşen neçîd Bu kıta, hem Lâhicî’nin Nur-Bahşiyye’den olduğunu göstermekte, hem de şerhinin Celâleddin Devvânî gibi cidden büyük bir âlim tarafından bile ne kadar beğenildiğini belirtmektedir. Baba Nimetullah-ı Nahcuvânî’nin 906 Cumâdelahir gurresinde (1500), yani vefatından on dört yıl önce yazılmış bir nüshası, İst. Üniv. K. Farsça Yaz.’larının 907 No.da kayıtlıdır. Bu nüshanın sonundaki ketebede, istinsah edenin adının bulunmaması, ayrıca altı beyitlik mesnevi tarzında ve müstensihe ait Farsça bir şiirin yazılması, yer yer, yazılırken unutulmuş, yahut yanlış yazılmış sözlerin kenarda aynı yazıyla düzeltilmesi, imla yanlışını ihtiva etmemesi, şarihin elyazısı olması ihtimalini artırmaktadır. Ayrıca bu nüshada kenarlara, gene aynı yazıyla “Kaide, temsîl, işaret be çeşm u leb, işaret be ruh u hat, işaret be zulf…” gibi yazıların surhla yazılmasına nazaran, sonraki nüshalarda başlık tarzında yazılan bu yazıların evvelce ve çok eskiden beri bahsi belirtmek için “matlab düşünülerek” haşiye tarzında yazıldığını göstermektedir. *** “Gülşen-i Râz”ın klasik İslam edebiyatında, yazıldığı devirden itibaren büyük bir tesiri olmuştur. İmâd-ı Fakih (772 yahut 73 H.- 1370-1372), “Misbâh’ul-Hidâye”sini, bu kitabı örnek edinerek yazmıştır. Halveti şeyhlerinden İbrahim Tennûrî (887 H.- 1482-1483), Türkçe ve mesnevi tarzında yazdığı “Gülzâr-Nâme”nin bilhassa son kısımlarında bu kitaptan ilham almıştır; esasen vezni “Gülşen” vezninde olduğu gibi, adı da “Gülşen”den mülhemdir; bütün bunlardan başka “GülzârNâme”de, yer yer “Gülşen-i Râz”dan aynen tercümeler de vardır. Melâmiyye-i Bayramiyyeden (Hamzâviyye) Reis’ül-Küttâb Sarı Abdullâh (1071 H.- 1660) “Gülşen-i Râz-ı Ârifân” adlı kısa bir mesnevi yazdığı gibi “Semerât’ül-Fuâd”ında da yer yer “Gülzâr-Nâme”den istişhadlarda bulunarak “Gülşen-i Râz”ın tesirini gösterir. IX. asr-ı hicrî (XV) sûfîlerinden Elvân-ı Şîrazî, aynı vezinle ve mesnevi tarzında “Gülşen-i Râz”ı Türkçeye çevirmiştir. Gerçekten de çok muvaffak bir çeviri olan bu eserde Elvân-ı Şîrazî, Hâtem-i Vilayet bahsinde İbn Arabî’den müteessir olmuş, zuhur alametlerini, zuhurdan sonra olacak şeyleri anlatır; başka yerlerde de birçok eklentiler vardır. Bu tercümenin 2779 beyit olduğunu söylersek eklentiler hakkında bir fikir vermiş oluruz sanırım. “Gülşen-i Râz”, Tahran, Tebriz, Isfahan, Şîraz, Bombay’da defalarca basılmıştır. Ayrıca İst.’da da, 1287’de Muhammed Aliyy’ül-Horasânî’nin güzel bir İran talikiyle taşbasması olarak tab edilmiştir. Pakistan şairi İkbâl de “Gülşen-i Râz”ın 11 sorusuna cevap olarak, önsöz ve bitimle 324 beyitlik bir nazire meydana getirmiştir ki “Gülşen-i Râz-ı Cedîd” adını taşıyan bu eser. Prof. Dr. Ali Nihat Tarhan tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Lâhicî şerhi de Tahran’da, Bombay’da basılmıştır. Rahmetli Ahmed Avni Konuk’un (1937), “Gülşen-i Râz”ın 160 beytini Lâhicî şerhinden faydalanarak Türkçe şerh ettiğini, fakat şerhi tamamlayamadığını duyduk; fakat bu şerhi göremedik ve kimde olduğunu da öğrenemedik. *** “Gülşen-i Râz”ı batıya Dr. Tholuch tanıtmıştır; “Sufismus” adlı eserinde bu kitaptan bahsetmiş, 1825’te de kısmen Almancaya çevirmiştir. 1838’de Hammer-Purgstall tarafından Almancaya çevrilmiş, bu çeviri Arapça ve Farsça birer önsözle Budapeşte’de basılmıştır. 1880’de Whinfield tarafından İngilizceye çevrilmiş, notları da ihtiva eden bu tercüme aynı tarihte basılmıştır. Mevlevî Ahmed tarafından Urdu diline çevrilmiş, Delhi’de metniyle Mat. Süleymânî’de basılmıştır. “Gülşen-i Râz” tarafımızdan Türkçeye çevrilmiş, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Şark-İslam Klasikleri serisinde 8. kitap olarak İst.’da Maarif Mat.’da 1944’te basılmış, ikinci basımı da 1968’de yayınlanmıştır. *** Çevirdiğimiz her eserde tuttuğumuz yolu “Gülşen-i Râz” tercümesinde de tuttuk; son eklediğimiz “Açıklama”da beyitlerde manen, lafzen iktibaslarda bulunulan ayetleri, hadisleri, eserde eski bilgilere, yahut tasavvufa dayanan mazmunları, adları geçen tarihî kişileri, mitolojiden mülhem olan ve izahı gereken şeyleri, mümkün olduğu kadar izah ettik. Fakat bir zaman sonra dostlardan bazıları, bu kitabı şerh etmemizi teklif ettiler. Şerh denince iki rahmetlinin iki hikâyesini hatırladım; dostlara da anlattım. Rahmetli üstdadım büyük insan, değerli düşünür Prof. Ferid Kam buyururdu ki: Bir eserin anlaşılmamasını temin etmek isteyen, onu şerh eder. Tâhir’ül-Mevlevî (Olgun) de şöyle bir hikâye anlatmıştı: Bir şiir yazmıştım, üstadım Esad Dede’ye götürdüm; gençtim, nev-niyazdım, benim demeye utandım; efendim dedim, bir gazel buldum. Oku dedi. İlk beytini okudum. Güzel, yahut şurası şöyle olsaydı gibi bir mülahaza beklerken, nâzım-ı fâhım buyuruyorlar ki, diye başladı. Beyitteki tasavvufî esasları, işaret edilen ayet ve hadisleri uzun uzun anlattı. Sözü biter gibi olunca, ikinci beyti oku demesine meydan bırakmadan, efendim dedim, bu şiir fakirin, fakir, hiç de sizin söylediklerinizi düşünmedim. Esad Dede yüzüme baktı da, pekâlâ dedi, sen bu şiiri yazarken bana danıştın mı? Hayır dedim. Öyleyse dedi, ben de anlarken, nasıl anlayayım diye sana danışmam.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir