Mahmut Makal – Bizim Koy

Mahmut Makal’ın Bizim Köyü yayımlanalı elli dört yıl oldu. Aradan yarım yüzyıl geçmesine karşın, yayımlandığı yıllarda bir yandan övgülerle yüceltilen, öte yandan Türk köylüsünü yoksul gösterdiğinden, yazarı bürokrasinin kıskacına alınarak kovuşturmalarla baskı altında tutulansonradan adı Bizim Köy olacak “Bir Köy Öğretmeninin Notları”nda saptananların çoğu, sorunlar köyden kente taşındığında görülecektir ki, bugün de güncelliğinden bir şey yitirmemiştir. Kendi deyimiyle, “yüzünde ergenlik kabarcıkları türeyen” on sekiz yaşındaki bir köy öğretmenini getirin gözlerinizin önüne. Dönemin valileri, akla hayale sığmayan suçlamalarla hakkında kovuşturmalar düzenleyip, çalıştığı Nurgöz köyüne müfettişler gönderirken, propagandalarını yoksulluk üzerine kuran partinin cumhurbaşkanı, Makal’ı Çankaya’ya davet edip, “Bir sorunun olursa kimseye gitme, doğrudan bana gel” diyerek, onu doğduğu köye atamak isteyecekti. “Bizim Köy” olayı, o zamana dek kimsenin göze alamadığı, bürokrasiye karşı toplumsal bir çıkış olduğundan, her kesimde şaşkınlık yaratmıştır. Dönemin, iktidardan yana ya da iktidara karşı kişilerinin, “yazar” denince gözlerinde görkemli kişilerin canlandırıldığı bir kültür ortamında, on sekiz yaşındaki bir köy öğretmeniyle karşılaşınca, yazılanları ona yakıştırmayacaklar, bu notların, kitabın yayımcısı Yaşar Nabi Nayır ya da adlı sanlı yazarlarca kaleme alındığı söylentisini yayacaklardır. Çünkü dönemin birçok yazarı, yeryüzüne birkaç saatliğine gelip kendine göre bir hayatı olan yaratıkların da bir gerçeği olacağını akıllarına getirmeden, yüzyıllarca adam yerine konmayan insanların yaşadığı “köyden roman çıkmayacağı” yargısında bulunacaklardır. 1 Oysa köyden yazar çıkmakla kalmamış; Makal, Hititlerden bu yana Anadolu insanının yaşam koşullarını ve doğayla savaşımını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serme yürekliliğini göstermiştir. Yaşar Nabi Nayır, kitaba yazdığı önsözde “Bir Orta Anadolu köyünün acı gerçeği bana öyle geliyor ki, bütün çıplaklığıyla ilk kez bu kitapta dile geliyor. Bu kitap doğrudan doğruya köyde doğmuş, köyde yaşayan bir köy çocuğunun tanıklığıdır. Büyük değeri de bu yüzdendir. Bizim Köyün sadece bir yazınsal yapıt gibi değil, Türk köyünün kalkınması, Türk köylüsünün insanlık hakkına kavuşması uğrunda yazılmış bir rapor, hatta isterseniz bir ithamname gibi okunması gerekir” diyecektir. 2 “Bir Köy Öğretmeninin Notları”ndan oluşan bu gözlemler, kuşkusuz yalnızca bir “tutanak” değildir, ama üslubundan ve iğneleyici söyleminden de anlaşılacağı üzere, köylüyü bu durumda bırakanları “suçlama”dır. Notlar yazınsal boyutuyla değerlendirildiğinde görülecektir ki, Makal, Bizim Köyde abartısız betimlemeleri, derinlikli eleştirileri ve iğneleyici yaklaşımıyla, Türk öykücülüğünün kısa, gerçekçi, yalın anlatımlı örneğini vermiştir. O zamana dek, kırlarda su şırıltısına karışan şarkılarıyla gözümüzde canlandırılan köylü kızı, Makal’da, “Saçları, korcalak denen yanmış saman parçalarıyla donanmış, kardan karıkan, sulanan gözlerini elleriyle ovalayarak ive ive 3 giderken” yansıyacaktır yazına.


Doğayı sese boğan koyunların “yapağısı yolunup derelere atılmış leşleri”yle karşılaşacaktır okur. Köylünün aydını sayılan öğretmenin elleri “kaplumbağanın buruşuk ayakları”na dönmüştür. Sofrasında ancak, “saman ve tozdan kaymak tutmuş” yemek vardır. “Cennet ayaklarının altında” dediğimiz kadınlarımız, analarımız ne haldedir? “Havalar ısındı mı işi iş kadınların. Kışın uyuşukluğu yavaş yavaş geçer, güneşi emdikçe canlanır bedenleri… Çıkarlar duvarın dibine, serili seriliverirler. Ama buraları aynı zamanda aptes bozma yeri olduğundan, bir de kokar mı pis pis! / Fes bir yana, yemeni bir yana. Yatarlar birbirinin dizine. Hiç usanmazlar akşamlara kadar, bit ayıklarlar. Çatlat ha çatlat! ‘Korkmayın, tüketiriz kökünü diye!’ / Başlar kokar mı, karmakarışık saçları kıpkızıl kesilir mi kanla. Parmak tırnakları benzer mi ezilmiş serçe başına… 4 Ayaklar, eller sanki kapkara birer taş parçası. Yüzlerindeki kirin donu güneşte çözülür de kara kara terler akar şakaklarından.” 5 Bir, bin bir renkle parlatılmış ojeli tırnakları getirin gözlerinizin önüne, bir de bit kırarken “ezilmiş serçe başına” dönen tırnakları… Bu betimlemeleriyle Makal, köyü bir ütopya (“yokülke” ya da “dışülke” [ütopia]) 6 gibi anlatanların, köylünün geliştiğini savunan politikacıların, düzen övgücüsü bürokratların yüzüne, yalın dilini bir projektör gibi kullanarak gerçeğin şamarını vuruyor. Bizim Köy, dostu düşmanı şoke eden sarsıcı gücünü buradan almıştır. Bizim Köy, birçoklarının vurguladığı gibi, bir tanıklığı simgelediği, okuyanı ürperten Anadolu gerçeklerini yansıttığı için mi; toplum kesimlerinde yankı uyandırmış, köylünün bin yıllardır yaşadığı gerçekler Makal’ın dilinde bir patlamaya mı yol açmıştı?… Bu sorulara aranacak yanıtlar, Makal’ın gözlemlerini ve saptamalarını yorumlamada ancak biçimsel bir çıkış noktası olabilir. Bizim Köy’ün toplumsal gerçekler açısından irdelenmesi kaçınılmazdır; ama toplumsal öneminin yanında sanatsal değeri de görmezden gelinmemelidir.

Bizim Köy’ün sanatsal bir değeri olmasaydı, Tahsin Yücel gibi, yargılarında ağzı bin kilitli bir yazar,”… Bizim Köy benim için 1950’de bir başyapıttı, 1995’te de bir başyapıt. Çelişki olsun diye söylemiyorum, 1979’da da, benim için yazınımızın kırsal yaşama ilişkin en ilginç iki yapıtının Edgü’nün Kimse’siyle Makal’ın Bizim Köyü olduğunu söylemiştim. Anlatılan nesne ya da olayın kendisi sanılacak ölçüde yalın anlatımıyla, sıradanı şiire dönüştüren gözlem gücüyle (karnından yanan lamba), yoksulun o soylu ve varla yok arası gülümsemesiyle donanmış genç anlatıcının duyarlı olduğu kadar da nesnel yaklaşımıyla, Bizim Köy, kim ne derse desin, yazınımızda bir doruktur” 7 der miydi? Bizim Köy, bugüne değin ya çarpıcı sözlerle göklere çıkarılmış, ya da kimi yazarlarca, 8 çıkarına gölge düşen bürokrat ve politikacılarca yerin dibine batırılmıştır. “Zaman” denen şaşmaz ölçüye bakın ki, kılıcını kınından öfkeyle sıyırmış nice politikacının adı sanı anılmazken, Mahmut Makal bugün de yazarlığın onurlu katında ürünlerini çoğaltarak, Bizim Köy’e yenilerini katmaktadır. Belirli çevrelerce kuru bir köy izlenimi olarak nitelenen Bizim Köy, Cumhuriyet Türkiye’sinin en canlı tanığıdır. Türkiye’nin insan tarihi, toplumsal görünümü bütün boyutlarıyla bu Bizim Köyde yansımaktadır. Bizim Köy, Cumhuriyet döneminin getirdiklerinin, getirilenlerin ne ölçüde uygulandığının, köyden yetişmiş bir aydın gözüyle tanıklığıdır. Bizim Köyün yalın üslubu öylesine çarpıcıdır ki, politik yatırımlar, bürokratik düzenlemeler anlatılan bu gerçekler karşısında iflas etmiştir. Başta valiler olmak üzere, her düzeydeki bürokratın, köy gerçeklerinin üstünü örtüp yazarını “vatan haini”, “komünist” diye suçlamalarının temelinde yatan budur. Oysa sağduyulu, uyanık, çağdaş bir kafa, köyden yansıyan bu tepkiyi değerlendirip uygarlaşmanın neresinde olduğumuzu saptayarak çözüm arayışlarına koyulabilirdi. Çünkü, yazılanlar, köyden çıkıp aydınlanma yolunda kendini geliştirmiş bir yazarın içtenlikli uyarılarıdır. Ulusal kültür gelişimini çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın ölçüsü sayan toplumlarda ülke gerçeğine yönelik gözlemleri yansıtmanın büyük önem taşıdığı unutulmamalıdır. Sonradan Bizim Köy adıyla kitaplaşacak “Bir Köy Öğretmeninin Notları” Varlık dergisinde yayımlanmaya başladığında Cumhuriyet yirmi beş yılını doldurmuş, bu sürede bir kuşak yetişmiştir. Cumhuriyet ilan edildiğinde on beş yaşında olanlar, yönetimi ellerinde tutmaktadırlar. Cumhuriyet’in başarısından da başarısızlığından da onlar sorumludur.

Ne var ki, bürokrasi sarmalında eleştirilmeyi içine sindiremeyen kişiler, Atatürk’ün, gerçeği dile getirme söyleminin tam tersine, gerçeklerin dile getirilmesinden korkmuşlar; bu korkuyla, gelişmeye yönelmiş çağdaş düşünce akımlarının önünü tıkamışlardır. Öyle ki, dışsal eleştiri bir yana, kendi içlerinden, onlara sorumluluklarını anımsatanlara bile düşman kesilmişlerdir. Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda yerleşemeyişinin nedeni budur. Oysa böyle bir tutum, Cumhuriyet anlayışıyla taban tabana zıtlık gösterir. Devrimleriyle Cumhuriyet’i kurumlaştıran Atatürk’ün ortadan silip süpürmek istediği yalnızca kör inanç değildir, aynı ölçüde bu kör döngüdür de. O’nun, “Gerçeği söylemekten korkmayınız!” sözü erki elinde bulunduranlarca kulak ardı edilmesine karşın, Makal, bu ilkeyi, köy yaşamından somut gözlemlerle kanıtlayarak, Türk insanının gerçeğini dile getirmekten kaçınmamış, yaşamı boyunca bu uğurda geri adım atmadan savaşmıştır. Cumhuriyetin ilanından yedi yıl sonra doğan Mahmut Makal, Cumhuriyetin filiz verdiği bir kuşaktan olmanın onurunu taşır. Oysa onun kültürel kökleri bin yıllar öncesinin derinliklerine uzanır. Dile getirdiği sorunların tarihi de derinlerdedir. Köyden yetişen bu güçlü gözlemciyi, kurulu düzenin donmuş kafaları bir türlü anlamak istememişlerdir. Cumhuriyetin, verimini almaya başladığı bir dönemde Makal’ın söylediklerine kulak verilmeliydi; tam tersine, bu yapılmamış, Atatürk’ün deyimiyle, köylüye çağdaşlığın yolunu açacak düşünceler yasaklanmıştır. Oysa Makal, Cumhuriyeti “ilelebet” kılacak sorunların özüne değiniyor, “yetişen yeni nesiller”i çağıyla, insanıyla, yönetimiyle hesaplaşmaya çağırıyor; kor ateşi küle gömer gibi, gerçekleri görmezden gelen bilinçsiz bürokratların yanılgılarını yüzlerine vuruyor, Atatürk’ün kendi kendisinin efendisi saydığı Türk köylüsünün gerçek durumunu gözler önüne seriyordu. Bizim Köy, her düzeyde, “efendilik” temeline dayanan toplumsal yapıyı sarsmıştır. O, köyü de kapsayacak demokratikleşmenin bu yolla gerçekleşeceği inancındadır. Belirtildiği gibi, Makal “Bir Köy Öğretmeninin Notları”nı yazıp Varlık dergisine gönderdiğinde on yedi, bilemedin on sekiz yaşlarındadır.

Köy Enstitüsünde, daha çok da klasikler yoluyla dünyanın bellibaşlı yazarlarını okuma olanağı bulmuştur. Okuma, ona görmeyi, yaşananı algılamayı, ilkelliğin kökeninde yatan nedenlerin ayrımında olmayı öğretmiştir. Goethe’nin deyimiyle, ışığı yalnızca görmemiştir, duymuştur da. Günlük işlerden, içeriye girip çıkan tavukları kovalamaktan gündüzleri okuyup yazmaya olanak bulamayan Makal’ın, bu notları hangi koşullarda yazdığını, nasıl bir ortamda yaşadığını yansıtan gözlemlerinden öğreniyoruz: “Okuyup yazmaya en elverişli vakit, geceleri. Yazın bu serin gecelerinde babamgil damda yatıyorlar. İçerde ben tek başıma kalıp da gecenin sessizliğine bürününce kendimde bir rahatlık duyuyorum. Artık okumaya yazmaya sıra geliyor. Okumak neyse, yatakta da olur, otururken de… Ama yazmak bir sorun! Yazmadan da olmuyor. Bir el dürtüklüyor içimden. Her gördüğüm insan, hayvan, eşya sanki; ‘Beni dile getir’ diye sesleniyor bana. Anadolu’nun bilinmeyen köyünü anlatmak istiyorum. Yoksa bu sıkıntılı durumda insan bildiğini de unutuyor, iki sözcüğü bir araya getiremiyor. Şöyle bir yerleşemedim gitti. Kitapları, kâğıtları filan bavuldan çıkarıp bir köşeye garip kuş örneği yuva kuracak olsam ertesi gün her biri bir yana savruluyor. Çocuklar kaptıkları gibi uçuruyorlar dışarıya.

Başka çare olmadığı için her keresinde bavuldan çıkarıp yerlere yaymak, işim bitince yine toplayıp bavula yerleştirmek gerekiyor. Yumurtlayacak tavuk gibi, yazacağını konular kafamda sıralanırken akşamı dört gözle beklerim. Akşam da, anlattığını gibi, yazabilirsen yaz. Dağınıklığa da katlanır oldum. Ama üstünde yazacak bir şey olsa. Masa, sandalye gibi şeyler ne gezer buralarda’. Bir aralık iki taş getirdim dışarıdan. Karşılıklı diktim; bir tahta bularak ikisinin üstüne oturttum. Oldu sana bir masa. Daha iyisini aramayacağını, ama iki gün içinde babam kaldırıp atmış dışarı, ‘Ne edeceğini şaşırdı gayrı bizim oğlan!’ diyerek. İki kötü bavul var. Onları üst üste koyarak masa yerine kullanmak istedim. Altıma da bir yastık aldım oturmak için. Birkaç gün de böyle geçti; bu da sökmedi. Hem çok sıkıntılı oldu.

Son çare olarak -şu satırları öyle yazıyorum- çulun üstüne bağdaş kurup oturuyorum. Büktüğüm dizlerimin üstüne bir kitap alıp onun üstünde yazıyorum. Bunlarda kabulüm, yeter ki… Babam, bir gece damdaki delikten bakıp da geç vakit hâlâ ışık altında oturduğumu görünce huylanmış. ‘Cinler yatırmıyor’ diye hemen koşmuş Kalemci Hoca’ya, benim için muska yazdırmaya.” Bu notları o dar koşullarda kaleme alırken, yazdıklarının ileride ağır tartışmalara yol açacağını düşündüğünü sanmıyorum Makal’ın. O, köyünün insanını, hayvanını, eşyasını, olaylarını yazmadan edememiştir. Ondan önce de köyü yazanlar olmuştur. Bu genç köy öğretmeninin gözlemledikleri, “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu / Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu” diyenlerin düş ürünü gözlemlerinden ayrı bir dünyadır. Karabibik de, Küçük Paşa da köye yöneliştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban’da, Anadolu insanının yüreğinde işleyen derin yarayı görmüştür. Bu yazarlar köyü içtenlikle dile getirseler de, onlarınki köye dıştan bakıp yorumlarda bulunmaktan öte gitmez. Yaşar Nabi’nin dediği gibi, Makal köyde doğmuş, köyde yaşamıştır. Onu, yaşadığı topraklar yeşertmiştir. Onlarınki, yalnızca bir Anadolu edebiyatı yaratma yolundaki çabalardır. Görüldüğü gibi, dışarıdan bakanlar ağlamaklı tragedya sahneleri çizerken, Makal böyle bir yakınına yoluna gitmemiş, olayları gözler önüne sererek yargıyı okuyana bırakmıştır.

Üslubundaki yumuşak gibi görünen “iğneleyici” söylem, üslubunun en etkili yönüdür. Anlatımını abartılı betimlemelerle anlaşılmaz kılmaktan uzak durur. Toplumsal gerçekleri çarpıcı sözcüklerle yansıtır. Bunu yalın anlatımına, Ataç’ın deyimiyle dili “bezeksiz donaksız” kullanmasına, gerçekleri özünden kavrama yeteneğine borçludur. Örneğin, onun köyüne ilişkin yazılar yazdığını öğrenen Veli, Sadri Ertem’i, Sabahattin Ali’yi çağrıştıran bir üslupla, “Burda denenleri ive ive yazıyon ya, defterde kalmasın; hökümet babaya sal da ne diyecese dişin halımıza…” derken; köylünün, Makal’ın bitten, sabana güdük eşeklerin koşulmasından, köylünün aş ekmek bulamamasından söz etmesini tepkiyle karşıladığını anlıyoruz. Bunların yazılması, köylüler açısından “köyün sırrını ele verme”dir. Köylünün de ağır eleştirisine uğrayan Makal, bu çelişkiyi, “Güleriz ağlanacak halimize” deyimini kullanarak açıklar; köylüyü, ne bir sözcük fazla, ne eksik, kendi dilsel mantığıyla konuşturur. Örneğin, evde un kalmayınca ekmek bulamayan, açlıktan kurtulmak için, “dört yıl sonra düğün yapmak” koşuluyla on yaşındaki kızı Ayşe’yi yüz liraya “satan” Badı Mistik, Makal’ın babasına şöyle dert yanar: “Ulan Ismayıl, bre kardaşım, ben elin içine çıkamıyom, o gitmiş bilmem nerelere ilaniyet vermiş ki, benim ekmeğim olmadığını. Bunlar iyilik getirmez. Allah da kayıl olmaz 9 buna, kul da. Ne der bunu duyanlar yavu? Mamıdefendi hiç sonunu düşünmüyor herhalde! Geçen gün duyunca beynimin kapağı attı valla. Doğru evinize varıp çatacaktım. Ulan eşşeoğlu eşşek diyecadim, Mamıdefendi’ye. Tükendiyse benim unum tükendi. Sana bok yemek düşer.

Cine inneallahıma sabrettim. Sahabının hatırı içün köpeğine taş atma, demiş atalar. Sen olmayaydın Ismayıl, komazdım ahdımı!… ” Töre onu gerektiriyor: “Kol kırılır yen içinde!”, kendi içinde sabrınla kavrulacaksın, acından ölsen belli etmeyeceksin! Badi Mistik, açlığının bilinmesini onursuzluk sayıyor. Makal, köylünün böyle düşünmesine karşın; gerçeği örten perdeyi kaldırarak, söylenmesi gerekeni söylemiştir. Makal’ın Bizim Köy’ü, 1950’lerde, köylünün bin yıllardır süren suskunluk kilidinin anahtarını büküp ona gerçeğin kapılarını ardına kadar açmıştır. Bıyıkları terlemeden bunca gerçeği gören Makal’ı anlamak bir yana; aydınlarımız(!) bu duyarlığı hiç değilse olgunluk yaşlarında göstermiş olsaydı, Cumhuriyet Türkiye’si, bugün çağdaş dünyanın böylesine uzağına düşer miydi? Yaşadığımız çağda gerçeklere sırt çevirdiğimizi görüp, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden saptıkça, Makal gibi bir köy bilgesinin, elli yıl önce toplumu ne yönde uyardığının önemini daha iyi kavrıyoruz. 2003’lere geldik; Cumhuriyet’in üçüncü kuşağı işbaşında. Ne yazık ki bugün de okuma yazma bilmeyenler var ülkemizde. Köye öğretmen göndermiyorlar. Köylü, beşinci sınıf öğrencisi bir kızı, öğrendiklerini unutmasınlar diye öbürlerine öğretmen yapıyor. Oysa, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk başlattığı işlerden biri, kadınerkek ayırmaksızın, insanımızın yurt yüzeyinde eğitim görüp aydınlatılmasına, Türk ulusunun bilgi yoluyla çağdaşlaştırmasına yöneliktir. İlk aşama, geçmiş yüzyıllarda toplumu uyuşukluğa götürmüş olan hurafelerin yok edilmesiydi. Atatürk’ün savaşımı bu yolda idi. Makal, Bizim Köyde de, Bizim Köy 1975’te de toplumu çağdışı bırakan gerici odaklar üzerinde dururken bu konuya ağırlık vermiştir. Hemen her yapıtında, Cumhuriyet sonrası dinselleşme eğilimlerinin kökenine onun notlarında rastlıyor, ülkemizde tarikat örgütlenmesinin nerelere dayandığını Bizim Köy yazarından öğreniyoruz: “Tarikat ehli çoğalınca, Mehmet Efendi, bu insan sürüsünü sağmaya tek başına yetişemeyeceği için, yardımcı çobanlar aldı yanına.

Her bölgeye bir baş atadı. Tarikata girecek olanlara öğüt vermek hakkını bunlara verdi. Bizim köye ‘Şık Çavuş’ adıyla Veli Hoca’nın Hacı Hüseyin verildi. Hacı Efendi, Boyalı köyünde Şık Murtaza Hoca’yla değeyde 10 bulunuyor. O da doğrudan doğruya Mehmet Efendi ile. Yani Murtaza Hoca’yı bölge başkanı yapmış. O da her köye ya da birkaç köye bir çavuş atamış. (… ) Tarikata girenler, işten güçten ellerini çekiyorlar artık. Aralarında birlik kuruyorlar. Ellerine bir kudüm aldılar mı, ‘Haydi bugün falanca köye!’ Üç beş gün o köyü çalkaladıktan sonra, oradakileri de alıp haydi başka köye. Birkaç köy dolaşınca yüz, yüz elli kişilik bir topluluk oluşuyor. Oradan da toptan haydi bakalım Çekiçler köyüne, başşeyhin karşısına çıkıyorlar.” “Notlar”ında, Hafız Okulu’nu bitirip memleketine dönen bir hocayla karşılaşır Makal. Genç hoca, öğretmenin engellemesi üzerine bir önceki köyden para toplayamamıştır. Onu engelleyen öğretmeni anarken, “Bu eşşekoğlu eşşeklerden ne hayır gelir.

Sizin köyde yoktur inşallah öğretmen” der. Bunu söylerken köy odasında bulunan Makal kalmaz bu hakaretin altında. “Atatürk devrimlerinin öncüsüsün sen bu köyde. Öğretmen ordusuna uzatılan bu dili koparmak sana düşer” diye düşünerek, hocanın ağzının payını verir. 11 Cumhuriyet okulları masadan, sıradan yoksun, açık alanlarda, yağmurdan yaştan korunmak için saçak altlarında ders yaparken, siyasal yatırımlarla din okullarının ve Kuran kurslarının nasıl açıldığını, bunların nasıl örgütlendiğini Makal’ın izlenimlerinden öğreniyoruz. Bu gelişmeler, laikliğin temelini sarsmaya yönelik ilk girişimlerdir. Başta Makal olmak üzere, birçok aydın, son elli yılda en çok bu gerçekleri söylediği için tutuklanmış, sürgünlere gönderilmiştir. Bu yönüyle Makal, toplumu uyutmayı, çağdışı anlayışlara sürüklemeyi amaç edinen kişilerle savaşımı göze almış devrimci bir Cumhuriyet öğretmenidir. Makal’ın Bizim Köyde sergilediği “hayat görünümleri”, toplumsal gelişmemizde sorumluluk taşıyanlara çağdaş bir uyarıdır. Bizim Köyün sanatsal yanına gelince, denebilir ki, Makal, gerçekçi Türk yazınının duygusal yaklaşımdan eylemci işleve geçişiminde tohumu çatlatmayı başarmış, ardından Talip Apaydınlar, Başaranlar, Fakir Baykurt’lar, Dursun Akçam’lar… gelmiştir. Yaşar Kemal bir konuşmasında, “Ve kendimi Mahmut Makal dışında, romancı olan ilk Türk köylüsü olarak görüyorum” diyerek bu gerçeği içtenlikle dile getirir. Yaşar Kemal bu saptamasıyla Makal’ın öykülerine, anlatı gücüne ilgiyi çekiyor. 12 Makal, ancak Çehov gibi öykücülerde görülen alaycı gücüyle, “küçük öykü” dediğimiz türün ustalarından biri sayılmalıdır. Genel kanı, Makal’ın yazdıklarının birer “köy notu”, izlenimse! gözlemler olduğu yolundadır. Bu kanıyla, çokları onun Bizim Köyden sonra yazdıklarını pek önemsememişlerdir.

Kaldı ki, Bizim Köyün her parçası küçük bir öyküdür. Makal, yıllarca önce ona yönelttiğim bir soruyu yanıtlayarak bu konuya açıklık getirmiş, öykünün “olabilecek şeyler anlatan” bir tür olmaktan öte bir yönü bulunduğunu belirterek şu noktalara değinmişti: “Benim yazılarım ‘Bir Köy Öğretmeninin Notları’ adıyla yayımlanmaya başladı. Oysa ben onlara ‘yaşanmış köy hikâyeleri’ diyebilirim. ‘Gerçek değil canım, hikâye…’ diye kafalara takılmış düşünce olmasa. Sanırım bu yorum ta baştan beni etkilemiş. Reşat Nuri Güntekin’in en güzel yapıtlarından biridir iki ciltlik Anadolu Notları. Ne güzel anlatır Anadolu’da görüp yaşadıklarını! Onlardan iyi öykü mü olur? Kim bilir hangi koşullanma sonucu bu adı koydu? Ola ki bu koşullanmayı yıkmak için seçmiştir bu adı! Yani, öykü anlatmak ve yoruma yer bırakmak istemediğim, gerçeği yazdığımı vurgulamak için, ‘hikâye’ dememişimdir yazdıklarıma. Ama bunun yanında, eğitsel ve toplumsal konulara ilişkin yazılarımın dışında, ilk kitabım Bizim Köyden başlayarak Hayal ve Gerçek, Memleketin Sahipleri, Kuru Sevda, Yeraltında Bir Anadolu, Kalkınma Masalı, Köye Gidenler gibi kitaplarım tıpatıp küçük öykü biçimine uygun parçalardan oluşmaktadır. Öykünün şu ya da bu uzunlukta olması diye bir koşul yok. Benim yazılarımın özelliği, gerçeği uzatıp çarpıtmadan, sert ve keskin çizgilerle vurgulamaktır. Öz’ün getirdiği bir biçimdir bu. Değişik biçimi, değişik uzunluğu gerektirebilir öz. Ama, zorlama ve gereksiz uzatmayla ilgisi yoktur bunun.” 13 Gerçeği olduğu gibi yansıtmanın önüne birtakım engellerin çıkarıldığını da savunan Makal, dolaylı, başka bir deyişle, gerçeği “gizlemeli” anlatmanın bir koşullandırma işi olduğunu ileri sürüyor: “Koşullandırma insanlık tarihi kadar eski bir çemberdir. Sanata yansıması o sanatın varoluşunca eski olmalı.

Giderek şunu da ileri sürebiliriz: Öykünün ve romanın varolma nedenlerinin başında da korku yatar. Neden? Çünkü insanoğlu hiçbir zaman gereken özgürlüğe kavuşmamış da ondan. Kendi gerçeğini, duyduğu gibi, dolaysız ve de olanca acılığıyla söylemekten korkmuş. Daha doğrusu, dolaylı, geveleyerek söyleme hakkını bile zor tanımışlar, korkutmuşlar onu. Bunun için ‘öykü’ çıkmış ortaya, ‘roman’ çıkmış. Çünkü, ‘olanı değil de olabileceği anlatır’ diyerek savunma kapısı açılmış oluyor.” Makal’ın söyledikleri, ütopik romanları çağrıştırıyor. Utopi-a’nın yazarı Thomas More’un kafasını cellatların elinden kurtaramadığı düşünülürse, Mahmut Makal’ın aramızda bulunması bir şans sayılmalıdır. Kim bilir, “Utopia”nın anlamını bir kez daha düşünerek, belki de bu, Makal’ın “yok” değil de “var” bir ülkeyi yazmış olmasına bağlanabilir… Yazarlık katına ermiş her sanatçı, gerçeği yansıtmanın “dar” kapısından içeriye sızacak bir aralık bulur. Sartre’ın deyimiyle, aç milyonların olduğu bir dünyada, bakarsınız yazarlık ölçü olmaktan çıkar, Brezilya’nın Sao Paula kentinden, her biri ayrı kocadan olan çocuklarıyla bir kadın, Carolina Maria Jesus, acılarını insanlığın yüzüne vuruverir. İçinde duygu/düşünce kazanları kaynayan “yazı”nın, biriken “lav”ı dışarıya püskürttüğü oluyor; 1960 başlarında Jesus’un yürek burkan gözlemleri bir lav püskürmesidir. Yazdıkları çöplüğün (favela) yazgısını değiştirdi mi? Değiştiremedi; Brezilya yine o Brezilya, Sao Paula yine o çöplük kenti! Ama, yarı öykü, yarı röportajla, çöplükte yaşayanların varlığını uygarlık cakası satanların yüzüne çarptı. Jesus’un yurttaş olarak yaptığını Makal, ondan on iki yıl önce, 1948’lerde, aydınlanmacı bir öğretmen, gerçekçi bir yazar sorumluluğuyla yapmış, Türkiye’de çürüyen bir şeylerin olduğunu, üç beş evli bir köyde görüp dile getirdikleriyle kanıtlamıştır. Bizim Köy, köyde bir bilinç ışımasıdır. Vedat Günyol’a, “Bizim Köy bir sanat eseri olarak da büyük.

Büyük, çünkü kuvvetini dile getirdiği gerçekten alıyor” dedirten, Makal’ın ışığı görmüş olmasının sonucudur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir