Margaret Weis, Tracy Hickman – Olum Kapisi 3 – Ates Denizi

Ölüm Kapısı’ndan dört kere geçtim, yine de yolculuk hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum Kapı’dan girdiğim her seferinde bilinçsizdim ilk yolculuğumu Arianus’a yaptım ve o yolculuk neredeyse son yolculuğum olacaktı. Dönüş yolculuğum için, Arianus elfleri tarafından yapılmış bir ejder gemisi edindim ilk gemimden daha güçlü ve çok daha uygun Büyüsünü güçlendirdim ve bu gemiyi yanımda, Nexus’a getirdim Lordum ile birlikte özenle çalışarak, gemiyi koruyan büyüyü daha da güçlendirdik Güç rünleri yüzeyinin neredeyse her santimetresini kaplıyor Bir sonraki görevime, Pryan Dünyası’na bu gemi ile uçtum Bir kez daha Ölüm Kapısı’ndan geçtim Bir kez daha bilincimi kaybettim Uyandığımda kendimi karanlığın hiç olmadığı yalnızca sonsuz ışığın bulunduğu bir âlemde buldum Pryan’daki görevimi tatminkâr bir biçimde tamamladım, en azından Lordum açısından Çıkardığım işten memnun kaldı. ‘Ama ben kalmadım.’ Pryan’ı terk ederken Kapı’yı görmek, bu deneyimi yaşamak için bilinçli kalmaya çabaladım. Geminin büyüsü, kendisini ve beni, hedefimize güven içinde ve zarar görmeden ulaşabilmemiz için koruyor. O zaman, neden bilincimi yitiriyorum? Lordum benden kaynaklanan bir zayıflık olduğunu, zihinsel disiplin eksikliğinden kaynaklandığını ima etmişti. Bu sefer teslim olmamaya kararlıydım. Yine hiçbir şey hatırlamadığımda çok sıkıldım. Bir an için uyanıktım, gemimi içine alamayacak kadar küçük görünen karanlık noktaya girmek için can atıyordum. Bir sonraki an, güven içinde, Nexus’taydım. Ölüm Kapısı’ndan geçiş konusunda olabildiğince çok şey öğrenmemiz şart. Buradan Patryn ordularını geçireceğiz ve bu dünyalara vardıklarında, savaşmaya, fethetmeye hazır olmalılar. Lordum bu konuyu enine boyuna inceledi, Sananların, Ölüm Kapısı’nı ve onun açıldığı dünyaları yaratan eski düşmanlarımızın metinlerini didik didik etti. Abarrach Dünyası’na yolculuğumun arefesinde, bana bir keşifte bulunduğunu bildirdi. Lordum ile yaptığım görüşmeden şimdi döndüm.


Hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Bunu Lorduma -bu evrende herkesten fazla saygı duyduğum bir adamasaygısızlık olsun diye söylemiyorum, ama Ölüm Kapısı hakkındaki açıklaması bana çok mantıksız geldi. Nasıl olur da bir mekân hem var olur, hem de olmaz! Nasıl olur da hem maddeden oluşur, Haplo her zamanki tavrıyla, Pryan üzerindeki başarısızlığının ne olduğundan bahsetmiyor, ama orada, büyüleri Patryn’ın büyüsünden daha güçlü olan bu 1 dev ırkı tarafından neredeyse öldürülecek olmasından bahsediyor olabilir. (bkz Elf Yıldızı, Ölüm Kapısı Serisi nin 2 cildi) hem de maddesiz olur? Nasıl olur da ilerleyen zamanı, geri giderek ölçer? Nasıl olur da o kadar aydınlık olur ki, kendimi karanlığa gömülmüş gibi hissederim? Lordum, Ölüm Kapısı’nın, içinden geçilmek için yapılmış olmadığını söylüyor! İşlevinin ne olduğunu bilemiyor -ya da ne olmuş olduğunu. Amacı, ölmekte olan bir evrenden kaçış sağlamaktan başka bir şey olmayabilirmiş. Katılmıyorum. Sartanların, dünyalar arasında bir tür iletişim olmasını istediklerini keşfettim. Bir şekilde, bu iletişim kurulamadı. Ve dünyalar arasında var olan tek bağlantının, Ölüm Kapısı olduğunu gördüm. Bir sonraki yolculuğumda kendimden geçmemem için daha da önemli bir sebep bu. Lordum, hedefime ulaşmak için kendimi disiplin altına almamı tavsiye etti, ama aldığım riskin son derece büyük olduğu konusunda uyarıyor beni. Hayatımı kaybetmem mümkün değil; geminin büyüsü beni zarar görmekten korur. Ama aklımı kaybedebilirim. 2 BİRİNCİ BÖLÜM KAIRN TELEST, ABARRACH “Baba, başka seçeneğimiz yok Dün bir çocuk daha öldü. Önceki gün de büyük annesi.

Her geçen gün soğuk daha da keskinleşiyor. Ama,” oğul duraksıyor, “asıl sebebin soğuktan çok karanlık olduğunu düşünüyorum, baba. Soğuk bedenlerini öldürüyor, ama ruhlarını öldüren karanlık. Baltazar haklı. Hemen gitmeliyiz, henüz yolculuğu yapacak gücümüz varken Dışarıda, karanlık koridorda durarak dinliyor, gözlüyorum ve kralın yanıtını bekliyorum. Ama yaşlı adam hemen yanıt vermiyor Bir adamın yumruğu kadar büyük elmaslarla süslü, altından bir tahtta oturuyor Taht, geniş, parlak mermerden yapılmış salona bakan bir kursunun üzerinde Salonun pek azını görebiliyor Çoğu gölgelerin içinde kaybolmuş Yerde, ayaklarının dibinde tıslayıp öksüren bir gaz lambası, ancak solgun, zayıf bir ışık verebiliyor Titreyen yaşlı Kral kamburunu çıkartıyor, üstüne ve çevresine yığdığı kürk giysilerin içine daha fazla gömülüyor. Tahtın ön kısmına, gaz lambasına doğru kayıyor, ama titreşen alevin kendisini pek az ısıtabileceğini o da biliyor Aradığı, ışığın verdiği teselli sanırım. Oğlu haklı. Karanlık bizi öldürüyor. “Bir zamanlar,” diyor yaşlı Kral, “sarayın ışıkları bütün gece yanardı. Gece boyunca dans ederdik. Dans ederken çok sıcaklar, saray duvarlarının dışına, havanın daha serin olduğu mağara tavanının altına koşar, kendimizi yumuşak çimenlerin üzerine atar, güler, gülerdik.” Durdu. “Annen dans etmeyi çok severdi” “Evet, baba, hatırlıyorum.” Oğulun sesi yumuşak ve sabırlı.

Edmund babasının gelişigüzel konuşmadığını biliyor. Kralın bir karar verdiğini, verebileceği tek kararı verdiğini biliyor. Babasının şu anda veda etmekte olduğunu biliyor. “Orkestra şurada dururdu.” Yaşlı Kral boğum boğum olmuş parmağını kaldırıp, karanlığın derinliklerinde boğulmuş bir köşeyi gösteriyor “Devirin tüm uyku yansı boyunca çalar, kanlarındaki ateşi canlı tutabilmek için parmeyvesi şarabı içerlerdi. Elbette, hepsi sarhoş olurdu. Devirin sonunda orkestranın bir yarısı, diğer yarısından başka bir parça çalıyor olurdu. Ama bizim için fark etmiyordu. Yalnızca daha çok güldürüyordu bizi. O 3 zamanlar çok gülerdik.” Yaşlı adam kendi kendine, gençliğinden bir melodi mırıldanıyor. Bütün bu süre boyunca, koridorun gölgeleri içinde duruyor, sahneyi kapı aralığından izliyorum. Varlığımı bildirmeye karar veriyorum, sadece Edmund’a bile olsa. Gizli gizli gözlemek bana yakışmaz. Bir hizmetkar çağırıyorum ve ilgisiz bir mesajla Kral’a gönderiyorum.

Kapı gıcırdayarak açılıyor, koridorda bir soğuk hava rüzgârı esiyor, gaz lambalarını söndürecek gibi oluyor. hizmetkar salona giriyor, sürüdüğü ayaklarının sesi arkada, bomboş sarayda fısıltılı yankılar bırakıyor. Edmund elini engellercesine kaldırıyor, hizmetkara geri çekilmesini işaret ediyor. Ama kapıya doğru bir göz atıyor ve hafif bir baş sallama ile varlığımın farkında olduğunu belli ediyor, sessizce onu beklememi istiyor. Konuşmasına ya da başını sallamasından başka bir şey yapmasına gerek yok O ve ben birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, sözcükler olmadan da iletişim kurabiliriz. Hizmetkar çekiliyor, adımları onu tekrar dışarı çıkarıyor. Kapıyı kapatmaya yelteniyor, ama ben sessizce onu durdurup hizmetkarı gönderiyorum. Yaşlı Kral hizmetkarın girişini ve çıkışını fark ediyor, ama fark etmemiş gibi davranıyor. İhtiyarlığın yalnızca birkaç ayrıcalığı vardır. Kendi tuhaflıklarına müsamaha göstermek de bunlardan biridir. Kendi anılarına dalmaksa bir başkası. Yaşlı adam içini çekiyor, bakışlarını üzerinde oturduğu altın tahta indiriyor. Bakışları, kendininkinin yanında duran tahta kayıyor, bir kadının daha küçük bedeni için yapılmış olan bir tahta, ama o taht uzun zamandır boş. Belki de kendini görüyor, genç bedeni güçlü ve uzun, kadının kulağına eğilerek fısıldıyor, elleri birbirlerine uzanıyor. Ne zaman yakın olsalar, elleri her zaman birbirinin ellerinde olurdu.

Şimdi de onun elini bazen tutuyor, ama o el soğuk, dünyamızı istila eden soğuktan da soğuk. O soğuk el, geçmişi yok ediyor. Artık ona fazla yönelmiyor. Anıları tercih ediyor. “O zamanlar altın, ışığın altında parlardı,” diyor oğluna. “Elmaslar öyle ışıldardı ki, onlara bakamazdık. O kadar parlak olurlardı ki, gözlerimiz sulanırdı. Zengindik, inanılmayacak kadar zengin. Kendi zenginliğimize hayrandık. “Ne kadar da masumduk,” diye ekliyor yaşlı Kral, bir süre düşündükten sonra. “Açgözlü değildik, kıskanç değildik ‘Bize geldikleri zaman nasıl da bakakalacaklar. Bu altınları, bu mücevherleri ilk defa gördükleri zaman nasıl da bakakalacaklar!’ derdik kendi kendimize. Sırf bu tahttaki altın ve elmaslar bile onların dünyasında bir ulusu satın alabilirdi, böyle diyordu eski metinler. Ve bizim dünyamız böylesine hazinelerle doluydu, taşın içinde, el sürülmemiş vaziyette yatıyordu. “Madenleri hatırlıyorum.

Ah, bu çok uzun zaman önceydi. Sen doğmadan çok önce, oğlum. Küçük Ahali hâlâ bizim aramızdaydı o zamanlar. Onlar son kalanlardı, en güçlü, en dayanıklı olanlar. Hayatta kalan son halk. Ben çok küçükken babam beni onların arasına götürmüştü. Onlar hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum, sert gözleri, yüzlerini gizleyen gür sakalları, kısa, çevik parmaklan dışında. Onlardan korkmuştum, ama babam onların aslında iyi bir halk olduğunu, yalnızca yabancılara karşı kaba ve sabırsız olduklarını söylemişti.” Yaşlı Kral derin bir iç çekiyor. Eli tahtın kolunun soğuk metalini ovuştuyor, sanki tekrar ona ışık kazandırmak istermiş gibi. “Şimdi anlıyorum, sanırım. Sert ve kabaydılar, çünkü korkuyorlardı. Felaketlerini görüyorlardı. Babam da görmüş olmalı. Buna karşı mücadele etti, ama yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Büyümüz onları kurtarabilecek kadar güçlü değildi. Hatta kendimizi kurtarabilecek kadar bile güçlü değildi. “Bak, şuna bak!” Yaşlı Kral aksileşiyor, yumruğunu altın tahtına vuruyor. “Zenginlik! Bir ulusu satın alabilecek zenginlik. Ve benim halkım açlıktan ölüyor. Kıymetsiz, kıymetsiz.” Altına bakıyor. Altın mat, renksiz görünüyor, hatta neredeyse çirkin. Yaşlı adamın ayaklarının dibindeki güçsüz ateşin ışığını yansıtıyor. Elmaslar da artık pırıldamıyor. Onlar da soğuk ve ölü görünüyor. Ateşleri -yaşamları-bizim ateşimize, bizim hayatımıza bağlı. Yaşam yok olduğu zaman, elmaslar da çevrelerindeki dünya gibi kararacak. “Gelmeyecekler, değil mi, oğlum?” diye soruyor yaşlı Kral. “Hayır, baba,” diyor oğlu ona.

Edmund’un güçlü ve sıcak eli yaşlı adamın boğum boğum, titreyen parmaklarının üzerine kapanıyor. “Eğer gelecek olsalardı, şimdiye kadar çoktan gelirlerdi sanırım.” “Dışarı çıkmak istiyorum,” diyor yaşlı adam aniden. “Emin misin, baba?” Edmund ona endişeyle bakıyor. “Evet, eminim!” diye karşılık veriyor yaşlı Kral aksi aksi. Yaşlanmanın bir başka avantajı -kendi kaprislerini hoş görmek. Kürk giysilerine daha da sıkı sarınan kral tahttan kalkıp kürsüden aşağı iniyor. Oğlu, gerekirse yardımcı olmak için yanında bekliyor, ama gerekmiyor. Kral, uzun yaşamlı ırkımızın standartlarına göre bile yaşlı. Ama fiziksel durumu iyi, büyüsü güçlü ve ona çoğu kişininkinden daha fazla destek oluyor. Omuzları çökmüş, ama bu, uzun yaşamı boyunca taşımak zorunda kaldığı ağır yüklerin doğurduğu bir sonuç. Saçları bembeyaz, orta yaşlarında beyazladı, karısını ondan ayıran ani hastalık sırasında. Edmund gaz lambasını kaldırıyor, yolu aydınlatması için yanında taşıyor. Artık gaz kıymetli; altından daha da kıymetli. Kral tavandan sarkan, karanlık ve soğuk gaz lambalarına bakıyor.

Onu izlerken, düşüncelerini tahmin edebiliyorum. Gazı bu şekilde boşa harcamaması gerektiğini biliyor. Ama bu boşa harcamak değil aslında. O bir kral ve bir gün, belki kısa bir süre sonra, oğlu kral olacak. Ona göstermeli, anlatmalı, eskiden nasıl olduğunu görmesini sağlamalı. Çünkü, kim bilir? Oğlunun geri döneceği ve burayı eski haline getireceği zamanlar gelebilir. Taht odasını terk ediyorlar. Karanlık, rutubetli koridorda yürüyorlar. Beni göreceklerinden emin olduğum bir yerde duruyorum. Gaz lambasının ışığı beni aydınlatıyor Tam karşıda asılı bir aynada yansımamı görüyorum. Karanlıktan çıkan solgun, hevesli bir yüz, beyaz derisi ve parıldayan gözleri ışığı yakalıyor ve gölgelerin arasında beklenmedik bir şekilde beliriyor. Siyah bir cüppeye bürünmüş bedenim, bu âlemin üzerine çökmüş sonsuz uyku ile bir. Başım yerinden ayrılmış, karanlıkta asılı duruyor gibi. Görüntü korkutucu, kendi kendimi ürpertiyorum. Yaşlı Kral beni görüyor, görmezden geliyor.

Edmund hızlı, olumsuzlayan bir hareket yapıyor, başını hafifçe sallıyor. Eğilip çekiliyor, gölgelerin arasına dönüyorum. Yaşlı Kral’ın “Bırak, Baltazar beklesin,” diye mırıldandığını duyuyorum. “Zaman içinde istediğini elde edecek. Bırak, şimdi beklesin. Ölüçağıranın zamanı var. Ama benim yok.” Sarayın koridorlarında yürüyorlar, adımları boş koridorlarda yüksek sesle yankılanan iki çift ayak. Ama yaşlı adam geçmişte kaybolmuş, neşenin ve müziğin seslerini dinliyor, babası ve annesi ile, sarayın koridorlarında kovalamaca oynayan bir çocuğun tiz kıkırdamalarını hatırlıyor. Ben de hatırlıyorum o zamanları Prens Edmund doğduğunda ben yirmi yaşındaydım. Saray yaşamla doluydu: halalar, teyzeler, amcalar, dayılar, kuzenler, enişteler, yengeler, saraylılar -her zaman hoş, her zaman gülümseyen, her zaman kahkaha atmaya hazır- iş peşinde içeri girip çıkan konsey üyeleri, dileklerde bulunan, adalet isteyen kentliler. Sarayda yaşıyor, kralın ölüçağıranının yanında çıraklık dönemimi tamamlıyordum. Çalışkan bir gençtim, dans salonunda geçirdiğim zamandan daha fazlasını kütüphanede geçiriyordum. Ama düşündüğümden de fazla dalmış olmalıyım çalışmalarıma. Bazen, uykumun yarısında, müziği hâlâ duyabildiğim sanısına kapılıyorum.

“Düzen,” diyordu yaşlı Kral. “Her şey düzen içindeydi o zamanlar. Düzen bizim kanımızda vardır, düzen ve huzur. Ne olduğunu anlamıyorum. Neden değişti? Kaosu, karanlığı ne getirdi?” “Biz, baba,” diye yanıt veriyor Edmund sakinlikle. “Biz getirmiş olmalıyız.” Gerçeği biliyor, elbette. Ona ben öğrettim. Ama babası ile tartışmamak için, bildiğini söylemez. Bunca seneden sonra, hâlâ sevgi görmek için çabalıyor. Onları takip ediyorum, siyah terliklerim soğuk, taş zemin üzerinde hiç ses çıkarmıyor. Edmund onlarla birlikte olduğumu biliyor. Arada bir, sanki gücümden güç alırmışçasına, arkasına bakıyor. Ona sevgi dolu bir gururla bakıyorum, kendi oğlum için duyabileceğim bir gururla. Edmund ve ben yakınız, baba oğuldan daha yakın, onun kendi babasına olduğundan daha yakın, kendisi itiraf etmese de.

Annesiyle babası birbirlerine o kadar düşkündüler ki, aşklarının yarattığı çocuk için pek az zamanları vardı. Ben oğlanın öğretmeniydim ve zaman içinde, yalnız gencin arkadaşı, yoldaşı, danışmanı oldum. Şimdi yirmilerinde, güçlü, yakışıklı ve verimli, iyi bir kral olacak, diyorum kendi kendime ve bu sözleri, sanki yüreğimin üzerindeki gölgeleri dağıtacak bir tılsımmış gibi tekrar tekrar söylüyorum. Koridorun sonunda, anlamı unutulmuş olan, zaman ve gelişme ile kısmen silinmiş olan sembollerle bezeli dev bir çift kanatlı kapı var. Yaşlı adam, elinde lambasıyla bekliyor Oğlu, omuzlarındaki kaslar gerilerek, saray kapısını kapalı ve kilitli tutan ağır, metal sürgüyü itiyor. Sürgü yeni bir ilave. Yaşlı Kral onu görünce kaşlarını çatıyor. Belki de, Edmund doğmadan önce, fiziksel engellere ihtiyaç duyulmayan bir zamanı hatırlıyor. O zamanlarda kapıyı büyü kapalı tutardı. Fakat yıllar içinde büyü, başka, daha önemli işler için gerekir oldu -hayatta kalmak gibi işler için. Oğlu kapıları itip açıyor. Soğuk bir esinti gaz lambasını söndürüyor. Keskin soğuk kürk giysilerin içine işliyor. Soğuk yaşlı Kral’a, saray ne kadar soğuk olsa da, dışarıdaki kanı donduran, kemikleri uyuşturan karanlığa karşı bu sarayın duvarlarının ve büyülerinin bir miktar koruma sağladığını hatırlatıyor. “Baba, buna dayanabileceğinden emin misin?” diye soruyor Edmund endişeyle.

“Evet,” diye tersleniyor yaşlı adam, ama benim tahminime göre, yalnız olsaydı dışarı çıkmazdı. “Benim için endişelenme. Eğer Baltazar’ın istediği olursa, kısa süre sonra hepimiz dışarıda olacağız.” Evet, yakında olduğumu, dinlemekte olduğumu biliyor. Edmund üzerindeki etkimi kıskanıyor. Tek söyleyebileceğim şu: İhtiyar, sen şansını kullandın. “Baltazar bizi tünellerden aşağı indirecek bir yol buldu, baba. Sana daha önce de açıklamıştım. Dünyanın içine doğru ilerledikçe hava ısınacak.” “Bu kadar aptalca bir fikri, bir kitaptan bulmuştur herhalde. O lanet şeyi yakmanın bir faydası yok,” diyor yaşlı Kral, lambayı kastederek. “Büyünü harcama. Işığa ihtiyacım yok. Defalarca durdum bu sütunların arasında. Gözüm bağlı dolaşabilirim burada.

” Karanlıkta hareket ettiklerini duyabiliyorum. Kral’ın Edmund’un kolunu ittiğini -Prens, bunu pek az hak eden babasına karşı sevgi ve saygı dolu- ve tereddüt etmeden, uzun adımlarla kapıdan dışarı çıktığını görür gibi oluyorum. Koridorda duruyor, yüzümü ve ellerimi ısıran, ayaklarımı uyuşturan soğuğu görmezden gelmeye çalışıyorum. “Ben kitaplardan hoşlanmam,” diyor Kral oğluna, sert bir sesle. Babasının yanında yürüyen oğulun adımlarını işitebiliyorum. “Baltazar kitapların arasında gereğinden fazla zaman harcıyor.” Belki de öfke kendini iyi hissettiriyordur, sıcak ve parlak, tıpkı lambanın alevi gibi. “Bize geri döneceklerini söyleyen kitaplardı, bak neye vardı! Kitaplar.” Yaşlı Kral burun kıvırıyor. “Onlara güvenmiyorum. Onlara güvenmemiz gerektiğini düşünmüyorum! Belki yüzyıllar önce gerçeği yansıtıyorlardı, ama o zamandan bu yana dünya değişti. Atalarımızı bu âleme getiren yollar muhtemelen yok olmuşlardır.” , “Baltazar, cesaret edebildiğince ileri giderek yolları keşfetti ve yolların güvenli, haritaların doğru olduğunu gördü. Unutma, baba, tüneller onları ve bu dünyayı yapan eski, güçlü büyüyle korunuyorlar.” “Eski büyüymüş!” Yaşlı Kral’ın öfkesi tüm gücüyle yüzeye vuruyor, sesinde tutuşuyor.

“Eski büyü yok oldu. Bizi bu hale getiren, eski büyünün yok olması! Bir zamanlar refahın olduğu yerde, şimdi yıkım var. Bir zamanlar bolluğun olduğu yerde, şimdi perişanlık var. Bir zamanlar suyun olduğu yerde, şimdi buz var. Bir zamanlar yaşamın olduğu yerde, şimdi ölüm var!” Sarayın girişinde durup önüne bakıyor. Fiziksel gözleri üzerlerine çöken karanlığı görüyor yalnızca, kentte, orada burada yayılmış tek tük ışıkların bozduğu karanlığı. Bu ışık benekleri halkı temsil ediyor ve bunlardan çok az var, çok çok az. Kairn Telest alemindeki çoğu ev karanlık ve soğuk. Tıpkı kraliçe gibi, bu evlerde kalanlar ışık ve sıcaklık olmadan da idare edebilirler pekâlâ; onlar için harcamaya gerek yok. Kral’in fiziksel gözleri karanlığı görüyor, tıpkı fiziksel bedeninin soğuğu hissetmesi ve onu reddetmesi gibi. Kente, anılarının gözüyle bakıyor, oğluyla paylaşmaya çalıştığı bir yetenek bu. Ama artık çok geç. “Eski dünyada, Koparılış’tan önce, güneş dedikleri bir ateş topu varmış. Bunu bir kitapta okudum,” diye ekliyor Kral kuru bir sesle. “Okumayı bilen tek kişi Baltazar değil.

Dünya dört ayrı parçaya koparıldığı zaman, güneşin ateşi dört yeni dünya arasında paylaştırılmış. Ateş, bizim dünyamızın merkezine yerleştirilmiş O ateş Abarrach’ın kalbi ve tıpkı kalp gibi, yaşam veren kanı, sıcaklığı, enerjiyi bedene taşıyan kanalları var.” Bir hışırtı duyuyorum, pek çok giysi tabakası arasında hareket eden bir baş. Kral’ın bakışlarını ölmekte olan kentin üzerinde gezdirdiğini hayal edebiliyorum. Karanlıkta büzülmüş, kent duvarlarının çok ötesine bakıyor. Hiçbir şey göremiyor, karanlık mutlak. Ama, belki de, zihninin gözüyle, bir ışık ve sıcaklık, bir yeşillik dünyası görüyor. Pırıldayan sarkıtlarla süslü, yüksek bir mağara tavanı altında yetişen, büyüyen şeyler görüyor. Çocukların gülüp oynadığı bir ülke görüyor. “Güneşimiz oradaydı.” Bir hışırtı daha. Yaşlı Kral elini kaldırıp sonsuz karanlığa doğru işaret ediyor. “Sütunlar,” diyor Edmund yumuşak bir sesle. Babasına karşı sabırlı. Yapılacak o kadar çok şey var ki! Ve o yaşlı adamların yanında durup, anılarını dinliyor.

“Bir gün, kendi oğlu da aynısını yapacak onun için,” diye fısıldıyorum umutla, ama geleceğimiz üzerine çökmüş gölge yüreğimden kalkmıyor. Gaipten haber? Kehanet? Bu tür şeylere inanmıyorum, çünkü daha yüksek bir gücü ima ediyorlar, bizlerin işlerine burnunu sokan ölümsüz bir el ve zihin. Ama, üzerinde doğduğu ve kendisinden önce babasının, büyükbabalarının doğduğu bu toprakları terk edeceğini bildiği gibi, Edmund da Kairn Telest’in son kralı olacağını biliyor. Ve karanlığa minnetarım. Gözyaşlarımı gizliyor. Kral da sessiz; düşüncelerimiz aynı karanlık yola yöneliyor. Biliyor. Belki şimdi onu seviyordur da. Ama artık çok geç. “Sütunları hatırlıyorum, baba,” diyor oğlu telaşla, yaşlı adamın sessizliğinin sinirden kaynaklandığını sanarak. “Senin ve Baltazar’ın, onun gücünün azalmakta olduğunu ilk fark ettiği günü hatırlıyorum,” diye ekliyor daha büyük bir ağırbaşlılıkla. Gözyaşlarını yanaklarımda donmuş, onları silmekten kurtarmış beni. Ve şimdi, ben de anılarımın yollarında yürüyorum. Işıkla dolu… gücü azalmakta olan bir ışıkla dolu yollarda yürüyorum… ,

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir