Mehmet Akar – Kalblerin Gunesi

Her fabrika meyvesi içindir. Kâinat, içinde işçilerin çalıştığı işlek bir tezgâh, seyrine bile hayran kalınan muhteşem bir fabrikadır. Bu tezgâhta her şey hayata hizmet eder. İnorganik maddeler organik dediğimiz bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların maddî bünyesinde yapı taşı olarak kullanılır ve kâinat tezgâhı insan nevini meyve verir. İnsan nevi Allah’ın isimlerini ve sanatını gösteren en câmi’, en berrak, en parlak âyinedir. O aynanın en güzelleri, nakışları en açık ve aydın okunanları ise peygamberlerdir. Kâinatın meyvesi peygamberler, onların en mümtazı, en harikuladesi de Peygamberimiz Hazreti Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Eğer kâinat O’nu meyve vermemiş olsa, kurulması da, yapılan bunca masraf da abes olur. Tezgâh meyvesi için kurulduğuna göre, Efendimiz’in Peygamberliği kâinat tezgâhının varlığı kadar kat’îdir. Necip Fazıl’ın diliyle varlığın ıtrı süzülmüş, özü olarak “O” kalmıştır. Evet, mahlûkât “O” yüzdendir, varlık “O” yüzün hatırına vardır: “Sen fikir kadar güzel; Ve tek, birden daha tek! Itrını süzmüş ezel; Bal sensin, varlık petek…” Kâinat Kitabı İnsan, kendisini buraya gönderen Zât’ı bilmek ve bulmak ister. Bilmek ve bilinmek, hem Rabbimiz’in muradı, hem insanın ihtiyacı, arzusudur. Bir hakikat üç türlü ifade edilir. Cisimle, sözle, yazıyla… Yağmur denince de, yağmur yazılınca da, yağmurun cismi görülünce de aynı şey anlaşılır. Rabbimiz’i bize tarif eden üç büyük tarifçi vardır: Birisi, kâinat kitabıdır ki, hakikatin cisimleşmiş hâlidir.


Birisi, Kur’ân-ı Kerîm’dir ki, hakikatin yazıyla ifadesidir. Birisi de Hz. Muhammed’dir ki (sallallâhu aleyhi ve sellem), hakikatin dile gelmesidir. Kâinat, en yüce hakikatin, yani Allah’a ait güzelliklerin, manaya gölge düşürmeyecek kıymetteki cevherlerle, sözün önemine göre seçilmiş mürekkeplerle yazılmasından hâsıl olmuş bir kitaptır. Hayatı aydınlatan güneş kıymetlidir. Sonsuza açılan pencere gibi insana soluk aldıran masmavi semâ kıymetlidir. Milyonlarca dalganın birbirini kovaladığı, pırıltılı izinde bir davetin sezildiği deryalar, denizler kıymetlidir. Anneye çocuğuna kucak açtıran şefkat, kardeşe kardeşi sevdiren sevgi kıymetlidir. El, göz, gül, bülbül, ağaç kıymetlidir. İşte, varlık bir yapı malzemesi gibi kullanılırken bir harf, bir mürekkep olmuş, en büyük hakikat onlarla yazılmıştır. Kitap yazılırken bunca masraf yapılması, O (celle celâluhû) yüce hakikat hatırınadır. Bu kitap, O’nu tarif etmektedir. Kitaptır ama, o kadar güzeldir ki, onu okusun diye gönderilen insanlardan bazıları, daha manasını anlamadan onun dış güzelliğine vurulmuş, âşık olmuşlardır. Manası anlaşılmayan bir kitabın yazılmasının hikmeti yoktur. Öyle bir kitap abestir, gereksizdir.

Hâlbuki o mana kâinatın kuruluş sebebidir. İşte kâinatı bir kitap gibi okuyan, abesiyetten, manasızlıktan, cisim yığını olmaktan kurtaran Zât, Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Çünkü bugün dahi O’nu tanımayan insanlar, varlığı, bir harfin “aşağı, yukarıya giden çizgi” diye okunması gibi anlatmakta, inceledikleri şeyi, “aşağıya doğru giden damar”, “o bölgedeki akyuvar”, “üzerindeki epitel doku”, “yörüngesinde hareket eden gök cismi” diyerek tarif etmekte; ne maksadı, ne manayı, ne merhameti, ne nizamı, ne sahibinin adını okuyabilmektedirler. Muhteşem bir şiiri manasız şekiller zanneden, kâğıda ve yazıda kullanılan mavi mürekkebe dikkat etmeyi meziyet sanan bir cahilden bu manada hiçbir farkları yoktur. Hâlbuki bu kitap, baştan sona manadır ve mana içindir. İnsan, bu büyüleyici, bu manalı kitabın varlığına ne kadar inanıyorsa, Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) Peygamberliğine de o kadar inanmalıdır. Onun Peygamberliği kâinat kitabının varlığı kadar zaruri, kâinatın anlattığı dersler kadar kat’îdir. Mektebi yapan, kitabı yazan bir Sultan, elbette muallimini de gönderecektir. İnsanlığa seçilen muallim O’dur (aleyhissalâtü vesselâm). Kâinatın Temsilcisi Sultan, binlerce odalı bir saray yapmış, sarayına muhtaçları yerleştirmişti. Her bir taifeye kendilerine uygun odalar verilmiş, herkesin ihtiyacı tam olarak görülmüştü. Uzandıklarını alıyor, dilediklerini kullanıyorlardı. Sofralar akıllarına gelmeyen ziyafetlerle donatılmış, onlar için hiçbir masraftan kaçınılmamıştı.

Binlerce odalı ve binlerce katlı sarayın, en has misafirleri en üst kata yerleştirilmişti. Diğer bütün misafirler bu en üst kata yerleştirilen kabiliyetli misafirlerin etrafında pervane oluyor, Sultanlarının kıymetli misafirlerini memnun etmek için onlar da âdeta çırpınıyorlardı. Sanki kendilerini unutmuş, o özel misafirleri düşünür olmuşlardı. Sultan, sarayındaki misafirleri ile görüşmek istiyordu. Bunun için içlerinden kendisi ile görüşmeye en lâyık ve en ehil olanı seçti. O, özel misafirlerin içerisindeki en müstesna şahıs idi. Ondan, misafirlerinin isteklerini kendisine iletmesini istedi. O seçilen şahıs, bütün o sarayın misafirlerinin hâllerini müşahede etti, dileklerini, arzularını dinledi. Hepsi de, Sultanlarına teşekkürlerinin iletilmesini istiyordu. O has memur, heybesinde arkasındaki misafirlerin teşekkürlerini taşıyarak Sultanın huzuruna çıktı. En yüksek ifadelerle minnet ve şükranlarını ifade etti. Saraydaki bütün misafirler adına konuşuyor, onlar adına istiyordu. Sultan, misafirlerinin bu hakkı takdirlerinden hoşnut oldu. Onların isteklerini dinlediği gibi, onlara onlardan istediği şeyleri de bildirdi. Bunlar, bütünüyle misafirlerin hayrına olan şeylerdi.

O kıymetli memur, Sultan’ın huzurundan ayrıldı. Onu merakla bekleyen misafirlere müjdelerle döndü. Sultan, teşekkürlerini kabul ediyor, onca ihsanına karşı başka ücret istemiyor, haddi aşmayanlara numûneleri görünen hediyelerin hazinelerini de vermeyi vaad ediyordu. Misalden de anlaşılacağı gibi, o saray kâinat, O sultan Rabbimiz, o memur da Efendimiz’dir (aleyhissalâtü vesselâm). Allah (celle celâluhû), kâinatı bin odalı saray suretinde yaratmış, mahlûkâtını oraya davet etmiş ve nihayet en has misafirleri olan insan nevini sarayına almıştır. Daha sonra, bütün mahlûkâtı temsilen, insan nevi içerisinden Efendiler Efendisi’ni kendisine muhatap yapıp, O’nu Mi’rac’a mazhar kılarak huzuruna almış, Efendimiz o görüşmede Rabbimiz’e bütün mahlûkâtın teşekkürünü takdim etmiş, Rabbimiz de Efendimiz’e, insan nev’ini bütün mahlûkât adına namaz mi’racı ile huzuruna kabul edeceğini ilk orada müjdelemiştir. Bu, âcizin Hâkim’le, hiç’in Mutlak Kudret’le, yaratılmışın Yaratan’la, tenezzülen muhatap olacağının müjdelenmesidir ki, beşeri hakikî insan olma makamına oturtan da budur. Evet, kâinata ‘dil’ olsun diye yaratılan varlık, o vazifeyi yerine getirmiyorsa, sair varlıklarla arasında bir fark kalmayacaktır. Onun içindir ki insanın Sultanla muhatap olduğu kürsü ve şeref ufku, namazdır. İşte, kâinattaki nimetler ne kadar hakikatse, insanların o nimetlere olan şiddetli muhabbeti de o kadar hakikattir. İnsanın kendisine verilen hediyelere muhabbeti ne kadar hakikatse, içinde duyduğu memnuniyet ve teşekkür hissi de o kadar hakikattir. Varlık neşvesi ve memnuniyet ne kadar hakikatse, o memnuniyetin dile gelmesi de o kadar hakikattir. Memnuniyet ve teşekkürün haykırılması ne kadar hakikatse, onu ilan edecek ağzın yaratılması da o kadar hakikattir ve kâinatın varlığı kadar zarurîdir. İşte Allah’a (celle celâluhû), mahlûkât adına muhatap olan O Zât’ın adı Hz. Muhammed’dir ve peygamberliği kâinat kadar hakikattir.

Mi’raç’ta Efendimiz, kâinatta atan bir nabız gibi, Rabbimiz’e, arkasında saf tutup, elpençe divan bekleyen bütün mahlûkâtın tesbihini, hamdini ve takdisini takdim etmiştir. Efendimiz’i Mi’rac’a çıkaran Allah’tır (celle celâluhû). Çıkaran o olduktan sonra, kudretine uzak olan hiçbir şey yoktur. Mülk de O’nun, memlûk de O’nundur. Güneşleri sapan taşı gibi çeviren de, bir bakışla insanı semâya çıkaran da O’dur. Hayal, insanın en zayıf kuvvetlerden birisidir. Allah, insanı hayaline bindirip bir anda aya gönderebilir. İnsanı hayale bindirip semâya çıkaran, İnsanlığın Efendisi’ni (aleyhissalâtü vesselâm) Burak’a bindirip semâya çıkarmıştır. Yapan O olduğu için zorluk, kolaylık bahis mevzuu değildir. Efendimiz, Mi’rac’a bir insan olarak, maddî ve mânevî mahiyeti ile çıkmıştır. Semâya çıkarılan, sadece ruhu değil, Zât’ı ve dolayısı ile Zât’ına ait olan her şeyidir. Ve zaten insan, sadece ruhu ile değil, maddî mahiyeti ile de insandır. İnsan, ruh, beden; mana, madde bütünlüğünün temsilcisidir. Varlığın zirve ufku olan Efendimiz, Mi’raçta hem maddî âleme ait varlıkları; çiçekleri, bülbülleri, yıldızları, hem mânevî aleme ait varlıkları; ruhanîleri, cinnîleri, melekleri temsil etmiştir. Maddî ve mânevî âlemlerin mümessili, elbette o temsil görevini maddî ve mânevî mahiyeti ile yapmıştır.

Mantıkî Deliller Murad-ı İlâhî “Allah, kâinatı niçin yarattı?” sualinin ilk cevabı “Zâtına olan muhabbetinden” olur. O Mutlak Güzel’dir ve o güzelliği takdir güzelliği de en evvel Zât-ı Ulûhiyet’e aittir. Kendi sanatını Sonsuz Nazarı ile görmesi ve ona mukaddes memnuniyeti ile bakması bizim ihatamızın ötesindeki bir hakikattir. Fakat muhakkak olan bir şey var ki, “yapan kendisi için” yapmıştır. Sonra, “mahlûkâta olan merhametinden” cevabı verilebilir. Evet, âciz ve fânî varlıkların ziyafet sofralarında tadacağı varlık coşkusunu bilen Âlim-i Mutlak, sonsuz şefkat ve rahmetiyle mahlûkâtı yaratmış, onlara tarifsiz lezzetler tattırmıştır. Kâinat, hikmet ve maksatla örülmüştür. Varlık adedince sebep-sonuç ilişkisi vardır. Eğer kâinatta hikmet varsa Hz Muhammed Allah’ın resûlüdür. Çünkü, şefkat ve merhametin tam olması, numûneleri görülen ziyafetlerin dâimî olması ile; bu da insanlığı dâimî ziyafete çağıran bir davetçinin varlığıyla mümkündür. Ne bunca masraf çürütülmek için yapılmıştır ve ne de dünyada tadıp doyamayan insanların gözleri arkada kalacaktır. Davetçinin varlığı sofra kadar kat’îdir. Öyle ise, ebedî ziyafete çağıran Efendimiz’in peygamberliği (sallalahu aleyhi vesellem), kâinatın yaratılış sebebidir ve kâinat kadar kat’îdir. Bilen Konuşur Rabbimiz kâinatı bilerek yapmış ve yaratmıştır. Hakikatleri tartan akıl, semâyı alan göz, sesleri tartan kulak; insanların, hayvanların ve bitkilerin hadsiz özelliklerini taşıyan tohum ve kâinatta câri olan muhteşem âhenk, O’nun bilerek yaptığının şâhidlerindendir.

Yapan bilir, bilen konuşur. Kiminle? Mahlûkât içerisinden seçilen bir mümessille… Yani varlıktan hayatı olanlarla… onlardan şuuru olanlarla… onlardan aklı, idraki olanlarla… akıllılardan dâhîlerle… onlardan rehberlerle… rehberlerden Peygamberlerle… Peygamberlerden, bütün peygamberlerin de (aleyhimüsselâm) şehadetiyle, en mükemmeli olan Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’la konuşur. Konuşmuş, O’nu Zât’ının en has muhatabı ve memuru yapmıştır. Güneşin Işığı Eser, müessirini, yani yapıcısını gösterir. Sanatkâr, sanatı ile görünür. Güzel bir resim, ressamını; güzel bir saray, mimarını tanıtır, takdir ettirir, sevdirir. Sanatkâr resmin bizzat değil, tesiriyle içindedir. Mimar, sarayının başında beklemez veya sanatından bir parçaya dönüşüp içinde görünmez ama onun varlığına ve o saraydan daha muhteşem bir zât olduğuna, ortaya koyduğu eser şâhiddir. Göz, sanatı gördüğünde idrak sanatkârı görmelidir. Sanatı gördüğü hâlde sanatkârı görmeyen ve ona hayran olmayan akıl, akıl değil azaptır. Işık, güneştendir. Güneş, ışığıyla görünür. Ceddimizin diliyle Şems-i Ezelî, yani Ezelî Güneş, Allah’tır (celle celâluhû). “Güneş görünmeksizin olmadığı gibi, Ulûhiyet de risaletsiz olmaz.

” 1 Evet, görünmeyen güneş olamayacağı gibi, Mutlak Var olan da görünmeksizin olmaz. Sonsuz İzzet, fâni dünyada elçileriyle görünür. Ebedî âlemde Zât’ıyla görünecektir. Çünkü buranın yaratılış hikmeti de, misafirlerinin buradaki kabiliyeti de, fânî diyarın donanımı da Zât-ı Ulûhiyet’i elçisiz, aracısız görmeye, göstermeye müsait değildir. Güneşi, ışığı; Rabbimizi, Nebileri gösterir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir