Metin Aydoğan – Bitmeyen Oyun

İnsanlık yeni bir yüzyıla giriyor. Yaşamın sürekli akışı içinde, yüzer yıllık zaman dilimleri elbette herşeyi ifade etmiyor. 21. yüzyıl belki on yıl önce başladı ya da yirmi yıl daha sürecek. Önemli olan zaman birimleri değil, süreçler ve etkileri. Köleci toplum bin, feodal toplum sekiz yüz yıl sürdü. Bu dönemlerde bir değil birkaç yüzyıl önemli bir toplumsal değişim olmadan geçti. Ancak 20. yüzyıl elbette farklı. On ya da yirmi yılda, ortaya çıkan gelişmeler, birçok kişinin kavrayamayacağı kadar hızlı. Teknolojik gelişmeler, ülkeler arası ilişkiler, sosyal dönüşüm ya da çözülmeler olağanüstü hızlanmış durumda. Kimilerine göre, insanlık zenginliği, eşitliği ve evrensel barışı gerçekleştirecek altın çağa girmek üzere. Üretilen değerlerin dolaşımında küresel bir devrim yaşanıyor. Sınırlar önemini yitiriyor, insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar birbirlerine yakınlaşıyor, enternasyonal bir uygarlık doğuyor. Kimilerine göre ise; insanlar, yaşamsal gereksinimlerinin esiri olmadan, ruhlarının ezilmediği, özgür ve barışçı bir yaşam çevresini henüz yaratabilmiş değil.


İçinde bulundukları koşullardan duydukları hoşnutsuzluk, gelecek umutlarını iyimser kılamıyor, onları geçmişe özleme yöneltiyor. Dünyanın büyük bölümünde insanların yoksulluğu artıyor az sayıdaki zengin ülke, ayrıcalıklarını kaybetmemek için her yolu deniyor. İnsanlık, tarihinde gördüğü en planlı ve en örgütlü sömürü altında. Hangi görüş gerçeği açıklıyor? Her ikisi de doğru ya da her ikisi de yanlış mı? Yaşadığımız dönemin tarih açısından önemi nedir? Kim ne derse desin, milyarlarca insanın yaşadığı ve gördüğü bir gerçek var. ekonomik ve politik gerilimlerin, çatışma ve savaşların, yoksulluğun tahrip edilen doğal çevrenin, insanlar üzerinde baskı oluşturduğu bir dönem yaşanıyor. Endüstriyel hegemonya ve politik nüfuz alanları için çatışma, yeni bir yüzyıla girerken, hâlâ dünyanın biçimlenmesini belirleyen kritik sorun durumunda. Tarih sanki tekrar yaşanıyor. 20. yüzyıl başlarken yaşanılan sorunlarla günümüz sorunları arasında temel bir farklılık görülmüyor. Yalnızca yöntem, araç ve yoğunluk artışları sözkonusu. İnsanlar yüz yıldır, niteliği değişmeyen küresel bir sistemin gelişen iç süreçlerini yaşıyor. § Geleceğin alacağı biçimi görebilmek için geçmişin doğru kavranması gerekiyor. 20 yüzyılı anlamadan, günümüzde doğru adım atmak ve kendi geleceğine egemen olmak mümkün değil. Değişik biçimlerle dört imparatorluğun (Rus, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, İngiltere) dağıldığı, sömürgecilik döneminin sona erdiği iki büyük dünya savaşının yaşandığı ve Ulusal Bağımsızlık hareketlerinin olağanüstü hızla yayıldığı bir yüzyıl yaşandı. İnsanlık, tarih boyunca ilk kez eşitlik üzerine kurulu bir ülke yaratmayı denedi.

300 yıldır dünyayı egemenliği altında tutan gelişmiş sanayi ülkeleri, işgal ettikleri yoksul bir ülkeye ilk kez boyun eğdiler. Teknolojik gelişim, silahlanma, süper güçler, uluslararası yakınlaşma, kültürel etkileşim, açlık ve çevre sorunları tarihin hiçbir döneminde, 20. yüzyıldaki yoğunlukta yaşanmadı. Bu yüzden 20. yüzyıl, zengin bir toplumsal dönüşüm laboratuarı oldu. 19. yüzyıl sanayi devrimi ve nüfus patlaması Batı Avrupa sömürgeciliğini yeni bir aşamaya getirmişti. Özellikle yüzyıl sonundaki üretim ve sermaye artışları, denizaşırı ülkelerin önemini daha da arttırdı. Tekelleşen büyük şirketler mal yanında sermaye de ihraç etmeye başladılar. Başlı başına bir güç haline gelen mali sermaye, tekelleşme eğilimlerini hızlandırarak liberal dönemi sona erdirecek yeni bir süreci başlattı. Sömürgelerin önemi artarken, ondan daha çok pay almak isteyenlerin sayısı arttı. Almanya, ABD, Japonya ve İtalya, sahip oldukları toprakların gelişen sanayilerine yetmediğine inanıyorlardı. 19. Yüzyıl sonlarında, dünyanın 43 milyon kilometrekare toprağı 4 büyük ülke tarafından sömürgeleştirilmişti. İngiltere’nin 27.

2, Fransa’nın 11.3, Almanya’nın 2.6 ve ABD’nin 1.6 milyon kilometrekare sömürgesi vardı.1 Sömürgecilik yarışına en son katılan ABD, 1898’de İspanya’yı yenmiş, Küba ve Filipinleri ele geçirmişti. Buna karşın, gelişmeyi yeterli görmeyen Amerikalı Henry Cabot Lodge; “Büyük ülkeler dünyayı paylaĢıyorlar. Amerika bu gidiĢe ayak uydurmalıdır.” diye telaşlanıyordu.2 1887 yılında Almanya’yı ziyaret eden Amerikalı gözlemci Henry Adams; “Almanya dünya çapında ĢaĢırtıcı bir güç olmuĢtur. Bu güç onu barut tozu deposu haline getirmiĢtir. Bütün komĢuları onun patlayacağı düĢüncesiyle dehĢet içindedir ve bu patlama er ya da geç olacaktır.” 3 20. yüzyıla girilirken, sömürgeler için kıran kırana bir mücadele vardı. Bu mücadelede amaca yönelik başarı için her türlü girişim yapılıyor, tutucu alışkanlıklardan, inanç farklılıklarından ve yerel ayrılıklardan yararlanılıyordu. Toplumsal geriliğin düzeyi, sömürgeci egemenliğin de kapsamını belirliyordu.

Kabileler, cemaat toplumları ve despotik yönetimli geri ülkeler, kimi zaman askeri eyleme bile gerek duyulmadan, kolayca etki altına alınıyorlardı. Ancak tüm baskı ve engellemelere karşın, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ulusçu hareketler oluşmaya başlıyor ve bu hareketin öncüleri, hem sömürgecilerle ve hemde onların yerel işbirlikçileri gerici unsurlarla çatışıyorlardı. 20. yüzyıl başlarında yayılmaya başlayan ulusçu hareketlerde iki temel eğilim egemendi; daha çok aydınların arasında yaygın olan mandacılık ve genellikle din adamlarının öncülük ettiği, yerel geleneklere dayalı dinsel tepki. Karşısında olduğu gücün niteliğini ve amacını kavrayamamış olan her iki eğilim de doğal olarak etkili olamadı. Tam bağımsızlık kavramı ise henüz sömürge dünyasının gündemine girmemişti. Yüzyıl başında, 1898-1901 Çin-Boxer, 1899- 1902 Güney Afrika Boer ve 1911-1916 Meksika-Zapata ayaklanmaları ulusal bağımsızlığa yönelen antiemperyalist mücadeleler değil, yerel ölçekli çatışmalardı. Emperyalizme karşı ilk başarılı karşı çıkış Türk Devrimi’dir 1919-1923 Türk Kurtuluş Savaşı’nın beklenmeyen başarısı Ulusal Bağımsızlık kavramını, sömürge ve yarı sömürgelerin gündemine kalıcı bir biçimde sokmuştur. 20. Yüzyıla girerken Almanya’nın pazar payı İngiltere ve Fransa’nın pazarlarının ancak % 6,6’sı kadardı. Bu oran ABD için % 4.2’ydi. İngiltere tek başına dünya ihracatının % 16.3’ünü yaparken, Almanya dahil tüm Orta ve Batı Avrupa ülkelerinin toplam ihracatı % 31.9’du.

4 Dağılımın ülkelerin ekonomik güçlerine uygun düşmeyen dengesizliği, önce politik daha sonra silahlı çatışmayı zorunlu hale getirdi. 1914’de çıkan savaş, yarım yüzyıllık gerilimler sürecinin bir sonucuydu ve bu süreç aynı zamanda sömürgeciliğin, yeni bir döneme, kapitalist emperyalizme geçiş süreciydi. Mal ve hammadde ticareti yanında özel önem kazanan sermaye ihracı bu dönemde başlamıştı. § Dünya’nın bugünkü durumunu izlemek yüz yıllık eski bir fotoğrafa bakmak gibidir. Etkinlik bölgeleri için mücadeleler, ülkeler ve bölgeler arası gerilimler, askeri ve ekonomik sorunlar, gücün belirleyiciliği, ticari rekabet, uluslararası sermaye hareketleri ve pazar çatışmaları, boyutları büyümüş sorunlar olarak niteliği değişmeden devam ediyor. Yüzyıl başındaki İngiltere’nin yerini bugün ABD aldı. İngiltere-Fransa sömürgeciliğine karşı Alman tepkisinin yerinde şimdi, ABD-JaponyaAlmanya çekişmesi var. Dışarıya açılan şirket sayısı şimdi daha çok ama yaptıkları işte bir değişiklik yok. Yüzyıl başında dünyanın temel paylaşım alanları ve çatışma bölgeleri, Ortadoğu ve Balkanlar (Türkiye) ile Uzakdoğu (Çin) idi. Şimdi Çin’in yerini Orta Asya ülkeleri aldı. Türkiye kendisini Çin’den daha önce kurtarmıştı ancak bugün, neredeyse aynı yere geri döndü. İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya tarafından, “Doğu sorunu” ya da “Hasta adam” tanımlamalarıyla bölüşülmek istenen Türkiye bugün, etnik ve dinsel ayırımlar, dış borçlar, tahkim anlaşmaları, özelleştirmeler ve gümrük birlikleri aracılığıyla paylaşılıyor Ortadoğu’nun yüzyıl başındaki durumuyla ilgili kapsamlı araştırmalar yapmış olan Amerikalı gazeteci ve yazar Peter Hopkirk, “Bitmeyen Oyun” adlı yapıtında şunları yazıyor: “Ġngiltere 1895 yılında, Osmanlı Ġmparatorluğunun parçalanması için bir teklif hazırladı ve Almanya’ya cömert bir parça sundu. Ancak Berlin buna ĢaĢırtıcı bir ilgisizlik gösterdi. Almanya parçayı değil bütünü istiyordu. Sultan’ın onayı alınarak ülkenin iç bölgelerini araĢtırmak ve doğal kaynaklarının envanterini çıkarmak için Türkiye’ye Alman uzmanlar gönderildi.

Alman ‘gezginleri’ ve ‘kaĢifleri’, arkeolojik ve antropolojik araĢtırmalar yapma bahanesiyle tüm ülkeye yayıldılar. Haritalar çıkarıldı, her köy ve aĢiretin sahip olduğu ev ve çadıra kadar her Ģey saptandı. Pan-Germen Birliği, geleceklerinin, zengin ve az kalabalık Osmanlı topraklarında yattığına inandılar. GeçmiĢte parlak uygarlıklar barındırmıĢ olan verimli Mezopotamya topraklarının ‘çalıĢkan’ Almanların elinde büyük bir zenginlik kaynağı olacağına karar verildi. Kayzer ll.Wilhelm, ‘Doğu birini bekliyor…’, Paul Rohrback ‘Almanya’nın geleceği Doğu’dadır,Türkiye’de,Mezopotamya’da, Suriye’dedir.’ diyorlardı.” 5 Türkiye bu Almanya ile “dost ve müttefik” olarak Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Enver Paşa Ordu’nun başına Alman generallerini getirdi. “Hasta adam” Türkiye ve onun “bereketli topraklarıyla” ilgilenen yalnızca Almanya değildi. İngiltere Gizli Servis Başkanı Sir Walter Bullivant 1916’da şunları söylüyordu: “Her yandaki ajanlarımdan,” Kafkasya’daki dilencilerden, Afgan at tüccarlarından, Türkmen tacirlerden, Mekke yolundaki hacılardan, Kuzey Afrikadaki Ģeyhlerden, Karadeniz takalarındaki denizcilerden, koyun postu içindeki Moğollardan, Hint fakirlerinden, Körfez’deki Yunan tüccarlardan. Bulgar çobanlardan, Ģifre kullanan saygın konsoloslarımdan raporlar alıyorum. Hepsi aynı Ģeyi söylüyor. Doğu bir vahiy bekliyor. Batı’dan bir güneĢ doğuyor.

Almanlar dünyayı ĢaĢkına çevirecek olan bu kozu kullanmak istiyor.” 6 Süveyş kanalının açılmasından sonra Mısır, petrol bulunduktan sonra da Ortadoğu özel önem kazanmıştı. Başta İngiltere olmak üzere batılı Devletler Süveyş Kanalı ile Uzakdoğu ulaşımını kısaltmışlar ve kolaylatmışlardı. Rusya, Trans-Sibiryan demiryolunu bitirmiş, Avrupa ovalarını Çin’e ve Hindistan’a bağlayan eski kervan yolunu canlandırarak Avrasya’da etkili olmaya başlamıştı. Almanlar, Abdülhamit’den aldıkları imtiyazlarla Bağdat Demiryolu’nu yaparak kendilerine, Uzakdoğu yolunu açmışlardı. Çin merkezli Uzakdoğu, Türkiye merkezli Ortadoğu ve etnik karışıklıklar içindeki Balkanlar, emperyalist devletlerinin aktif mücadele alanları haline gelmişti. Bu alanlar için ortaya çıkan gerilim ve çatışmalar, 20. yüzyılda iki dünya savaşına yol açmıştı. 20. yüzyıl biterken bu bölgeler hâlâ birinci derecede çatışma alanlarıdır. Çin, uğrunda çatışılan bir sömürge olmaktan kendini kurtardı ama şimdi petrol ve doğalgaz başta olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarıyla Avrasya var. Japonya Uzakdoğu’yu “arka bahçesi” haline getirmek üzere ama özellikle ABD’nin Pasifik’ten vazgeçmesi mümkün değil. Batılılar Sovyetler Birliği’nden 1990’a dek uzak durmak zorunda kaldılar ama Rusya bugün “Çarlığa geri döndü.” Batılılar, Atatürk ve Tito’nun bölgeye yönelik bağımsız politikaları nedeniyle Balkanlar’da uzun süre etkili olamadılar ama Balkanlar şimdi yine “cadı kazanı”. 1938’e dek Türkiye’ye sokulamadılar ama Türkiye artık 30’lu yılların Türkiye’si değil.

Ortadoğu’da oynanan “oyun” da, “oyuncular” da aynı. Değişen yalnızca zaman ve teknoloji.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir