Michael Mann – Fasistler

Bu faşizm araştırmasını ben aslında 20. yüzyıl hakkında genel bir çalışma olan Iktidann Tarihi’nin üçüncü cildi olarak kurgulamıştım. Fakat o cilt hâlâ yazılmayı bekliyor; çünkü geçen yedi yılda faşizm tüm ilgi alanımı kaplayacak kadar genişledi. 1 Önce “faşizm bölümü” yazılmalıydı; çünkü o tarihte iki dünya savaşı arası dönemdeki demokrasi ve otoritarizm arasındaki mücadeleye dair zengin bir kütüphanesi olan bir Madrid enstitüsünde bir yıl geçiriyordum. Fakat sonrasında, faşizm araştırmam bir kitap boyutuna ulaşacak denli büyüdü. Yüreğim burkularak (çünkü bu üzerinde yıllarca çalışılacak kadar hoş bir konu değil) çalışmanın daha da gelişmesi gerektiğini fark ettim. Faşistlerin ve yoldaşlarının eylemleri toplu katliamla sonuçlandığı için, “Nihai Çözüm” ya da “Holokost” odaklı gelişmelere dair ikinci bir devasa literatüre de girmem gerekti. Kısa bir süre sonra – faşistler ve onların soykırımları üzerine olan-bu iki literatür alanının. çok az ortak yanı olduğunu anladım. Faşizm ve ikinci Dünya Savaşı sırasında yapılan toplu katliamlar genelde farklı kuramların, verilerin ve yöntemlerin geçerli olduğu ayrı bilimsel ve popüler alanlarda ele alınmış. Bu alanlar da onları, genelde modem dönemde düzenli olarak yaşanmış -17. yüzyıl Amerikası’ndan, 20. yüzyıl ortalarındaki Sov-yetler Birliği’ne ya da 20. yüzyılın tam da sonundaki Ruanda-Burundi ve Yugoslavya’ya kadar- benzer cinai temizlik fenomenlerinden ayrı tutmuştur. Bu feci iç karartıcı insan davranışının her üç biçimi de -faşizm, “Holokost” ve daha genel olarak etnik ve politik temizlikler- bir akraba yakınlığı taşır.


Bu yakınlık en net faşizmde gözlenen üç temel bileşenden kaynaklanır: organik milliyetçilik, radikal devletçilik ve paramilitarizm. Aslında, ailenin hepsi bir arada tartışılmalıdır. Fakat ampirisist bir eğilime sahip olduğumdan, hepsini biraz daha ayrıntıyla tartışma zorunluluğunu hissettim. Bu, çok az kişinin okuyacağı ve hiçbir yayıncının yayımlamaya yanaşmayacağı 1.000 sayfalık bir kitap demek olacaktı. Bu yüzden çalışmamı ikiye böldüm. Bu kitap, faşistleri, iki dünya savaşı arası Avrupa’da iktidara gelişlerine odaklanarak ele alıyor. Bir sonraki kitabım, Demokrasinin Karanlık Yüza: Etnik Temizliği Açıklamak kolonyal dönemden, Ermeni ve Nazi soykırımları üzerinden günümüze kadar tüm modem etnik ve siyasi kıyımlar hakkında. 2 Çalışmanın ikiye ayrılmasının yumuşak karnı, en berbat faşist tiplerin, özellikle de Na-ziler ve onların işbirlikçilerinin “kariyerlerinin” iki kitaba bölünmesidir. Yükselişleri bu kitapta ele alınırken, nihai eylemlerinin izi diğer kitapta sürülüyor. Böylesi bir ayrımın avantajı, bu faşistlerin nihai eylemlerinin, gerçek bir aile yakınlığı paylaştıkları diğerlerinin -kolonyal milisler, 1915’te Osmanlı im-paratorluğu’ndaki Teşkilat-ı Mahsusa kuvvetleri, Kamboçya Angkası, Kızıl Muhafızlar, Hutu lnterahamwesi, Arkan’ın Kaplanları vb.- eylemleriyle birlikte görülmesidir. Nitekim, özellikle bunların düşmanları ve kurbanlarının gündelik dili, bu akrabalığı, hepsini “Faşistler!” diye yaftalayarak teslim eder -muğlak da olsa hak verilebilir bir istismar terimi. Çünkü bunlar, (hepsi gerçek faşizmin özellikleri olan) organik milliyetçiliğin ve/veya radikal devletçiliğin çok ham biçimde dile getirilmiş de olsa amaçlarına erişmek için cinai paramiliter araçlara başvuran gaddar erkekler ve kadınlardır. Araştırmacılar, terimi (ünlem işaretsiz haliyle) daha sıkı sıkıya yapılandırılmış bir öğretiye bağlananlara saklamayı tercih ederek, bu geniş “Faşist!” yaftasını reddetme eğilimi taşırlar.

Benim de bilimsel iddialarım olduğu için, nihayetinde bu kavramsal netliğe yönelik tercihi paylaşmam gerekeceğini sanıyorum. Fakat öğreti gibi, eylemler de bir müşterekliğe sahip olabilir. Bu kitap, araştırmacıların anladığı anlamda faşistlerle ilgilidir; diğer kitabım, kelimenin daha gündelik ve gevşek anlamında failler ve “Faşistler!” hakkındadır. Bu kitabın yazımında meslektaşlarımın tavsiye ve eleştirilerinden ziyadesiyle faydalandım. Özellikle lvan Berend, Ronald Fraser, Bemt Hagtvet, John Hall, lan Kershaw, Stanley Payne ve Dylan Riley’e teşekkür etmek isterim. Bu kitap için yaptığım araştırmanın ilk yılını geçirdiğim Madrid’deki Instituto Juan March’a konukseverliği ve Los Angeles’taki University of Cali-fomia’nın Sosyoloji Bölümü’ne tüm süreç boyunca sağladığı sıcacık ortam için teşekkür ederim. Faşist Hareketler Sosyolojisi FAŞİSTLERİ CİDDİYE ALMAK Bu kitap faşistleri -kim olduklarını, nereden geldiklerini, ne gibi güdülerle hareket ettiklerini, iktidara nasıl geldiklerini- anlayarak faşizmi açıklamayı amaçlar. Ben burada tesis edilmiş faşist rejimlerden ziyade, faşist hareketlerin yükselişine odaklanacağım. Faşistlerin güçlendikleri dönemde, dünya savaşları arası Avrupa’daki ana mevzilerini, yani Avusturya, Almanya, Macaristan, İtalya, Romanya ve Ispanya’yı inceleyeceğim. Faşistleri anlamak faşist hareketleri anlamayı gerektirecek. Kendilerine özgü iktidar örgütlerinde bir araya geldiklerini teslim etmeden, faşist bireyler ve onların eylemleri hakkında çok az fikir edinebiliriz. Onları, daha etkin devletler ve daha büyük milli dayanışmaya yönelik yaygın özlemlerle ilintili, daha genel 20. yüzyıl bağlamı içinde de anlamak durumundayız; çünkü faşizm ne bir tuhafl,ık, ne de sadece tarihî bir ilgi konusu. O, modemitenin ekseriyetle arzu edilmese de, temel bir öğesi olmuştur. 21.

yüzyılın başında, faşizmi çok ciddiye almak için yedi neden var. (1) Faşizm modem toplumun gelişiminde sadece bir yan öğe değildi. Modernitenin Avrupa merkezlerinin büyük kısmına sirayet etmişti. Çevrecilikle beraber, 20. yüzyılda yaratılan ve dünya çapında tarihî öneme sahip başlıca siyasi öğretiydi. İhtimaldir ki, 21. yüzyılda da ona benzer, ama kuvvetle muhtemel başka bir isme sahip bir şey, önemli bir rol oynayacak. Faşistler modernitenin kalbinde olageldiler. (2) Faşizm, diğer modern hareketlerden çok da ayı oluşmuş bir hareket değildi. Faşistler sadece zamanımızın merkezî siyasi ikonu ulus-devlete tüm ideoloji ve patolojileri ile herkesten çok daha iştahla sarıldılar. Bugün dünyanın büyük kısmının daha ziyade, oldukça zararsız bir milliyetçiliğe dayanan, mütevazı ve yararlı güçlere sahip daha ılımlı ulus-devletlerde yaşıyor olmasına müteşekkiriz. Milli hükümet bürokrasileri bizi sinirlendirir ama terörize etmez; aslında ekseriyetle ihtiyaçlarımıza hizmet ederler. Dahası, milliyetçilik genelde iç rahatlatıcı, evcilleştirilmiş biçimleriyle görünür. Her ne kadar Fransızlar sık sık kendilerinin kültürel olarak daha üstün olduklarını iddia etseler, Amerikalılar kendilerinin dünya üzerindeki en özgür halk olduğunu ileri sürseler veJaponlar eşsiz bir ırksal homojenliği kendilerine yakıştırsalar da, bu hayli kuşkulu inançlar kendilerini rahatlatır, yabancıları eğlendirir ve nadiren biri-lerine zarar verir. Faşizm böylesi bir “ılımlı ulus-devletçilikten” bir nevi ikincil bir seviye artırımını temsil eder.

tik düzey artırımı, biri ulusla, diğeri de devletle ilişkili iki paralel biçimde ortaya çıkmıştı. Ulusa dair olarak, demokrasi arayışları “bütüncül” ya da “organik” ulus kavramı ile içi içe geçmişti. “Halk” yönetmelidir, fakat bu halk tek ve bölünmez olduğu için, kendini azınlıktaki etnik gruplardan ve siyasi düşmanlardan ayrıştırır (bunun daha ayrıntılı bir çözümlemesi için diğer kitabım olan Demokrasinin Karanlık Yüzü’nün ilk bölümüne bakınız). Devlete ilişkin olarak da, erken 20. yüzyıl daha güçlü bir devletin ortaya çıkışına şahit oldu; bu devlet iktisadi, toplumsal ve ahlâki kalkınmayı sağlamaya muktedir bir “ahlâki projenin taşıyıcısı” olarak görülüyordu. 3 Bazı durumlarda bu, daha otoriter devletlerin ortaya çıkışım da içeriyordu. Modem milliyetçilik ile devletçiliğin karışımı demokratik niyetleri tepetaklak ettirerek; milleti azınlıklardan ve muhaliflerden “temizlemeye” çalışan otoriter rejimlere dönüştürecekti. İkinci seviye artınını olarak faşizm bu karışıma, esasen, belirgin bir şekilde “tabandan yükselen” ve “radikal” bir paramiliter hareket kattı. Bu, organik ulus-dev-lete her türlü muhalefeti aşağıdan gelen bir şiddetle ne pahasına olursa olsun alt edecekti. Gerçek şiddetin böylesine yüceltilmesi, savaşın “yurttaş orduları” arasında gerçekleşen bir biçime dönüşmesi şeklindeki modem “demokratikleşmenin” bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla, faşizm ulus-devletçili-ğin kesinlikle paramiliter aşın bir türünü temsil ediyordu (benim gerçek faşizm tanımım, bu bölümün ilerleyen kısımlarında verilecek). Bu, yalnızca çağımızın en baskın siyasi ideolojisinin en aşın türüydü. (3) Faşist ideoloji kendi bağlamında ciddiye alınmalı. Saçma, çelişik ya da muğlak diye göz ardı edilmemeli. Bugünlerde, bu artık genel kabul görüyor.

Zeev Sternhell ( 1986: x) faşizmin sahip olduğu “öğreti bütününün diğer herhangi bir siyasi hareketten daha tutarsız ya da mantıksız olmadığını” vurgular. Sonuç olarak, der George Mosse (1999: x), “faşizmi ancak çok iyi kavrarsak, cazibesini ve gücünü layıkıyla değerlendirebiliriz.” Faşistler, modern toplumsal sorunlara gerçekten de makul çözümler önerdikleri için, yandaşlarından kitlesel seçmen desteği ve yoğun duygusalbağlılık gördüler. Tabii ki, birçok siyasi aktivist gibi faşistler de farklı farklı ve oportünist idi. Liderlik ve iktidarın faşizm içindeki önemi, oportünizmi vurgulu hale getirdi. Faşist liderler iktidarı elde etmek adına neredeyse her şeyi yapabilecek kadar güçlendirilmişlerdi; bu da diğer faşist değerleri yozlaştırabilirdi. Lider ya da takipçi birçok faşist, yine de bazı şeylere inanıyordu. Onlar sadece, tuhaf özelliklere sahip sadistler veya psikopatlar ya da kafalarında uçuşan yanın yamalak anlaşılmış dogma ve sloganlardan oluşan “yamalı bohçalı” insanlar değildiler (ya da en azından bizlerden daha fazla öyle değildiler). Faşizm, büyük ideallerin bir hareketiydi; öyle ki, iki genç kuşağın önemli bir kısmım (özellikle de yüksek öğrenimlileri) daha uyumlu bir toplumsal düzen kurabileceği konusunda ikna edebildi. Faşizmi anlayabilmek için faşist değerleri ciddiye alan bir yöntemi benimsiyorum. Bu yüzden, vaka analizi şeklindeki her bir bölümüm, yerel faşizm öğretisini açıklayarak açılır ve sonrasında, eğer mümkünse, sıradan faşistlerin inanmış göründükleri şeylerin bir dökümünü yaparak devam eder. (4) Faşist hareketlerin toplumsal tabanını ciddiye almalı ve ne tür insanların bu hareketlerin cazibesine kapıldığını sormalıyız. Faşistlerin çok azı marjinal ya da uyumsuz kişilerdi. Belli sınıflara ya da küçük maddi çıkarlarına faşizmin içinde bir “kılıf’ bulan çıkar gruplarının himayesinde de değildiler. Yine de, faşist değerlerin en çok yankı bulduğu “çekirdek faşist çevreler” vardı.

Bu kitabın en ilgi çekici yönü, belki de, faşist değerleri ciddiye alan bir yöntemden yola çıkarak, onun yeni bir yönünü ortaya koymasıdır. Nitekim bu çekirdek faşist çevre, faşizmin kutsal ikonu ulus-devletle çok yakın ilişki içindeydi. Ulusdevlete âşık bu çevreyi yeniden kurgulamalıyız ki, ne gibi insanların faşizme daha yatkın olduğunu görebilelim. (5) Faşist hareketleri de ciddiye almalıyız. Bunlar hem liderlik ilkesini, hem de baskıcı bir “toplumsal kafesi” içerecek biçimde hiyerarşik, ama dostaneydiler. Bu özelliklerin her ikisi de, özellikle hareketin neredeyse bir “total kurumu” ifade ettiği genç bekâr erkeklerin bağlılığını güçlendiriyordu. Bu hareketlerin paramiliter niteliğini de akılda tutmalıyız; çünkü “yaygın şiddet” başarılan için hayatiydi. Faşist hareketler iki farklı imkânın cazibesine kapılarak da dönüştüler. Bunlardan birincisi iktidarı gittikçe daha radikal ve şiddetli biçimlerde kullanmalarıydı. Diğeri ise, güçlü geleneksel seçkinlerle el altından uzlaşarak iktidarın getirilerinden faydalanmalanydı. Bu değişim* ler ya faşizmin (Almanya’da olduğu gibi) kemikleşmesine ya da (en azından 1930’lann sonuna kadar Italya’da olduğu gibi) yumuşamasına yol açtı. Faşistler de kendilerini hareket içinde iki yoldan birine yönelten “kariyerler” yaptılar. Faşistleri eylemlilikleri içinde gözlemeliyiz: şiddete başvururken, iktidarla olan ilişkilerini ayarlarken ve kariyer yaparlarken. (6) “Sertleşen” faşistleri büyük kötülüğün nihai failleri olarak çok daha kem bir gözle ciddiye almalıyız. Bunu affetmeye ya da göreceleştirmeye değil, anlamaya çalışmalıyız.

Kötülük kapasitesi temel bir insanlık niteliğidir; aynı şekilde ahlâki olduğuna inandığımız amaçlar uğruna kötülük yapma kapasitemiz de öyle. Faşistler bilhassa kendilerini kandırmış kişiler- . di. insanların bunu yaptığı durumlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olmalıyız. Her ne kadar tarih ve sosyolojiyi mutlu, ilerlemeci ve ahlâki bir destan gibi yazmayı yeğlesek de, bu eğilim insanlık tecrübesinin gerçekliğini gülünç bir şekilde çarpıtmakta. 20. yüzyıl kitlesel kötülüğe tanıklık etti ve bu kötülük bir kaza sonucu ya da içimizdeki ilkelliğin tekrar zuhur etmesi olarak değil; iradi, maksatlı ve esasen “modem” bir davranış olarak yaşandı. Faşizmi anlamak, görünüşte büyük modem ideallere sahip insanların nasıl nihayetinde örselenemeyen bir kötülüğe sebep verecek biçimde davrandıklarını anlamaktır. Yine de en kötüsünü bir sonraki kitabım Demokrasinin Karanlık Yü.zü’ne bırakıyorum. (7) Faşistlerin geri dönebileceği iddiasını ciddiye almalıyız. Eğer faşistleri ortaya çıkaran koşullan anlarsak, dönüp dönmeyeceklerini ve buna nasıl engel olabileceğimizi daha iyi anlayabiliriz. Faşizmi ortaya çıkaran koşulların bir kısmı hâlâ mevcut. Organik milliyetçilik ve etnik ya da siyasi temizliğe adanmış paramiliter biçimlerin benimsenmesi, dünya çapında binlerce insanın “düşman” saydıkları komşulara ve siyasi muhaliflere karşı sözde “idealist” ama gerçekte cinai eylemlere girişmesine neden olabiliyor. Bu bizi dehşete düşürebilir ama içimizdeki “ilkele” dönmemize engel değildir.

Vahşi paramilitarizm belirgin olarak 20. yüzyıla aitken, etnik ve siyasi temizlik Avrupa medeniyetinin moderniteye en önemli armağanıdır. Moder-nitenin bu boyutlarını k,abul etmeliyiz. Tarihî hamillerinin her ikisi de, faşizm ve komünizm, feci şekilde çöktüğü için, (organik milliyetçilik ve paramilitarizmden sonra faşizmin en temel üçüncü öğesi olan) devletçiliğin modasının günümüzde büyük ölçüde geçmiş olması epey hayırlı bir gelişmedir. Bugünün temizleyici rejimleri paramiliter ve otoriter olmaya yatkınlar ama demokratik olduklarım iddia ediyorlar; “faşist” ve “komünist” kelimeleri büyük oranda muğlak tacizin terimlerine dönüştüler. Devletsiz olduğu varsayılan neoliberalizm, dünyanın farklı yörelerine eninde sonunda benzer zararı verdiğinde, güçlü devletin bu inkârı da muhtemelen kaybolup gidecek. Buraya düştüğüm tarihî kayıtlardan bir şeyler öğrenemezsek, işte o zaman, kökten devletçi değerler, faşizmi andıran kökten paramiliter milliyetçiliğe yine koşulabilir. Kelimeden artık o kadar tiksinildi ki, yeni hareketlerin kendilerine faşist diyeceğinden kuşkuluyum. Yine de, faşizmin bazı esasları yaşamaya devam ediyor. Faşizm hakkında iki düşünce ekolü var. Daha idealist “milliyetçi ekol”, faşistlerin inanç ve öğretilerine odaklanmışken, ikincil olarak tartışılan daha materyalist “sınıf ekolü” faşizmin sınıf temeline ve kapitalizmle olan ilişkisine odaklanmıştır. Bunlar arasındaki tartışmalar, sosyal bilimler içinde idealist ve materyalistlerin geleneksel polemiğinin yeni bir tekrarıdır. Fakat her iki yaklaşım da fenomenin farklı düzeylerini -inançlara karşı toplumsal taban/işlevler- tartışır göründüğü için, genelde ayn telden çalarlar. Dolayısıyla, faşizme dair kabul edilebilir bir genel kuramdan yoksunuz. Böylesi bir kuramın bu iki yaklaşımın her ikisinin de üstünde, her birindenyararlı olacakları alacak ve ikisinin de ihmal ettiği noktaları ekleyecek biçimde kurgulanması gerekir.

Burada okuyucuya yüksek dozda bir sosyolojik kuram vermemeyi seçtim. Fakat faşizme yönelik kendi yaklaşımım beşeri bilimlerin, idealizm-materyalizm ikiliğini reddeden daha genel bir modeline dayanır. Daha eski bir çalışmam insan topluluklarındaki dört temel “toplumsal iktidar kaynağını” teşhis etmişti: ideolojik, iktisadi, askerî ve siyasi. 4 Faşizmin sınıf kuramcıları açıklamalarında iktisadi iktidar ilişkilerini öne çıkarmaya eğimliyken, milliyetçi kuramcılar ideolojiyi vurguladılar. Fakat toplumsal iktidarın dört kaynağı da en önemli toplumsal ve tarihî çıktıları açıklamak için gereklidir. Toplumsal hareketler amaçlarına ulaşmak için nihai anlam sistemleri (ideolojik), üretim ve değişim araçları (iktisadi), örgütlü fiziksel şiddet (askerî) ve merkezî ve mekânsal düzenleme kurumlan (siyasi) üzerine denetim terkiplerini kullandılar. Bu dört boyut da faşizmi açıklamak için gereklidir. Kitlesel faşizm, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ideolojik, iktisadi, askerî ve siyasi krizlere bir cevaptı. Faşistler bu dördünün hepsine çözümler önerdiler. Faşist örgütler, aynca, (genelde propaganda denilen) büyük ideolojik yenilikler, kitlesel siyasi elektoralizm [seçim-cilik] ve paramiliter şiddetle hemhal oldular. Hepsi duygusal bağlılığı artırmak için büyük ölçüde ritüelleşti. Faşist liderler, iktidarı elde etmeye çalışırken iktisadi, askeri, siyasi ve ideolojik seçkinleri (özellikle de kiliseyi) de etkisiz hale getirmeye çalıştılar. Dolayısıyla, faşizme dair her türlü açıklama, benim ampirik vaka çalışma bölümlerimin ortaya koyduğu gibi, toplumsal iktidarın bu dört kaynağını birlikte ele almalıdır. Son bölümüm de bu modelle bir hesaplaşmayı ortaya koyar: faşizmin genel bir açıklaması. BİR FAŞİZM TANIMINA DO&RU Bu kolay birşey olmasa da, terimlerimizi tanımlamalıyız.

“Gerçek” faşizmin sadece gerçek evinde, Italya’da bulunabildiğine inanan bazı araştırmacılar faşizmi herhangi bir “genel” anlamda tanımlamayı reddeder. Birçoklan gibi, ben de bu yaklaşımı benimsemiyorum. Yine de, başlangıç itibarıyla, birçok zaman ve mekâna uygulanabilecek bir genel tanımı ben de aramıyorum. Faşist hareketlerin daha yakın zamanlarda ve başka yerlerde var olup olamadığını sorguladığım son bölüme kadar, benim aradığım, iki dünya savaşı arası dönemin Avrupası bağlamında sezgisel bir yaran olabilecek bir tanımlama. Gelin önce, önde gelen entelektüellerin faşizm hakkındaki düşünceleri üzerinden kavrama dair genel bir fikir sahibi olalım. Bu anlamda, Semhell’in (1976, 1986, 1994) ve Mosse’un (1999) yorumlarına ilaveten Griffin’in faşist metinler seçkisi (1995) benim ana rehberlerim olacak. Bunların çoğunluğu başta gayri materyalist solcu olsalar da, daha sonra organik milliyetçiliği benimsediler. 1898’de Fransız Barres kendi birliğini “Sosyalist Nasyonalizm” diye adlandırsa da, kalıp, İtalyan Cor-radini’nin bu kelimelerin yerini değiştirdiği şekliyle “Nasyonal Sosyalizm” olarak oturdu. Corradini sosyalizm diyerek aslında sendikalizmi kastediyordu; kendi ifadesiyle: “Sendikalizm ve nasyonalizm birlikte dayanışmayı temsil eden öğretilerdir.” Sınıfsal ve sektörel çelişkiler, “korporatif bir devletçe” koordine edilen sendikal örgütlerin yardımıyla aşılabilirdi. Böylece sınıf mücadelesi uluslararası bir mücadeleye dönüştürülerek, nasyonal sosyalizm ulusal sınırlar içine hapsedilebilecekti. (Ingiltere ve Fransa gibi) “buıjuva ulusları”, (Italya gibi) “proleter ulusları” sömürüyordu. Direnmek için, proleter ulus, iktisadi silahlar ve “emperyalizmin kutsal misyonu” üzerinden savaşmak zorundaydı. Bu, son aşamayı saymazsak, son yılların “üçüncü dünya sosyalizmini” andınr. Bunlar 20.

yüzyıl için çok da alışılmadık fikirler değillerdi. Materyalist olmayıp solcu olan bu adamlar “direnişi”, “iradeyi”, “hareketi”, “kolektif eylemi”, “kitleleri” ve “ilerlemenin” diyalektiğini; “mücadele”, “güç” ve “şiddet” üzerinden de yücelttiler. Bu Nietzscheci değerler, faşizmi “radikalleştirdi”. Faşistler her türlü muhalefeti irade, güç ya da ne gerekirse onunla, ödünsüz ve tereddütsüz bir şekilde, insafsızca alt etmeye kararlıydılar. Bu da uygulamada partiler kadar paramiliterler kurmak anlamına geliyordu. Kolektivistler olarak, serbest piyasa liberalizminin ve “burjuva demokrasisinin”, “yaşayan toplulukların” ve “organik bir bütün olarak ulusun” çıkarlarını inkâr eden “gayri ahlâki bireyciliğini” hor görüyorlardı. Ulus, özünde tek ve bölünmez, yaşayan ve nefes alan, ya “yekpare” ya da “organik” olarak tanımlanan bir varlıktı. Alman, İtalyan ya da Fransız olmak için, faşistlere göre, belli bir coğrafi alanda yaşamaktan çok daha fazlası gerekiyordu; bilincin ötesinde temel bir kimliği ve duyguyu da içeren ve yabancıların tecrübe edemeyeceği bir şeyi ifade ediyordu. Mosse’un vurguladığı gibi, ulusun Alman türü, Güney Avrupa’dan hem ırksal hem de kültürel olarak ayrılıyordu. Sosyal Darwinizme, antisemitizme ve diğer 19. yüzyıl teorilerinin ırkçı damarlarına dayanarak oluşan volk tekil bir etnik-kültürel birlik olarak içindeki tüm muhtemel gerilimleri aşarken, diğer halklara karşı çok daha yüksek duvarlar örüyordu. Yine de, ulusun hem ahlâki, hem de rasyonel bir yapısı vardı. Kuramcılar, Rousseau ve Durkheim’a dayanarak piyasa, parti, seçim veya sınıf gibi rekabetçi kurumların bir ahlâklılık yaratamayacağını ifade ettiler. Bunun topluluktan, ulustan gelmesi gerekiyordu. Fransız Berth liberalizme şöyle dil uzatıyordu: “Toplum, serbest ticaret yapan atomlardan oluşan bir piyasadan ibaret olabildiği noktaya getirildi ki, burada ilişki içinde olduğu her şey çözülüyor… Toz parçacıklarına benzeyen bireyler, kendi iradelerinin ve para kasalarının dar çerçevelerine hapsolmuş.

” Gönüllü toplumsal oluşumların özgürlüğün temeli olduğuna inanan Panunzio ve Bottai, Durkheim’in izinden “sivil toplumun” faziletlerini övdüler. Fakat bunların, tüm ulusun çıkarlarını bir bütün olarak temsil eden kurumsallaşmış bir devletle uyumlu hale getirilmeleri gerekiyordu. Devlet ve toplumsal oluşumların arasında bu bağın olmaması durumunda, devletin tıpkı liberal devlette olduğu gibi “sosyolojik tatmindeki eksiklikten dolayı” “boş” olacağını iddia ettiler (Ri-ley 2002: böl. 1). Öte yandan, güçlü birliktelik bağlarına temellenmiş faşist devlet “kurumsal” ve “sosyolojik” olacaktı. Yine, bu da epey modem duruyor. Berth ve Panunzio bir yüzyıl sonra geçerli olacak neoliberalizmi hedef alıyor olabilirler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir