Michel Del Castillo – Utanc Gomlegi

Birden karşımda belirdi. Ona bir daha rastlama umudunu bütünüyle yitirmiştim. Sesi beynimin içinde şiddetle çınladıktan sonra uzaklaşıp gitmiş, bir mırıltıya dönüşmüştü. Gerçek bir ölü değildi ama tam anlamıyla yaşıyor da sayılmazdı: Bir tür hayaletti. Karşılaşmamızın en az beklediğim saatte ve yerde gerçekleştiğine kuşku yoktu. Sarı tuğlalı, dar ve yüksek, önyüzü kesikli yüzeylerden oluşan, bir yanında üç, öteki yanında altı basamak bulunan çarpık merdivenli evinin kapışma kulağımı dayadığımda, onun çok yakında olduğunu duyumsadım. Beni Brüksel’den hareket ettiğimden beri izliyor olabilirdi, belki çok daha önceden beri. Yıllardan beri, okumalarıma ve sayıklamalarıma sinmiş, Soria’dan Granada’ya, Paris’ten Bruges’e gidiş gelişlerime gizlenmiş olarak izliyordu beni. Bana en yakın kişilerin çoğundan daha gerçek olmakla birlikte, olayların ışık hızıyla olup bittiği ilk gerçekliğe ait de değildi. Söz götürmez bir gerçekliği vardı. Varlığının farkına varmak için onu görmeme, anlamak için konuşurken sesini duymama hiç gerek yoktu. Onun kokusunu soluyor, soluğunu algılıyoV, bakışının yakıcılığını tenimde duyum-suyordum. Birbirimizi görmeyeceğiz, karşılıklı tek bir söz etmeyeceğiz. Üç yüz yılı aşkın bir süredir hep aynı kalan günlük yaşamının alışkanlıklarını hiçbir biçimde değiştirmeyecek. Gün doğmadan kalkar, ağır ağır giyinir, yatağının ayaku-cuna zorlukla diz çöker.


Yaşı ilerledikçe elini oynatmak bile ona zor geliyor. Yaşlılığını, eklemleri birbiri ardınca sertleşen ve paslanan bedeninin ihanetiyle duyumsuyor. Bu fiziksel değişimler, yaşanan açlıklarla, salgın hastalıklarla dolu savaş döneminde yaklaştığı, masal gibi algıladığı altmış yaşının, yüzünde ve hareketlerinde yol açtığı değişikliklerden daha şaşırtıcı geliyor ona. Tek eşlikçisi olan dul kadınlarla buluşmak üzere Rahibeler Yurdu’na doğru ölçülü adımlarla yürürken, zayıflığının daha da belirgin kıldığı uzun boyu komşularını şaşırtıyor. İriyarı olmasından değil, İspanyolların neredeyse hepsinin ufak tefek, kuru, soluk benizli olmalarından. Dimdik duruşu, büyüklenmesi ve son derece gururlu tavrı yüzünden silueti daha da ince uzun görünüyor. Yüz çizgilerinin sertliği, boyunu iyice uzun gösteriyor. Gür kaşlarının altında, kaygı verici kapkara bakışları, sımsıkı kapalı dudaklarının kenarlarında çok belirgin iki kıvrım oluşturan ince bir ağzı var. Yüzünü en küçük bir gülümseme bile aydınlatmıyor; buna karşın, tavırlarında ve ses tonunun yalınlığında zorlama bir saraylı nezaketi var. İnsanları dinlerken öne eğiliyor, en önemsiz bir sözü bile meraklı bir iyiniyetle, önemli kişilerin yaptığı gibi onaylarcasına baş sallayarak karşılıyor ve bu sözün anlamını her zaman anlayışla yakalamaya çalışırmış gibi davranıyor; oysa, bedeni uygar insanlara özgü dansını yaparken, gözleri karşısında konuşanı unutuyormuş, onu kendi sıradanlığına itiyormuş izlenimi bırakıyor. Bu kadar çok sevimli mimik, kibar söz, buna karşın sabit bakan ama görmeyen donuk bakışlar karşısında insanların eli ayağı birbirine dolanıyor. Herkes ona saygı gösteriyor, hayranlık duyuyor ama kimse onu sevmiyor; buysa onun umurunda değil, çünkü sevginin her türünden kaçıyor. Döşemenin üzerinde diz çökmüş ama dua falan okuduğu yok. İçindeki boşluğu inceliyor. Dalgın durumda, kendinden uzaklaşmanın tadını çıkarıyor.

Sofuluğunun getirdiği alışkanlıklara çoğu insan ikiyüzlülük olarak bakabilir. Bu kanıyı tartışmıyor, zaten kimseyle hiçbir kanıyı tartışmıyor. Kalabalıkların kendi aralarındaki uzlaşmaları onu hiç meraklandırılıyor. Pohpohlayı-cı ya da suçlayıcı yargılamalar da onu heyecanlandırmıyor, çünkü kendi yargıları onu taşlaştırıyor. İçinde konuşan biri var; bir ses durmaksızın akıl yürütüyor, anıları- kurcalıyor ama o bu fantastik konsere yabancı olduğunu, bu içsel operanın bıkkın dinleyicisi olduğunu duyumsuyor. Yeniden dış dünyaya dönünce, üstünkörü bir temizlik yapıyor, yüzüne ve ellerine birkaç damla su dokunduruyor; çünkü iyi bir Hıristiyan olarak temizlikten, baş eğdirilmesi ya da yok sayılması gereken bir hayvan olan bedene günahkâr bir özen göstermekten ödü kopuyor. Bu arada, kirlilikten nefret ettiği için, yerleşmiş ter kokularını boğmak üzere gene de portakal özlü bir esansı yıkanırcasına sürünüyor. Kişiliğine varıncaya kadar sıradan biri olmak isterdi, oysa kendinde acı veren bir benzersizliğin varlığını duyumsuyor. Cilalı, kaygan ahşap basamaklı merdiveni dikkatle iniyor. Sağlığına en küçük özeni bile esirgediğine göre, neden böyle davranıyor? Önemsememek sevgiyi ya da sevgisizliği gerektirirdi, en azından günahkâr bir horgörüyü gerektirirdi. Oysa o kendine ne sevgi duyuyor ne nefret. Herkesin yaptığını yapmak, rutin hareketlerle aklını karıştırmak istemiyor. Artık efendisi olmadığını bildiği yaşlanmış bedenini iyi kullanmakla yetiniyor. Mutfağın dar sokağa bakan yönündeki masanın üzerinde onu bir çorba kâsesi bekliyor; yanında sıcak süt, ekmek, bir topak sararmış, kokusuz, tatsız tereyağı var. Bir şamdanın ışığında lokmalarını dikkatle çiğniyor, özellikle bol miktarda sütü sıkıntıyla içiyor; bunu öncelikle doktor ona sütü yasakladığı, dpktorları’ şarlatan saydığı için, sonra da ana memesinin sıcaklığını sevdiği için yapıyor.

Hizmetçisi zaman zaman başını uzatıp bir soru soruyor; ona işaretle yanıt veriyor. Bayan Van Platten’in alışıldığı üzere kanlı canlı, etli butlu olması gerekir; ne var ki şanssızlık ya da terslik diyelim, kuru, ufak tefek, erik kurusundan daha kara bir kadın. Kasabada onun, adının Pedro Manuel olduğu bile bilinen Estremadura kökenli bir İspanyol çavuşu ile hanlardan birinde hizmetçilik yapan bir kadının şarap kokan aşklarının meyvesi olduğu dedikodusu, herkesin dilinde fısıltı halinde dolaşıyor. Böyle bir kökenden gelmek, Bayan Van Platten’i arkasından gülünen, rezil bir paryaya döndürmeye yetiyor. Vebadan ölen bir arabacıdan yirmi beş yaşında dul kalan bu kadın, Don Manrique ona bir çatı sağlayıp, güveninin kanıtı olarak anahtarlarını teslim etmeseydi – kendisine gösterilen bu güven zavallı kadının on iki yıl sonra hâlâ gözlerini kamaştırmakta- açlıktan ölürdü. Ona olan minnetini her an ve her durumda öncelikle bağnaz bir bağlılıkla gösteriyor; bu ateşli çaba da Don Manrique’in işine geliyor. Bu kara kuru, ufak tefek ve kırışık yüzlü kadına karşı iro-nik bir acıma duygusu var içinde; bu duygu, onun insan olarak varlığından çok, onu kendine yakın kılan dışlanmışlığından kaynaklanıyor. Böylece, yan yana ama birbirlerine dokunmaksızın yaşıyorlar. Kadın sabahtan akşama kadar kendi işleriyle meşgul olurken, Don Manrique’i derin düşünceler olarak adlandırdığı düşünceleriyle baş başa bırakıyor; bunlar aslında onun uzmanı olduğu ve her ince ayrıntısının tadını çıkardığı müthiş bir can sıkıntısından başka bir şey değil. Girişte, merdivenin dibinde, kumaşı parlamış, lekelerle kaplı cüppesinin üstüne, kuzeyden estiğinde sokağı koridor gibi geçerek Rahibeler Yurdu’na kadar yoluna devam eden rüzgârın ısırıcı etkisinden korunmak amacıyla, tiftiklenmiş bir yün atkı alıp, uçlarını aşağı indiriyor. Kapı sahanlığını ayaklarını sürüyerek çaprazlama geçip merdiveni dikkatle indikten sonra, geniş kenarları kalkık şapkasının altında başını eğerek, evlerin duvarlarına neredeyse sürtünerek yürüyor; buysa ortaya, Kilise karşıtlarının ekmeğine yağ süren bir karga silueti çıkarıyor. Sainte-Walburge Kilisesi’ne giriyor, dondurucu soğukta sahm boyunca ilerleyip ayin eşyalarının saklandığı yere ulaşıyor. Dudaklarını oynatıp gerekli hareketleri yaparak aceleyle ayin kıyafetini giyiyor. Kızıl saçlı, kırmızı yüzlü, Yaşlı Bruegel’in tablolarındaki köylüleri andıran iriyarı bir delikanlı olan bakıcısının yeğeni, uyumadığı ve onu izlemek istediği günlerde, dindarlığından etkilenerek, ağzını bir karış açıp hayranlıkla onu seyrediyor. Aslında papazlığa özgü mekanik hareketler dinsel törenle ilgili formüllerin içini boşaltır, gerçekleşmesi beklenen amacın etkisini sıfıra indirger.

Her şey onun dışında olup bitiyor. Don Manrique inancını yitireli o kadar uzun zaman oldu ki! Bir papaz, sabahın alacakaranlığında, paltolarına gömülmüş yaşlı üç Flaman kadının karşısında ayin yapmak üzere hazırlanıyor. Din memuru sözcüklerini tespih gibi diziyor, kollarını açıyor, ellerini kavuşturuyor; bu arada bir başkası, içinde bir acılık duymaksızın ona bakıyor. Kişi yapmak için yetiştirildiği işi yerine getiriyorsa ona neden kızsın ki? Ayinin ne kısa ne de uzun olması için elinden geleni yapıyor. Fazla ateşlilik kuşku uyandırır; aceleciliğin güvensizlik uyandırması gibi. Sıradan bir papaz gibi görünmek istiyor, ne ılımlı ne de ateşli. Görevini dürüstçe üstleniyor. Can sıkıntısı çok ağırlaştığında, belleğinde gençliğinin şiirlerini arıyor, bunları kendi kendine dua eder gibi okuyor. Antik şiirler, kahramanlıktan ve şereften söz eden şiirler; bu iki sözcük onu oyalıyor! Bunlara inanıp inanmadığı sorulsa, yanıt veremez. İnanmıştır belki. Gençlik saftır, her şey bir yana, vaktiyle o da on beş yaşında oldu. Kutsama sırasında kutsal sözleri söylemek için eğildiğinde dilinin ucuna anlamsız cümleler geliyor. Ekmekle şarabın Isa Peygamber’in etine ve kanma dönüşmesini anlatan törensel sözleri -bunların uzun ve dolambaçlı oluşu, dudaklarında alaycı bir gülümsemenin belirmesine neden oluyor- ne kadar zamandır söyleyemediğini bilemiyor. Kendini alaya almıyor, sahteciliğe teslim etmiyor; ayinde geçen sözleri eskiden olduğu gibi her sözün gizli anlamını kavramış olarak okuyabilmek isterdi. Duyarsızlık adını verdiği bu duygu karşısında belli belirsiz bir hüzün duyuyor.

Açıkçası, bunca saçmalık onu bezdirdiği için, düşündüğünü yapmayı başaramıyor. Yamyamlara özgü bu büyülü sözlerin anlamı ne? Tanrı’nın etinin ve kanının, mayalanmış bir parça ekmekle birkaç damla şarabın içinde var olması! Don Manrique’in yaklaşık on iki yıl önce, duvarları gü-herçile kokan bu küçük kilisede sabahın altısmdaki ayinlerini yapmaya başlamasından bu yana hiçbir inançlı kişi onun dine bağlılığından kuşku duymadı. Üstleri onun resmi dinsel törenlere katılmayıp tören alaylarında boy göstermemesini, aşırı alçakgönüllülüğüne, kendini önemse-mekten kaçınma isteğine veriyor; her şeyden göz kamaştıran biçimde el etek çekmesini, inzivaya çekilmesini de aynı biçimde açıklıyorlar. Birçok İspanyol soylusu, Büyükler, hatta prensler Fur-nes’a hac yolculuğu yapıyor. Onları kabul ettiğinde, saraylılara özgü en ince davranış biçimlerini seçiyor; buysa onun inandırıcılığını daha da artırıyor. Sözünü bir sone ile bağlamayı, iğneleyici bir sözü ince bir nükte ile yanıtlamayı, incelikli bir övgüyü inandırıcı bir bakışla sarıp sarmalamayı biliyor. Büyüklere hiç uymayan bir ahlak öğretisinin sertliklerini yumuşattığı gibi, din öğretisinin en ince yanlarını kadınların gözünde anlaşılır kılmayı başarıyor. Bu yapmacıklı kabuller sırasında kafasının içinden geçenlerden kimse kuşku duymuyor. Onlara katlanıyor, çünkü dinginliği o ölçüde büyük. Hizmet edip ünlü kıldığı engizisyonun gölgesinde yaşıyor; hükümlüleri yaktıkları odun yığınlarının ateşiyle aydınlanıyor. Çevresini saran dehşeti hiç unutmuyor. Ülke yüzyıllardır ateş ve kan içinde yaşarken bunu nasıl unutabilir ki? Günah çıkaran yaşlı kadınlar da onun kendilerini aşa-ğısadığmı düşünemiyorlar. Onları dinlerken içinden esniyor; onları lanetliyor; kötülük yapmadıkları için değil, deliliğin var olduğunu anlayamadıkları için. Zehirleri karşıla-rmdakini öldürmeye yetmediği halde onu bunu çekiştiren, ona buna kötü söz söyleyen, kara çalan iri böcekler. Onların dar kafalı bir ahmaklıkla kendilerini suçlamalarını dinlerken, yılın en sıcak günlerinde, ekmeğinden kopardığı iri bir kırıntıyı dingin bir acımasızlıkla yeniden başlangıç noktasına koyduğunda ve bunu on kez, yirmi kez yinelediğinde, sürü halinde aynı çabayı durmadan, bıkıp usanmadan gösteren karıncaları izlerken duyduğu merakı duyuyor.

Her birimiz için aynı şey geçerli değil mi, bizler de aynı yararsız hareketleri her gün yineleyip durmuyor muyuz? Başkaları için zehir gibi imalarda bulunan, şerbetçiotu ve lahana kokan bu yağ tulumu Flaman kadınlarına gerekli, yani budalaca cezalar veriyor. Ödünsüz bir inanca sahip olduklarından, onlar da kendilerine daha azını layık görmüyorlar zaten. Onun soğukkanlılığına hayranlık duyuyorlar, ki bu bende de hayranlık uyandırıyor. Bunca yıldır ne zaman onu düşünsem merak ederim hep, böyle bir çölün ortasında nasıl oturabiliyor? Madenlere özgü bu durağanlığı hangi tuhaf akıl yürütmeyle sürdürebiliyor? Hangi utancın gizi onu İspanya’dan ayırıp bu içine kapalı kasabaya getirdi? Bu saydam olmayan önyüzün ardında hangi gizem saklı? Hangi korkunç olay onu önemli görevlerden ve şereflerden vazgeçip bu uzun ve soluk benizli hayalete dönüşmeye itti? İlk rastlaşmamızdan bu yana onun Flandre’da gizlendiğini sezmiştim. İlk başlarda onu kafamın içinde Bruges’e yerleştirmiştim. Hatta adımlarımı onun adımlarına uydurabilmek için, birçok kez konakladığım bu yaşlı kentle ilgili bilgi edinmek amacıyla rehber kitaplar, uzmanların kaleme aldığı incelemeler satın almıştım. Tutku ve hayranlıkla sevdiğim Luis Vives’den başlayarak birçok Marrano’nun1 bu kente sığındığını anımsıyordum. Bu iki yüzü birbirine karıştırmaktan, birini ötekinin üzerine kaydırmaktan hoşlanıyordum. Boşunaydı: Benim adamım, bütün yüceliğine rağmen bir örnek, kopyalanan bir tahta parçası değildi. O sözcüklerin tümünü.-kahraman, yüce, yürekli-, olağanüstü erdemleri niteleyen sıfatların tümünü hor görüyordu. Kusurları ya da büyük suçları niteleyen sıfatları da küçümsü-yordu. Bunu, her ikisinin de gerçekliğinden kuşku duyduğu için değil, onları yalnızca dille ilgili saydığı için, aşırı içilen şarabın insanı kendinden geçirmesi gibi, İyilik’le ilgili retoriğin de soylu eylemler doğurduğunu düşündüğü için yapıyordu. Bu insana kendi düşüncelerimi yakıştırıp yakıştırmadığımı düşündüğüm de oluyordu; ne var ki duyduğum kuşku kendi üzerime dönüyordu: Tersine, ya benim düşüncelerimi etkileyen o olduysa?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir