Kolektif – Bayram Gömleği

Bay Naci Duru, elbise kuponlarından ilkini, Yerli Mallar Pazarı civarında, gelip geçenlere, «Memur kuponları alıyorum…» diyen karaborsacılara satmış, dönüyordu. Artık, eskisi gibi acemi ve utangaç değildi. Alış verişi bir ayak önce bitirmek için, ilk teklif edilen fiyata, «Eyvallah… Allah bereket versin!. Taş mı attım, kolum mu yoruldu?» demiyordu. Şimdi bu işi bir suç, bir çeşit dilencilik saymıyor, bu alış verişe, harbin son yılında, iyiden iyiye alışmış bulunuyordu. Hükümetin onbeş lira karşılığı verdiği A kuponu kendisine havadan on lira kazandırmıştı işte; ama bu parayı «nereye peşin» şadedeceğine henüz karar vermemişti. «Delik o kadar büyük, yama o kadar küçük»tü ki… Karısı ne derse desin, oğlanı bir kez doktora göstermeliydi. «Solucan var da ondan sarı bu çocuk, bu kadar» diyordu komşular. Ama, solucan peynirden, şekerden olurdu. Oysa ki, oğlanın peynir yüzü gördüğü yoktu; şekeri de karısının dayısına gittikleri zaman yiyordu. Çocukta solucan olmadığı muhakkaktı. Ne salyası akıyor, ne de burnu kaşınıyordu. Peki, ama, karnı da boşuna şişmezdi ya oğlanın? Elbet bir derdi vardı. Dispansere götürmeliydi muhakkak bir kez: «Gözlüklü doktorun ilaçları iyi geliyor herkese» diyordu mahalleliler.


5 Bay Naci Duru’nun karısı, çocukta, «doktorluk» bir maraz görmüyordu. O, bütün fakir semt halkı gibi, doktordan çok komşu teyzelerine inanıyordu. Onların ilaçlarını daha «hassiyetli» buluyordu. Sarmısakla kabak çekirdeğini dövüp, sabahları yutturdular mı, yüzünün sarılığı da giderdi, karnın şişliği de inerdi. Hadi bilemedin, solucan şekeri yedirdin. Bak o zaman bir şeysi kalır mıydı oğlanın. Lâkin Bay Naci Duru için kırk beşinden sonra kavuşulan bu oğlancığın kıymeti büyüktü. O, «kuru dalın meyvası» idi. Ve onu, kabristan avlusunda çocukların taşladığı sarı erikler gibi renksiz görmeye yüreği katlanamıyordu. Yanaklarının Amasya elması gibi kıpkırmızı ışıldamasını istiyordu. Kör olası dünya savaşının sırası mıydı? Harp çıkmasaydı bu çocuk şimdi böyle mi olurdu? Ona, yatarken 250 gram süt içirse, sabahları tereyağcığını, yumurtasını, reçelini yedirse, yanakları böyle solar mıydı? Harp çıkaranın gözü kör olsundu. Hayır… Bay Naci Duru, karısının bütün iyimserliğine rağmen, bu on lirayı oğlanın sağlığına harcayacaktı. Varsın bu para eczacılara kısmet olsundu. Zaten laneti nasıl kazanmışlardı?. Alın teriyle kazanılmayan paranın gideceği yer belliydi; ya ilaca ya doktora… Sara Hanım sonunda boyun eğdi; ama «Yazık dört kilo et parasına» demekten kendini alamadı. Küçük Engin’e «adamlık»ları giydirildi.

Saçları tarandı. Engin, küçülmüş lacivert elbiseleri içinde büsbütün çelimsiz ve sarı görünüyordu. Dispanserin «gözlüklü doktoru» korkudan gözlerinin halkaları büyümüş, babasının ellerine sımsıkı yapışmış olan Engin’i okşadı. Ona bir şeker verdi. Sonra bir tane daha vereceğini vaad ederek boğazını, ciğerlerini ve karnını muayene etti. Göz kapaklarına bakarak kansızlığının derecesini ölçtü. Çocuk biraz zayıf düşmüştü. Karnının şişliği bundandı. «Bir tüberküloz başlangıcı» diyemezdi. Bu melun kelime boğazında düğümlendi. 6 İştahsızlığı için bir şurup, kanlanması için iğneler veriyordu. Tereyağı, peynir, pirzola, karaciğer, kompostolar, tatlılar tavsiye etmenin bu fakir semt halkıyla alay etmek gibi bir şey olacağını hissediyordu. Fakat, «Mümkün olursa günde üç dört yumurta yedirmelisiniz» dedi. Reçeteyi babasına verirken Engin’in ağzına iri bir lokum soktu. «Hadi geçmiş olsun» dedi.

Onlar baba oğul kapıdan çıktıkları sırada doktor başını salladı, omuzlarını kaldırdı. Savaş yılları içindeydik, ne çare… Bay Naci Duru, ilaçları «Şifa»da yaptırdı. Bu ad ona ilaçların hülasası gibi geliyordu. Eh… ilacın iyisi de insanın iyisi gibi «büyük» yerde bulunurdu. Bu çeşit çeşit kavanozlar, mavi, kırmızı yeni-dünyalar, garip garip şişeler, camekânlı dolaplar ve ilaç kutuları ona, hastalıkların yanıp kül olacakları acayip bir alem gibi geliyordu. Küçük Engin de, bu beyaz gömlekli adamların gidip kayboldukları kırmızı perde arkasında umulmadık bir şeyler olacağını sanıyordu. Kapının üstündeki resimden gözlerini ayıramıyordu. Bu resim ona komşu Rasime halanın masallarındaki devi hatırlatıyor ve babasına sokuluyordu. Eczaneden «iğneleri ve şurupları» aldıkları zaman ellerinde yüz yirmi beş kuruşları kalmıştı. Bu pahalılık zamanda üç dört ilaç almışlardı. Buna da şükür. Ya ilaçları bulamasalardı?. Engin, önünde Lorel ve Hardi satan bir kuklacıdan, kendisine «şapkalı cüce» alması için babasına yalvardı. Ne güzeldi bu cüceler!. Boyları uzayıp uzayıp kısalıyordu.

Bay Naci Duru, hanımdan azar işiteceğini bildiği halde, oğlunun bu arzusunu kıramadı. Ya oğlan ölüverirse… İçinde bir huzursuzluk halinde duyduğu bu endişe, şimdi bütün acılığı ve çıplaklığıyla ortayâ çıkıyordu. O zaman oğluna bir kukla almayışı, yüreğinde büyük bir hicran halinde kanayacaktı. Yetmiş bdş kuruş verip kırmızı yanaklı ve şişman olan kukla7 yı satın aldı. Kim bilir, belki de bu ilaçlar sayesinde oğlu da böyle şişmanlardı. Küçük Engin, kuklacının gösterdiği yerden bebeğini yakaladı. Kuklanın elbisesi altında, makasa benzer iki tahta parçasını sıktığı zaman «cüce»nin boyu uzuyordu. Ooo… bu ufacık adam kendine gülüyordu da. Engin de kahkahayla gülmeye başladı. Babası pek sevindi: «İsterse hanım bana bir hafta kahve parası vermesin. Bu israfı da başıma kaksın, razıyım. Engin kuklasından memnun ya.» Çarşı içinde el ele giderlerken: «Bana bak Engin! Annen sorarsa kuklayı çarşıdan aldığımızı söyleme, gözlüklü doktor amca verdi de, e mi?» diye tembih etti. «Bilirsin, annen oyuncağa para vermemizi istemez…» dedi. Muhallebici önünden geçiyorlardı.

Engin, babasını bugünkü kadar cömert ve zengin görmemişti. Ne isterse babasının alacağını sanıyordu. Muhallebicinin camekânlarındaki muhallebiler, sütlaçlar kimbilir ne kadar tatlıydı. Müjgân teyzelerinde bir defa tavukgöğsü yemişlerdi. O da tıpkı bunlar gibi boyayla süslenmişti. Ah, şu tavukgöğsünden bir tane yeseler!. «Babacığım, acıktım ben. Bana tavukgöğsü alsana!» Bu teklif Naci Duru’yu hem sevindirdi, hem ürküttü. Oğlu bir şey yemek istiyordu ha?. Evde sofraya bin nazla oturup bir şey yemeden kalkan oğlu şimdi «Acıktım!» diyordu. «Gözlüklü doktorun» elinde muhakkak bir uğur vardı. İyi ama, acaba cebinde tavukgöğsü alacak kadar para kaldı mıydı? Elli kuruşu vardı. Eh… Bu parayla bir tavukgöğsü verirlerdi elbet. Kendisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi? Muhallebici, olsa olsa kendini ya oruçlu sanacak, yahut da şeker hastalığından mustarip bilecekti.

Camekânın kenarındaki liste gözüne ilişti. Tavukgöğsünün karşısında 17,5 kuruş yazılıydı. Demek kendisi de bir tabak yese gene on beş kuruşu kalacaktı. Muhallebiciye göğsünü gere gere girdi. 8 İçerde, köşeye çekilmiş, burun buruna, bir delikanlıyla bir boyalı kızdan başka kimse yoktu. Erkek bir şeyler anlatıyor, öteki kaşığıyla gelişi güzel oynayarak ve gülümseyerek onu dinliyordu. «Bu hareketli ve alçak sesli konuşmayı biz de biliriz,» diye düşündü. «Hey gidi gençlik ve bolluk yılları…» Oğlunu sandalyeye oturttu. Engin’in «gülen cüce»sini de masa üzerine yatırdı… Naci Duru, masayı bezle silerek, ne emrettiğini soran garsona, gayet kesin bir sesle: «Bize iki tavukgöğsü getir,» dedi. Engin, kuklasını alıp oynatmak hevesiyle, ona sarıldığı sırada, babası elini tuttu. Kaşlarını yukarı kaldırdı: «Burada olmaz!.» dedi. Engin, «Burada niçin olmaz?» diye düşündüyse de, sormaya cesaret edemedi. Duvarlarda o kadar çok ayna vardı ki. Camekânlar da tatlı doluydu.

Şu beyaz elbiseli adam, niçin bj.ı kadar çok tatlısı olduğu halde, yemiyordu? Yoksa o da, «gözlüklü doktor» gibi hastalara mı bakıyordu?. Garson, iki tavukgöğsü getirdiği sırada, Bay Naci Duru, başından şapkasını çıkarmadığını hatırladı. Şapkayla, böyle yerlerde oturmak ayıptı. Şu gençler ihtimal kendisini ayıplamışlardı. Hadi onlar görmedi, diyelim. Etraflarına bakacak halleri yok… ama şu garsonla, masadaki kız boşuna gülümsemiyorlardı birbirlerine. Şapkasını asıp tekrar yerine oturduğu zaman, oğlunun büyük bir iştahla tavukgöğsünü yediğini gördü. Maşallah, yarılamıştı bile… Yok canım. Tavukgöğsünü muhallebici tabaklara küçük parçalar halinde koymuştu da ondan öyle sanıyordu. Oğlu henüz üzerinden bir kaşık… O ne? Tavukgöğsünün üzerinde bir parça kaymak vardı, oğlu onun yarısını yemişti. Acaba?. Evet, kendi tabağında da, tavukgöğsünün üzerinde bir parça kaymak vardı. 9 Sırtından soğuk bir ter boşandı. Eyvah!.

Kaymak parasını nereden verecekti? Ama levhada «Kaymaklı tavukgöğsü» diye bir tatlı fiyatı yazılmamıştı. Camekândaki bütün tavukgöğsü ve muhallebilerin üzerinde birer parça kaymak vardı. Yüreğine biraz su serpildi. Eh… demek ki tavukgöğsünün parçaları küçülmüş, fakat üzerine biraz kaymak eklenmişti. Bununla birlikte, içi rahat değildi. Kaymaklı tavukgöğsünün lezzetini bir türlü çıkaramıyordu. Ağzının tadı kaçmıştı sanki. Engin, tabağını iyice sıyırdı. Hatta iki eliyle kenarından yakaladı. Fakat babası tam vaktinde onu engelleyerek, gülünç duruma düşmekten kurtardı kendilerini. «Evladım, tabak yalanmaz, biliyorsun…» diye fısıldadı ve kendi tabağındaki parçayı da oğluna verdi. Bereket o sırada iki genç müşteri kol kola dükkândan çıkıyorlardı. Kimse onun bu engellemesini görmemişti. Garsonu çağırdı. Elli kuruşu masa üzerine koydu.

Garson parayı almadı: «Daha yirmi kuruş vereceksiniz, efendim?» dedi. Sırtına bir ter dalgası hücum etti. Sakin olmaya çalışarak sordu: «Neden? İki tavukgöğsü yemedik mi biz?» «Evet efendim, fakat kaymaklıydı…» Korktuğuna uğramıştı demek! Şimdi gözünün önüne garsonla çekişmeler, kapının önüne birikmiş insanlar, polisler, geliyordu. Rezil mi olacaktı? Oysa ki burada kendisi haksız değildi. İşin içinde bir düzenbazlık var gibiydi. Onlardan kaymaklı tavukgöğsü isteyen kimdi? Soğukkanlılığını elden bırakmamalıydı. «Ben sizden iki tane tavukgöğsü istedim. Kaymaklı olsun demedim ki. İşte fiyat listeniz de karşıda. Tavukgöğsü 17,5 kuruş diye yazılı. Kaymaklı kaymaksız lafı yok. ‘Kaymaklı tavukgöğsü’ diye bir şey olsaydı, onun da fiyatını yazardınız.» Yargıç karşısında kendini savunan bir suçlu gibi, bütün cesaret ve zekâsı uyanmıştı. — 10 — Bu da yeni bir karaborsa hilesi miydi? Bu ne rezaletti? Alemi soymak için bütün esnaf elbirliği mi etmişti? Bay Naci Duru’nun bu tehdit dolu sözleri garsonu şaşırtmıştı: «Şimdi müşteriler, hep böyle yiyorlar da, efendim.^.

Affedersiniz… Yanlışlık bizde oldu,» dedi. Bay Naci Duru, küçümseyen bir bakışla baktı, dudağının ucundan: «Biz, o kibarlardan değiliz, oğlum… 50 kuruş içinden 35 kuruş al, üstünü ver!. Ben fazla laf istemem,» dedi. Avucunda 15 kuruşla kapıdan çıktıkları zaman, kaymaklı tavukgöğsü satanlara karşı bir zafer kazandığı halde, neşe, sevinç yerine bir üzüntü, hüzün ve bıkkınlık duyuyordu. Engin’in elindeki kukla gülüyordu ve sokakta insanlar koşar gibi yürüyorlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir