Niyazi Berkes – 200 Yıldır Neden Bocaliyoruz

Türkiye ‘nin bugün karşılaştığı meseleler, Birinci Cihan Savaşı ‘ndan sonra kesin olarak gerçekleştirmeyi göze aldığı toplum ve uygarlık devriminin tamamlanmamış olması yüzünden, İkinci Cihan Savaşı ‘nda ve ondan sonraki yıllarda ortaya çıkarak, bu devrimin yürütülmesine karşı çevrilmiş bulunan hareketlerin yarattığı sonuçlardır. Şu halde, bugünkü meselelerin doğru bir teşhisini yapmak, olumlu çareleri bulabilmek için bu devrimin gerçek niteliğini ve onu durduran kuvvetlerin neler olduğunu anlamak gerekir. Bu devrimin niteliğinin anlaşılması için de onu daha öncelerden hazırlayan tarihi akışı gözden geçirmeyifaydalı buluyoruz. Konuya tarihsel bir açıdan girişmekle gidişin ne olduğunu, bu gidişi köstekleyen engellerin neler olduğunu, bu engelleri kaldırmak yolunda geçmişte yapılan çabaları, bunların nasıl devir devir az çok farklarla tekrarlanıp durduğunu göreceğiz. Böyle az çok farklarla tekrarlanmalar varsa, demek ki Türk Devrimi ‘nin gelişmesini köstekleyen ve hatta ga7 rip bir çelişme eseri olarak bu gelişme uğruna yapılan şeyleri ulusal varlık için zararlı bir hale sokan birtakım belirli etkenler vardır. Bunun için bu yazıların amacı, Türk evriminin ve zaman zaman yapılan devrimlerin tarihini yazmak değil, bu gelişimin ana meselesini yakalamak, bunun çözümlenmesi için yapılan teşebbüsleri yıpratan veya tesirsiz hatta bazen zararlı bir hale sokan şartları tespit etmektir. Bu yolda verilecek genel hükümler ayrıntılara ait olaylarla desteklenen incelemelerimize dayanmaktadır. 8 I MESELELER NE ZAMAN BAŞLADI? Türkler, Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz siyasal egemenliğin kuvvetini on sekizinci yüzyılın başına kadar devam ettirmişler, fakat bu yüyzyılm başında bu kuvvet ilk önemli dış engellerle karşılaşmağa başlamıştı. On sekizinci yüzyılın başında imparatorluğun yalnız eski kudretini kaybetmekle kalmadığını, aynı zamanda gerilemeğe başladığını o zamanın dev-. let adamları bile anlamışlardı. ESKİ DÜZENE DÖNME ÇABALARI On yedinci yüzyılda Osmanlı devlet sisteminin dünyanın geçirmekte olduğu büyük değişmenin tesiri altında bozulmaya, aslmdakinden farklı şekillere girmeye başladığı görülmüş bulunuyordu. En önemli değişiklik bu sistemin can daman olan toprağın idare ediliş usullerinde olmuş, bunlarla ilgili mali, idari, sınai ve hatta ilmi örgütler başka başka şekillere girmeğe başlamıştı. 9 Ö zaman bu değişiklikleri kaydeden yazarlann hepsi aynı şeyler üzerinde duruyorlar: Toprak rejimi ve ona dayanan devlet maliyesi, ordu, hükümet ve idare, bilim müesseseleri. Dikkate değen nokta hiçbirinin bu değişmenin veya onların deyimiyle bozulmanın nedenlerini araştıramamalandır. Bunları arama yoluna dönmüş olsalardı, bunların daha derininde birtakım değişen şartlar olduğunu, gördükleri bozuluşun bu şartların sonucu olduğunu anlayacaklardı.


Onların bu yola girmeyişlerinin nedenini anlamak bizim için, yani toplumsal hayatta değişmenin normal bir tarih olayı olduğunu kabul eden kimseler için biraz güçtür. Bunların “aslından ayrılma”mn nedenlerini aramamaları, o zamanki düşünüşün hayatı duran, değişmeyen, değişmemesi gereken bir düzen saymalarından ileri geliyordu. Ortaçağ düşünüşünün temeli budur. Ona göre, var olan düzen (nizam-ı âlem) Tanrı’nm takdir ettiği bir düzendir; ideal olan odur. Gene bu düşünüşün sonucu olarak bu yazarlar Türk-İslam topluluğunun; devletin yüz yüze geldiği Avrupa dünyasındaki şartlarda olagelmekte olan değişikliklerin etkisi altında olduğunu da göremiyorlardı. Bu düşünürlerin gözlemlerine dayanarak o zaman uygulanmak istenen tedbirler yeni bir dünyanın doğuşunu zorladığı fikirlerin eseri olmaktan ziyade geleneksel sistemin bozulduğunu görmekten ileri gelen f i10 kirlerin eseri olduğu için, bu tedbirler, işleri hep eski ilk şekillerine çevirmek düşüncesi etrafında birleşiyordu. On yedinci yüzyılda bozuluşun sebeplerini ve çarelerini araştıran yazarlar hep bu noktada birleşirler. Bu görüşe dayanarak on yedinci yüzyılda yapılan teşebbüslerin hiçbiri başarılı olamadı. Sistemin temelleri olan müesseselerin eski haline gelmediği görüldü. Bu görüşe uyan Murat IV’ün, kanlı terör rejimi bile para etmedi. Eski sistemi geri getirmek şöyle dursun, ona zıt gelişmeler durmadan devam etti. Bunların en önemlileri eski Osmanlı toprak rejimi yerine derebeyleşmeye doğru bir akımın başlaması, o zaman reaya denen köylünün feodal bir rejim altına girmeye başlaması, tarımsal üretimin düşmesi, şehirlerde sanayiin daralması yüzünden zanaat erbabı ve köylüden müteşekkil halk çoğunluğunun yoksulluğa düşmesi, devlet maliyesinin çökmesi, devlet idaresinin bozulması, Türk ekonomisinin dış ticaret muvazenesizliğinden ötürü şiddetli bir enflasyona düşmesi, ekonominin hemen her sektöründe sermaye birikiminin belirli bir hızla artamaz olması, tersine bu ekonominin genel dengesinin daima aleyhte, aşağıya doğru kendini tüketme yoluna dönmüş olması idi. Bu genel gidiş kendini isyanlarla, ihtilallerle, eşkıyalıklarla, kötü mali tedbirlerle, zararlı ticaret ve para siyasetleriyle gösteriyor ve bunların hepsi Türki11 ye’nin ekonomik anlamda gerileyen bir memleket haline gelmesiyle sonuçlanıyordu. Bu gidişi hemen durduracak tesirli tedbirlerin alınması bazı iç şartlarda reformlar yapmak, Türkiye ile Avrupa arasındaki ticari ve siyasi münasebetlere yeni bir yön vermek, imparatorluğun dayandığı din ve gaza zihniyeti yerine merkantilist ekonomik zihniyete uymak lazımdı. Burada inceleyemeyeceğimiz nedenlerle bunların yapılması mümkün olmadı.

Biraz önce dediğimiz gibi, reform fikri ancak zorla, geriye döndürmek anlamına geliyordu. Batı ile münasebetler hâlâ fetih ve savaş münasebetleri şeklinde görülüyordu. Bunların mümkün olmayışının başlıca sebebi, hâlâ bugün bile elde edemediğimiz bir özelliğin onların zamanında da bulunmaması, yani kafalarımızda ekonomik zihniyetin yokluğudur. Ortaçağ Hıristiyan Avrupası’nda olduğu gibi İslam ve Osmanlı ortaçağında da ekonomik zihniyet “merdut” bir şeydi. Kafalara hâkim olan kuvvet din ve gaza düşünceleri idi. Devlet idaresine hâkim olan kimseler din adamları ile gaza adamları idi; yani ekonomik sınıflar (köylü, işçi, tüccar, esnaf) değildi. Ortaçağ düşünüşünde devleti idare eden kimselerin toplumsal sınıflan temsil eden kimseler olmaması ideal olan bir şeydi. Hem Hıristiyanlık hem İslamlık dünyasında devletin başında Tann’nm gölgesi veya 12 vekili bulunur; sınıflarından iğdiş edilmiş sivillerle askerler ve din adamları tarafından “esnaf” yani o zamanki anlayışla toplumsal sınıflar (reaya, zanaat ve tiearet erbabı) idare edilirdi. Bu sınıflar birtakım mertebelenmiş tabakalardı. Her birinin yeri dünya düzeninde belli ve değişmezdi. Değişme daima bozulma alameti idi. Fakat Batı Avrupa’da meydana gelen devrimlerle toplumsal sınıflar belirlenince, yeni sınıflar doğup kuvvetlenince, devleti sınıf yararlarına ve yeni ekonomik yönlere doğru yöneten idareler kurulmaya başlandı. O zaman böyle bir zihniyetle devlet idare etmek, bugünkü komünistlerin usulleri kadar korkunç ve aykırı sayılırdı. Ama bu zihniyet ve onun yaratığı olan idareler Avrupa’da kısa zamanda birçok yerlerde yerleşti. O kadar çabuk yerleşti ki, Batı’da merkantilist devletlerin devri olan on yedinci yüzyılda Türklerle ilk defa olarak yakından temasa gelen Batı Avrupalılar (bilhassa Fransızlar ve İngilizler) Şarklı kafasının başka türlü işlediğine hükmederler; bizimkiler de Batılıların ticaret hırsının altında yatan merkantilist ekonomi siyasetini bilmedikleri için onu “kâfir” kafasının işi sanırlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir