Aziz Nesin – Rıfat Bey Neden Kaşınıyor

Bu kitaptaki «Vatanî Vazife» adlı hikâye, 1966 yılında Bulgaristan’da yapılan Uluslararası Mizah Yarışmasında birincilik alarak ALTIN KİRPİ ödülünü kazanmıştır. İlk basımı 1965 de yapılan «Rıfat Bey Neden Kaşınıyor?» un ikinci basımını övünçle sunuyoruz. HÜSNÜTABİAT MATBAASI İSTANBUL — 1971 PİL ULAN, PİL BE!. T3U yazıyı ister bir ciddî makale sayın, ister mizah -‘-‘hikâyesi; bu sizin yorumunuza bağlı. Polonya’daki bir dostum, geçenlerde aldığım mektubunda şöyle diyor: «Türkiye’de mizahçılıktan kolay ne var… Sabahtan akşama kadar alay edilecek yığınla konunun içindesin. Seç seç, beğendiğini yaz! Bütün politikacılar, yönetmenler, hattâ herkes senin için çalışıyor. Olayları hiç değiştirmeden, olduğu gibi yazsan yine mizah olur.» Çok sevdiğim bir dostumdan aldığım bu mektup beni öyle üzdü ki… insanoğlu, uğraşının zorluğundan yakınmayı pek sever. Herkes birbirine «İşim ne zor, ne zor, bilemezsiniz…» deyip durur. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan yaşayan, bir elleri yağda, bir elleri balda olan rantiyeler, mirasyediler bile böyledir. Elbet ben de yaptığım işin zorluğuyla övünüp avunanlardan biriyim, işte buyüzden dostumun yazdıklarına alındım. Bu üzüntüm, gerçekle yüz yüze gelmemdendi. Doğrusu da bu: Bütün kişiler, bütün olaylar Türkiye’de mizahçılara yardımcı… Hiçbir mizahçı, bizim şu belli ve ünlü politikacılarımızın ciddî ciddî söyledikleri söylevler kadar kuvvetli mizah yazamaz. Okurlar, ciddî gaze-telerimizdeki yazılara katıla katıla gülmüyorlarsa, bu yazıların ciddî gazetelerde çıktığına inandırılmış olmalarındandır. Dostumdan gelen bu mektup yüzünden mizahçılık iyice gözümden düştü; sanki bir iş mi yapıyordum.


Bu mektubu aldığımın ertesi günü Avusturya’da basılmış bir kitabım geldi. Sevinçle kitabı karıştırmaya başladım. Almanca konuşulan bölgelerin okurlarına beni tanıtan yazıda, benim mizahımın, ünlü mizahçı Roda Roda’nın mizahına benzediği yazılıydı. Ünlü mizahçı Roda Roda!. Mizahımın benzediği Roda Roda’yı tanımadığım için utandım. Başkalarına sordum, tanıyan yok… Oysa Roda Roda’yı bütün Avrupa tanırmış, yazıları her dile çevrilmiş. Roda Roda’nın kitaplarını getirttim. Gerçekten Roda Roda’yla aramızda büyük benzerlik olduğunu gördüm. Hattâ aynı konuları yazdığımız bile olmuş. Ne var ki, Roda Roda’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yazmış olduğu bir olayı, ben İkinci Dünya Savaşı’ndan onyedi yıl sonra bile bitürlü yazamamışım. İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında tanık olduğum bu olayı yirmi yıldan beri yazmak isterim de, türlü korkular, kaygılar yüzünden bitürlü yazamazdım. Bir de baktım ki, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu ordusunda geçmiş olan buna benzer olayı Roda Roda rahatlıkla, şakır şakır yazmış, yazabilmiş. Türkiye’de mizahçılığın kolay olduğunu sananlar, mizahın nelerle, nasıl kısıtlanmış olduğunu da hesaplıyorlar mı? Zübük’lerden biri çıkar bir nutuk atar, _ 6 — herkes bunu ciddî ciddî dinler, alkışlar. Bir mizahçı, virgülünü bile değiştirmeden bu nutku yazsa başı derde girer. Roda Roda’nın elli yıl önce yazmış olduğu hikâyeden bayağı cesaretlendim, yıllardır yazamadığım o hikâyeyi artık yazayım, dedim.

* * * Generalin teftişe geleceği haberi duyulunca kışlanın pencere camları bile zangır zangır titremeye başlamıştı. Tümenin bağımsız Muhabere Bölüğü bir haftadır teftişe hazırlanmaktaydı. Her subayın Zat İşlerindeki sicilinden başka, bir de kışlada, askerler arasında bir sicili vardır. Bu generalin kışladaki sicili şöyleydi: «Küçük rütbeliyken savaşlara girmiş, kahramanlıklar, başarılar göstermiş, üç yara almış. Çok bilgili ama çok sert. Erlere çok, ama çok yumuşak, nâzik davranır; subaylara da böyle olduğu söylenemez. Eğitim psikolojisine, erlerin psikolojisine çok meraklıdır. Bu konuda, çok zengin denemelerinden yararlanarak iki de kitap yazmıştır. Bir de kızdığı, bağırdığı hiç duyulmamıştır. Erlere «Oğlum, yavrum, çocuğum, yiğitim, aslanım» diye seslenir. Çok disiplin seven general, subaylarla çok resmî ve ciddî konuşur. Çok iyi yüreklidir.» Teftiş günü sabah erkenden muhabere bölüğü talim alanına gelmişti. Erlerin teçhizatında en küçük bir eksik yoktu, tüfekleri pırıl pırıldı. Hepsi tertemizdi.

Teftiş düzenindeki bölüğün önündeki masalarda, sahra telefonu, santral, kablo, makara, pil, pırıldak, flâma, maniple gibi muhabere gereçleri duruyordu. Gözlerinden kaçmış hiçbir eksik kalmaması için subaylar bölüğü tekrar tekrar inceliyorlardı. iki otomobil geldi, bölüğün önünde durdu. General ve subaylar indi otomobillerden. Generalin «Merhaba!» sına ve «Nasılsınız?» sorusuna erler iki kere «Sağol!» diye cevap verdiler. Çelik gibi bölük, çakı gibi erler… Sol yanağında derin bir yara izi bulunan, pancar yüzlü, keskin bakışlı, sert görünüşlü generalin her sorduğuna erler doğru ve tıkır tıkır cevaplar veriyordu. Hiçbir duygusunu dışa vurmayan generalin cevaplardan çok memnun kaldığı bakışlarından belliydi; ama asıl memnun olanlar bölük subaylarıydı. Subayların generalden özenerek sertleştirmeğe çalıştıkları yüz çizgileri yuvar-laklaşmış, keskin bakışları yumuşamıştı. General, nerdeyse «Bölüğünüzü iyi yetiştirmişsiniz, teşekkür ederim» diyecekti ki, gözü arka sırada gizlenmiş gibi duran kara-kuru, çopur, çelimsiz bir ere takıldı. Bu cılız er, çantasının altında ve elbisesinin içinde kaybolmuş gibiydi; hâki şapkasıyla ceketi arasında bir çocuk avucu küçüklüğündeki kara suratı görünüyordu. General, Gel oğlum buraya! dedi. Er, gözlerini kırpıştırarak baktı ve kımıldamadı. General, Gel çocuğum, gel! dedi. Gözlerini kırpıştıran er yine kımıldamayınca general, Yavrum, ileri çık, bana gel! dedi. Sonra da elini erin omuzuna koyarak, onu sıradan çıkarıp masalardan birinin önüne getirdi.

8 — Masanın üstünden sahra telefonu pilini alıp ere gösterdi: Bu ne? Sesini çıkarmayan er dudaklarını buruşturup, gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Bunun adı ne yavrum? Er, ayaklarını oynatıyor, hafif hafif ayaklarının birini kaldırıp öbürünü indiriyordu. Deminden beri erlerin her soruya doğru cevap vermesinden pek kıvanmış olan bölük komutanı, generalin karşısına geldi, tam askerce bir selâm verdikten sonra, Müsaade buyrulursa generalim, bir mâru zâtım var… dedi. Gözlerinden şimşek çakan general, Nedir? diye gürledi. Sözlerini başkalarının duymaması için generale yaklaşan subay yavaşça, Generalim, dedi, bu er… nasıl söyliyeyim… biraz… dejenere… yâni… anlayışı kıt ve… Yüzbaşı sözünü tamamlıyamadı ve birden kıyametler koptu. Generalin incecik dudaklarından yıldırımlar saçılıyordu: Ne demek!. Yüzbaşın!. Genç arkadaş!… Katiyen böyle bir söz istemem!. Bir daha duymı-yayım. Sen… sen ha!. Bizim askerlerimize… ha? Hem de… çocuklarımıza… Biz o beğenmediğin, anlayışsız dediklerinle düşmanı pabuçsuz kaçırdık. Onların babaları vatan kurtardı ve dedeleri üç kıt’aya şân saldı. Biz bu yiğitlerle, modern silâh lara karşı sopalarla, odunlarla yürüdük. Generalin yavaş yavaş kızgınlığı azalıyordu. Uzun söylevinden sonra subaylara, Etrafımda toplanın! dedi.

9 — Subaylar generali çepeçevre çevirdiler. Şunu biliniz ki, öğretilen şeyi öğrenemiyen hiçbir erimiz yoktur; yeter ki biz onlara öğretme sini bilelim. Şimdi sizlere, bir ere nasıl öğretilece ğini göstereceğim. Komutanının anlayışsız dediği bu er, göreceksiniz ki her şeyi öğrenecek. Eğitim psikolojisini, erlerimizin psikolojisini bilmiyorsu nuz. General, eğitim psikolojisi üstüne de uzun bir söylev çektikten sonra, masadaki pili eline alıp, çok tatlı, ılık bir sesle karşısındaki ere, Oğlum, bunun adı pil’dir… dedi, anladın mı? Şimdi sen söyle bakayım, neymiş bu? Erin cevabını beklemeden, çevresindeki subaylara, İşte böyle bir bir, teker teker anlatacaksı nız, gördünüz ya… dedi. Er, hiçbir şey duymamış gibi duruyor, postallarını oynatıyordu. General, Söyle yavrum, dedi, bak ben söylüyorum, sen de söyle: Pil!. Bu elimde tuttuğumun adına pil denir, pil… Neymiş? Söyle aslanım! Er büyük bir rahatlıkla generalin apoletlerine bakıyordu. Neymiş bunun adı yiğitim? Pil’miş… Söy le canım, söyle yavrum, söyle oğlum… Pil de, pil de… hadi pil de tosunum, pil… Sesi şefkatten titriyordu. Bu pildir… pil!. Anladın ya, pil!. Sen de söyle benim gibi… Bak, dudaklarını benim gibi kapa, sonra aç. Bak, böyle işte: Pil… General subaylara döndü: Arkadaşlar!. Bu erin çabuk öğrenen, kav- _ 10 — rayan bir er olmayışı bizim için çok isabet oldu.

Maksat böylelerine öğretmektir, öbürleri nasıl olsa öğrenir. Şimdi dikkat edin!. Subaylar saçtan tırnağa göz, kulak kesilmişlerdi. General, ipek yumuşaklığında sesiyle ne kadar «yavrum, oğlum, çocuğum» dediyse, uğraştıy-sa da ere bitürlü pil dedirtemedi: Pil demek şöyle dursun, erin ağzından hiçbir ses çıkmıyordu. General, subaylara, Sabırlı olmak lâzım, dedi, başarının ilk şartı sabırdır. Böyle durumlarda ere nasıl öğrete ceksiniz; şimdi size onu göstereceğim. (Ere dön dü) Dünyada her şeyin bir adı vardır yiğitim, işte bunun adı da pil’dir, pil… Ne bunun adı? Hiç oralı olmayan er bel bel bakıyordu. General, Yoksa sağır mı? dedi. Değil generalim… Türkçe bilmiyor mu? Bilir generalim. İyi öyleyse… Böyle bir erle karşılaşmamız isabet. Bu durumda hiç yılmadan, usanmadan ve bıkmadan uğraşacaksınız. Bu tip erler zor öğrenirler ama, bir de öğrendiler mi, artık hiç unutmazlar, ölseler unutmazlar; onun için ben geç öğrenen askeri, çabuk öğrenenlere tercih ederim. Dikkat edin. (Ere) Oğlum, hiç sıkılma, sıkılacak bişey yok… Utanma da… Ben senin komutanınım, baban sayılırım. Hiç çekinmeden konuş yavrucuğum.

Ben ne dersem tekrar et. Pil… Erin dudakları tutkalla yapıştırılmıştı sanki. Bu ağzı bıçak bile açamazdı. Arkadaşlar! Akılda tutmanın, hafızanın bir şartlı da ((tekrar» dır. Sabırlı olun! Tekrar ede 11 — ede, bakın şimdi nasıl öğreteceğim… (Ere) Oğlum, ben şimdi on kere pil, pil diyeceğim, sonra sen söyleyeceksin; Pil, pil, pil, pil… Söyle yavrum, pil de!. (Subaylara) Demek bu er on kere tekrarla anlamıyor, öyleyse yirmi kere tekrar edeceğiz… (Ere) Oğlum, ben şimdi yirmi kere pil diyeceğim. İyi dinle yavrum: pil, pil, pil, pil, pil, pil… Hadi şimdi sıra sende. Söyle bakayım, pil de yavrum, pil de aslanım, pil de çocuğum, pil de canım, pil de oğlum. Hadi, bak söyliyeceksin işte! Pil de tosunum, pil de çocuğum., pil de be!… General birdenbire toparlanıp yumuşamaya çalışarak, subaylara, Kızmak yok, dedi, kızarak olmaz. Hiç kız madan anlatacaksınız. Sizin işiniz bu… Kimisi yirmi kerede öğrenir, kimisi otuz kerede… (Ere) Kulağını aç, iyi dinle, şimdi ben otuz kere pil di yeceğim, sonra da sen… pil, pil, pil, pil, pil… Kaç oldu?… Pil, pil, pil… Hadi, söyle! _ ı… Pil, pil, pil Pil be, pil yahu… Piiiil!.-. Söyle! ‘ Yine birden kendine gelen general, subaylara, Sinirlenmek yok! dedi, asabınıza hâkim olacaksınız… Sinirlenirseniz karşınızdaki büsbü tün şaşırır. General kırk kere, sonra elli kere pil diye tekrarladı.

Pil, pil, pil!. Söyle yavrum sen de söyle ço cuğum, söyle ulan! Söyleee!. Pil… pil dedik. pil!. L„ Pil, pil, pil… Hadi! General birden bomba gibi patladı: 12 — Pil ulan şeyoğlu şey! Tekrarla!. Erin ağzı açıldı, korkudan titriyerek aynı sözleri generale bağırdı: Pil ulan şeyoğlu şey! Alnındaki terleri silen general, subaylara, Görüyorsunuz ya, dedi, pekâlâ da öğretile biliyormuş. 13 — BİT YARIŞI Hiç bit yarışı seyrettiniz mi? Hayır, seyretmemişlerdi. Bit yarışı diye bişey duymuşlardı ama, nasıl bir yarıştır, bilmiyorlardı. İnanmıyorlardı bile böyle bir yarış olabileceğine. Lâf olsun diye söylenen bir söz sanıyorlardı bit yarışını. Siz seyrettiniz mi? Seyretmenin lâfı mı olur, hem de çok seyrettim. Kendim de bit yarıştırdım… N,asıl oluyor, aman anlatsanıza… İkinci’Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru… Bir akşam bir meyhanede arkadaşlarla içiyoruz. Şimdi Başbakanın hükümet programı diye söylediği bazı sözleri, ben o gece meyhanede sarhoşlukla ağzımdan kaçırmışım. Sarhoş olmasaydım hiç söyler miydim? Nasıl olsa yirmi yıl sonra Başbakan hükümet programı olarak söyliyecek, acelem ne? Sarhoşluk işte… Neyse efendim… Meyhanede bulunan sadık .yurttaşlarımızdan biri hemen karakola koşup, meyhanede bir adamın işçilerin sendika kurmaları gerektiğini söylediğini ihbar ediyor.

Bu ihbar üzerine, beş on sivil polis meyhaneye gelip beni çeviriyor, başlıyorlar benimle kadeh to— 14 — kusturup konuşmaya. Benim onların siyasî polis olduklarından haberim yok tabiî… Deminden beri meyhanede kendi arkadaşlarımla bitürlü anlaşamıyorduk, boyuna tartışıyorduk; oysa bu yeni gelenlerle birbirimize kaynaşıverdik. Bir tanesi bana, Bu bizim hükümette iş yok, ha? Ne dersi niz? diyor. Ben de ona, Çok haklısınız! diyorum. Sonra şerefe kadeh kaldırıyoruz. Başka biri, Zenginler işçileri sömürüyorlar… Siz de bu düşüncede misiniz? diyor. Evet… diyorum. Yine şerefe kadeh kaldırıyoruz. Benim kendiliğimden bişey söylediğim yok. Onlar söylüyor, ben de onaylıyorum. Ama doğrusu, içimden de «Yahu, artık halk uyanmaya başladı, bak şu insanlara, neler düşünmeye başladılar!» diye de seviniyorum. Oysa beni, memleket hesabına sevindirenlerin hepsi de polismiş. Meyhaneden çıktık. Ben, yarısı içkidense, yarısı da sevinçten iyice sarhoş olmuşum, sallanıp duruyorum. O sonradan meyhaneye gelip de çok iyi anlaştığımız adamlar, yuvarlanmıyayım diye koluma girdiler, sıkıca beni götürüyorlar.

Ben, Zahmet buyurmayın, ben giderim… dedikçe, Hiç olur mu efendim… Biz sizi emniyetli bir yere koymadan bırakmayız… diyorlar. Yahu memlekette helâl süt emmiş ne insan evlâtları var, aşkolsun… Müsaade buyrun efendim, vallahi ben gi derim… 15 — Yooo, katiyen bırakmayız… Biz götürece ğiz… Allah Allah… Bunlar beni götürüyorlar ama, ters yana gidiyoruz. Ben Kasımpaşa’da oturuyorum… Siz beni bırakın, ben burdan kendim giderim. Buraya kadar getirdiniz ya, eksik olmayın, çok teşekkür ederim… Biz sizi bu halde geceyarısı sokaklarda bırakamayız… Siz hele bu gece bizimi konuğumuz olun da… Ne iyi kalbli insanlar canım… Allah razı olsun… Memleket hakkında çok iyi umutlara kapıldığımdan keyfimden hafif hafif şarkılar da mırıldanıyorum. Gece vakti, ama sizinkileri de rahatsız edeceğiz… Bana müsaade edin… Estağfurullah… Ne rahatsızlığı?. Biz görevimizi yapıyoruz… Siz bu gece bizde kalın… Üç onlar, bir de ben, dört… Bindik bir arabaya… Doğru İstanbul Emniyet Müdürlüğüne. Ben oralarını bilmediğim için, onların oturduğu apar-tımana giriyoruz sanıyorum. Ooö, apartımanınız ne büyükmüş … Merdiveni çıkıyoruz. İçimden «Benim de bu konukseverliğin altında kalmamam gerekli ama, bu adamları benim iki küçük odalı bekâr evimde nasıl ağırlıyacağım?» diye düşünüp duruyorum. Onlar hâlâ beni kollarında merdivenden çıkarıyorlar. Birara, Arkadaşlar, valla beni çok mahcup etti niz… dedim. Ben bu sözü söylememle, sol yanımdaki, Yürü ulan şeyoğluşey! deyip de boş böğrü16 — me bir dirsek indirince, ben basamaklara yığıla-kaldım. Yoo, buna eşek şakası derler hani… Arkadaşlık markadaşlık ama, ben sululuktan hiç hoşlanmam. Ama ne de olsa onlardan iyilik gördüğümden birden sertleşemedim de, hani onlar bana şakadan «şeyoğluşey» deyince ben de altta kalmamak için, sözde yaptıkları şakaya gülümsiyerek, Ulan yapmayın hergeleler… dedim. Dememle yüzüme gözüme sille tokat, tekme inmeye başladı.

Ondan sonrasını hayal meyal hatırlıyorum. Artık sarhoşluktan mı sızmışım, yoksa dayaktan mı bayılmışım, bilemiyorum., Sabahleyin erkenden uyandım ki, buz gibi taşların üstüne uzatılmışım. Yerimden kalkmaya çalıştım, ner-de, kımıldıyamıyorum bile, turşu olmuşum. Zihnimi toparlamaya çalışıyorum: Meyhanede birileriyle arkadaş olduk, sonra beni onlar alıp misafir et-tilerdi. İyi ama bu ne biçim misafirlik canım… Herhalde onlar da çok sarhoştu… Sarhoşlukla biz birbirimize girdik. Şimdi uyanırlar, özür diler, kahvaltı getirirler…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir