Norman Mailer – Sert Erkekler Dans Etmez

Şafak sökerken sular da çekilmiş olur, martıların çığlıklarıyla uyanırdım. Hava kötüyse, sanki ölmüşüm de kuşlar yüreğimi kemiriyorlarmış gibi hissederdim. Ben bir süre daha uyukladıktan sonra sular yükselir, gölgenin yamaçlarda ilerlemesi kadar büyük bir hızla kumlan kaplar, çok geçmeden ilk dalgalar yatak odamın penceresi altındaki duvara vurmaya başlar, şok duygusu deniz yüzünden vücudumun tâ derinlerine kısacık bir zaman parçacığı içinde yükselirdi. Bum! derdi dalgalar duvara vurunca. Kendimi karanlık denizlerde bir şilebin içinde yapayalnız hissederdim. Yatakta yine tek başıma uyanıyordum. Karımın toparlanıp gidişinden bu yana yirmi dördüncü gamlı sabahtı bu da. Akşama hâlâ yalnız başıma, yirmi dördüncü geceyi kutlayacaktım. Yaman bir gece olacaktı yirmi dördüncü gece. Onu izleyen günlerde, duyduğum korkulara ipucu ararken belleğimin sisleri arasından gerilere bakmaya uğraşacak, yirmi dördüncü gecenin başından sonuna kadar hangi hareketleri yapıp hangilerini yapmadığımı hatırlamaya çalışacaktım. Ama daha yataktan kalktıktan sonra bile neler yaptığım konusunda pek fazla şey hatırlamıyordum. Herhalde diğer bütün günlere benzer bir gün olmuş olmalıydı. Hani bir hikâye vardır, bir adam yeni bir doktora ilk gidişinde, doktor ondan günlük hayatını anlatmasını istemiş. Adam hemen başlamış: «Kalkarım, dişlerimi fırçalarım, kusarım, yüzümü yıkarım…» Doktor hemen sormuş, «Her gün mü kusarsmız?» «Tabii, doktor,» diye karşılık vermiş hasta. «Herkes kusmaz mı?» İşte o adam bendim.


Her sabah kahvaltıdan sonra… sigaramı ağzıma koymayı bir türlü başaramıyordum. Daha dudaklarıma ucu değerken öğürmeye başlıyordum. Karısını kaybetmiş olmanın yükü bindiriyordu bana. On iki yıldan beri sigarayı bırakmaya uğraşırdım. Mark Twain’in sözünü bilmeyen var mıdır? «Sigarayı bırakmak hiçbir şey değil. Ben yüz kere bıraktım.» Bunu da sanki kendim söylemişim gibi hissediyordum… Çünkü en az on kere denemiştim. Birinde bir yıl, birinde dokuz ay, birinde dört ay bırakmıştım, ama sonunda yine başlamıştım. Durmadan, tekrar tekrar bırakıyordum. Fakat er ya da geç rüyalarımda bir kibrit çakıyor, alevi sigaranın ucuna tutuyor, o ilk solukta tüm var olma açlığımı içime çekiyordum. Sanki o isteğin üzerinde kazığa oturmuş gibi hissediyordum kendimi. Göğsümün içinde bir sürü manyak o bir tek soluk için haykırıp duruyordu. Böylelikle tiryakilik ne demekmiş, öğrenmiş oldum. Canavarın biri beni boğazımdan yakalamıştı. Onun hayatî organları benim ciğerlerimdeydi.

O şeytanla on iki yıldan beri güreşiyor, arasıra da onu yeniyordum. Bunu genellikle gerek kendimin, gerek başkalarının büyük kayıplar ma yol açarak yapıyordum. Çünkü sigara içmediğim zamanlar şiddete eğilimli oluyordum. Reflekslerim o kibritin çakıldığı yerde yaşıyor, zihnim biz Amerikalıları huzurlu tutan bilgileri birer ikişer unutuyordu. Sigara içmediğim o sürelerde bazen araba kiralar, kiraladığım arabanın Ford mu, yoksa Chrysler mi olduğunu hiç bilmezdim. Belki bu, ilk bakışta göze sonun başlangıcı gibi gözükebilir. Bir keresinde, yine sigara içmediğim bir sırada, Madeleiııe adlı sevdiğim bir kızla uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Evli bir çiftle buluşacaktık. O evli çift, hafta sonunda eş değişmek istiyordu. İstediklerini yaptık. Dönerken yolda Madeleine’le kavga ettik, ben kaza yaptım, araba hasara uğradı. Madeleine fena yaralandı. Sigaraya tekrar başladım. «Hayatınızın en büyük aşkını terketmek, sigarayı bırakmaktan daha kolaydır,» derdim hep. Haklıymışım gibi gelirdi.

Ama sonra geçen ay, yani yirmi dört gün önce, karım gitti. Yirmi dört gün önce. O zaman tiryakiliğin ne olduğunu biraz daha iyi öğrendim. Belki aşkı feda etmek sigarayı feda etmekten daha kolay olabilirdi, ama sıra hem aşka hem nefrete veda etmeye gelince… ah, psikologların o güçlü kalesi, aşk-nefret ilişkisi! İşte o zaman evliliğinize son vermek de nikotininizi yok etmek kadar zor olabiliyor. İkisi birbirine son derece benziyor. Çünkü, bakın size on iki yülık tecrübeme dayanarak söyleyeyim, o sürenin sonunda o iğrenç sigaralara karşı duyduğum nefret de kötü bir eşe duyulan nefret kadar güçlenmişti. Sabahleyin çekilen o ilk soluk bile (o soluğun zevki bir zamanlar tütünü bıra-kamayışımm başlıca nedeniydi oysa) artık bir öksürük nöbetinin tetiği haline gelmişti. Bu durumda belki geriye tiryakilikten başka bir şey kalmayacaktı, ama tiryakilik bile zaten psikolojinizin en dipteki çizgisine atılan bir imza sayılırdı. Evliliğimde de durum aynıydı. Patty Lareine artık gitmişti. Onu korkunç kusurlarma rağmen sevmişim, tıpkı on yıllarca ilerdeki akciğer kanserine omuz silkip mutlu manyaklar gibi sigara tüttürüşümüze benziyordu. Aynı şekilde, Patty Lareine’in beklenmedik bir akşamüstü benim mahvıma yol açabileceğini tâ başmdan beri seziyor, yine de ona hayranlık duyuyordum. Kimbilir? Belki aşk bu kötülüklerimizi yenmemizi sağlardı. Tabii yıllar önceydi bütün bunlar. Son bir buçuk yıl boyunca birbirimize olan alışkanlığımızdan kurtulmaya çalışıyorduk.

Yüzgöz olmuş nefretler her geçen mevsimle birlikte büyümüş, sonunda hoşgörü ve iyiden alma stoklarımızın tümünü tüketmişti. Karımdan da tıpkı sabah sigarasmdan ettiğim kadar nefret ediyordum. Sabah sigarasını sonunda bırakmıştım işte. On iki yıldan sonra, nihayet ömrümün en büyük tiryakiliğinden kurtulmuştum. Karımın beni terkedip gittiği geceye kadar yani. Karımı kaybetmenin çok daha zor bir şey olduğunu da işte o gece anladım. Onun gidişinden önce, bir yıldır sigara içmemiştim. Patty Lareine’le belki şiddetli kavgalar edebilirdik ama hiç değilse Camel’lerle işim bitmiş durumdaydı. Züğürt tesellisi. O arabasına binip gittikten iki saat sonra, giderken masanın üzerinde bıraktığı yarı boş pakete uzanıp içinden bir tabut çivisi çektim, ağzıma götürdüm. îki gün kendimle şiddetli mücadelelere tutuştuktan sonra bir kere daha kaptırdım kendimi. Artık o gitmiş olduğundan, her günüme en derin ruhsal sarsıntılarla başlıyordum. Bir sefillik kataraktı içinde boğuluyordum. Geri dönen bu iğrenç âdetin yanısıra Patty Lareine’e duyduğum özlemler de geri dönmüştü. Her sigara ağzımın içinde kül tablası gibi kokuyordu.

Ama bu kokan aslmda sigaranın katranı değil, kendi çürüme kokumdu. Yenilginin ve kaybın kokusu öyledir işte. Her neyse, daha önce de söylediğim gibi Yirmi Dördüncü Gün’ümü nasıl geçirdiğimi hatırlayamıyorum. En net biçimde hatırladığım şey o ilk sigarayı içişim yalnızca. Daha sonra, dördüncü ya da beşincisinden sonra dumanı içime huzurla çekmeyi başarıyordum. O zaman, hayatımın yarası diye karar verdiğim (bundan hiç gurur duymadığım) olayı dağlamayı da başarıyordum. Patty Lareine’i özlemek istediğimden o kadar daha fazla özlüyordum ki! O yirmi dört gün içinde kimseyle görüşmemek için elimden geleni yaptım, evden çıkmadım, sık yıkanmadım, kanımızı damarımızda dolaştıran şey viskiymiş gibi içki içtim… sözün kısası halim berbattı! Yaz olsa, durumumun farkma varanlar olurdu, ama sonbaharın sonlarıydı. Günler gri bir renge dönüşmüştü. Kasaba bomboştu. Kısala kısala birbirini izleyen kasım öğle sonralarmda elinize bir top alsanız, evinizin bulunduğu sokakta şöyle bir yuvarlasa-nız, upuzun yolun sonuna vardığında bir tek yayaya, bir tek arabaya çarpmadan gitmiş olurdu. Kendi içine kapanıyordu kasaba. Isı derecesi termometreyle ölçüldüğünde pek olağanüstü gibi gelmiyordu insana. Çünkü Massachusetts’in deniz kıyısı, Boston’ un batısındaki taşlık tepelerden daha az frijid sayılırdı. Ama yine de soğuk deniz, hayalet hikâyelerine uygun buz gibi bir atmosfer yaratıyordu. Aslmda Patty ile ikimiz eylül sonlarında bir ruh çağırma seansına katılmıştık ama tatmin edici sonuçlar alama-iniştik.

Seansımız kısa ve korkunç olmuş, sonu bir çığlıkla noktalanmıştı. Sanıyorum şu sıra Patty Lare-ine’den ayrı oluşumun nedeni, o anda evliliğimize elle tutulamayan, ama kesinlikle iğrenç bir niteliğin bulaşmış olmasmdandı. O gittikten sonra bir hafta boyunca hava hiç değişmedi. Buz gibi bir gökyüzü yerini bir İkincisine bıraktı durdu. Her taraf insanın gözü önünde geriye dönüştü. Yazın kasabada nüfuz otuz bin olur, hafta sonlarında iki katma çıkardı. Sanki bölgenin tüm otomobilleri, o dört şeritli yoldan bizim plaja doğru harekete geçmeyi seçmiş gibi görünürdü. O zamanlar bizim Provincetown, St. Tropez kadar renkli bir yer olurdu. Pazar akşamları da Coney Adası kadar pis bir yer olurdu. Ama sonbaharda herkes gidince, kasaba bu sefer öteki yüzünü ortaya koyuyordu. Nüfus artık otuz binken kaynayıp altmış bine yükselmiyor, sakin bir tortu halinde durulup oturmayı seçiyordu. Tanrı’nm yalnızca üç bin kulu vardı burada artık. Bomboş hafta içi öğle sonralarında insana sanki çevrede kadınlı erkekli toplam otuz kişi yaşıyormuş, bunların da hepsi saklanıyormuş gibi gelirdi. Böyle bir yer daha bulunamazdı.

Kalabalığa karşı duyarlıysanız, yazları burada insan bolluğundan harap olur, tükenir, biterdiniz. Beri yandan, yalnızlığa dayanamayan tiplerdenseniz, o upuzun kış boyunca işiniz bitik demekti. Bizim elli mil kadar güney batımıza düşen Martha’nm Bağı ne günler görmüş geçirmiş bir yerdi! Dağların fışkırıp yükselmesini, sonra erozyona uğramasını, okyanusların kabarıp alçalmasını, ormanların, bataklıkların doğup ölüşünü görmüş bir yerdi. Dinozorlar geçmişti Martha’nın Bağı’n-dan. Kemikleri kayaların içine kaynamıştı. Buzullar gelmiş, gitmiş, adayı kuzeye doğru itmiş, sonra tekne gibi yeni baştan güneye savunmuştu. Cod Burnu’ nun kuzeyinde, yani benim evin bulunduğu yerde ise,, arazi rüzgâr tarafından biçimlendirilmiş, deniz tarafından yontulmuş, bütün bu işler yalnızca on bin yılda gerçekleşmişti. Jeolojik zamanlar içinde o süre herhalde bir tek geceden uzun sayılamazdı. Belki de Provincetown’un bu kadar güzel olmasının nedeni buydu. Ana rahmine o gece düşmüş (çünkü buranın karanlık bir fırtmada yaratıldığına yemin bile edebilirdi insan), kumsalları her şafakta sanki güneşi ilk defa görüyormuş gibi utangaç utangaç parıldayan bir yer. O yıllar birbirini izlerken ressamlar koşup Provincetown ışığının resmini yapmaya gelmişlerdi. Burayı Venedik gölcükleriyle, Hollanda bataklıklarıyla karşılaştırmıştı herkes. Ama yaz. bitince ressamların çoğu da toparlanıp giderdi. Onların yerine, benim ruhum gibi grileşmiş bir kış gelirdi ziyaretimize.

İnsan o zaman hatırlardı arazinin on bin yaşında olduğunu, hayaletlerin derin bir kökü olmadığını. Martha’nm Bağı’ndaki her ruhu sindiren fosil artıkları yoktu bizde. Yo, kasabamızın iki upuzun sokağını, kiliseye doğru yürüyüşe çıkmış kız kurularmı andıran o iki sokağı evcilleştirecek, yumuşatacak hiçbir etken yoktu. Eğer bu anlattıklarım, Yirmi Dördüncü Gün’de kafamın yine böyle çalıştığını gösteriyorsa, demek pek içime dönük, karamsar, gamlı bir günümdeymişim. İnsanın hem sevdiği, hem nefret ettiği, hem de korktuğu karısından yirmi dört gün ayrı kalması, herhalde bir tiryakiliğin son izmaritine sarılma psikolojisi yaratmaya yeter. Yeniden sigaraya başladığımdan beri nasıl da tiksiniyordum sigaranın tadından! Bana öyle geliyor ki, o gün evden çıkıp kasabanın ucuna kadar yürüdüm, sonra da evime geri döndüm galiba… yani onun evine… çünkü evimizi Patty La-reine’in paralarıyla satın almıştık. Commercial Sokağı boyunca üç mil yürüdüm, sonra geri döndüm, bu iş o gri öğle sonrasının çoğunu yuttu, ama kiminle konuştuğumu, yanımdan arabayla kaç kişinin geçtiğini, kimin durup beni götürmeyi teklif ettiğini hiç hatırlamıyorum. Kasabanın tâ ucuna kadar yürüdüğümü hatırlıyorum. En son evin, Amerika’ya ilk göçenlerin kıyıya çıktığı kumsalla buluştuğu noktaya kadar. Evet, elbette! Plymouth’da değildi göçmenlerin ilk karaya çıktığı yer. Buradaydı. O olayı çoğu gün düşünmüşümdür. Atlantiği geçen bu insanların kara olarak ilk gördüğü yerin Cape Cod tepeleri oluşunu. Bu kara kıyıda dalgalar, kötü günlerde dört metre boyuna varabilir. Rüzgârsız günlerde korku daha da artar.

Yelkenli bir gemiyi yükselen sular kıyıdaki kayalara çarptırabilir. Cape Cod’un ilerisinde ise, gemilerin batmasma yol açan şey kayalar değil, durmadan yer değiştiren kumlardır. O göçmenler de, derme çatma gemileri içinde, o kıyının dalgalarının kükreyişini duydukları zaman ne korkular yaşamışlardı kimbilir? Güneye dönmüş, bembeyaz, ıssız kıyının da insafa gelmediğini görmüşlerdi. Ne bir koy vardı, ne bir sığınacak yer. Upuzun bir kumsal, o kadar. O zaman kuzeye gitmeyi denemiş, bir gün sonra kıy mm batıya doğru kıvrılmaya başladığını, sonunda güneye doğru döndüğünü görmüşlerdi. Ne biçim bir hileydi bu karanın yaptığı? İşte şimdi de doğuya doğru gidiyorlardı. Acaba bir ada çevresinde mi dönüyorlardı? Buruna vardılar ve demiri attılar. Doğal bir körfez vardı burada. İnsanın kulağmm içi gibi korunan bir yer. Sandallarını indirdiler, kürek çekerek kıyıya çıktılar. Bugün karaya ayak bastıkları yerde bir plaka bulunmaktadır. Mendireğin bizi açık denizden korumaya başladığı yerde. Yol da orada biter zaten. Bir turist arabayla en çok oraya kadar gelebilir, işte o göçmenler burada birkaç hafta kalıp, ne av ne de işleyecek toprak bulunmadığını anladıktan sonra vazgeçmiş, batıya yönelmiş, bu kumsalları terkedip soluğu Plymo-uth’da almışlardı.

Ama yüreklerinde yeni bir diyara gelmenin korku ve heyecanıyla ayak bastıkları ilk yer burasıydı. Yepyeni bir topraktı burası. Daha on bin yaşmda bile yoktu. Bir kum şeridiydi. Kamplarını kurdukları ilk gece kimbilir kaç kızılderilinin ruhu ziyaret etmişti onları! Kasabanın sonundaki zümrüt yeşili gölcüklere doğru ne zaman yürüyüş yapsam hep aklıma o göçmenler gelir. Kıyı sisleri o kadar alçaktır ki insan bazen ufuktan geçen gemileri görebildiği halde, aradaki suyu göremez. Balığa çıkmış teknelerin kaptan köprüleri sanki kum üzerinde yolculuğa çıkmış kervanlardır. Eğer önceden bir içki içmişsem gülerim genellikle. Çünkü ilk göçmenlerin karaya ayak bastığı yerin en çok elli metre ilerisinde, dev bir motelin giriş kapısı bulunmaktadır. Gerçi orası da tüm diğer dev motellerden daha çirkin değildir ama, daha güzel olmadığı da kesindir. Göçmenlerin bu konuda tek sevinebileceği şey buranm adının motel değil, ‘Han’ oluşudur. Asfalt otoparkı da bir futbol alanı kadar büyüktür. O da göçmenlere saygı zahir. Zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, Yirmi Dördüncü günümün öğleden sonrasmı nasıl geçirdiğim konusunda bundan fazlasmı gerçekten hatırlayamıyorum. Sokağa çıktım, biraz kasabayı dolaştım, kıyılarımızın jeolojisini inceledim, hayal gücümü göçmenlere ödünç verdim, Provincetown Han’ına güldüm.

Ondan sonra herhalde eve yürümüş olmalıyım. Ka-napeme uzanıp gamlı gamlı yatışıma zaman sınırı koymak güç. Bu yirmi dördüncü gün içinde duvara baka baka uzun saatler geçirmişimdir, ama hatırlayabildiğim, unutmayı başaramadığım olay, akşamüstü Porsche arabama binip Commercial sokağına doğru ağır ağır gidişim oluyor. Sanki o gece bir çocuğu ezmekten korkuyormuşum gibi… Sisli bir akşamdı… Dullar Dergâhı’na gelene kadar hiç durmadım. Provincetown Hanı’ndan pek de uzak olmayan bir yerde, temellerini dalgaların dövdüğü, çam ağacından yapılma bir yerdi Dullar Dergâhı. Zaten Province-town’un şimdiye kadar anlatmamış olduğum en hoş yanlarından biri, yalnızca benim evimin değil… (yani karımın evinin değil), Commercial sokağındaki birçok evin kendini sular üzerinde bir gemi gibi, bordaları suya yarı batmış gibi hissetmesidir. O gece de sular yine öyle yüksekti. Sanki tropik diyarlardaymışız gibi kabarıp duruyordu. Ama denizin soğuk olduğunu biliyordum. O çamdan yapılma Dergâh’m pencerelerinin gerisinde, koca şöminede yanan ateş canlıydı. Tam kartpostallara geçmeye lâyık bir ateşti. Benim oturduğum tahta sandalye de gelecek yıl soluğu o şöminede almazsa şanslıydı. Yüz yıl önce çalışma odalarında kullanılan sandalyelere benziyordu. Kocaman, yuvarlak bir meşe tepsi, siz oturduktan sonra menteşeleri açılıp masa gibi genişleyen bir de kol dayama yeri. Oraya içkinizi de koyabilirdiniz.

Dullar Dergâhı sanki benim için yapılmıştı. Yapayalnız sonbahar akşamlarında, sanki ben bir tür modern zengin iş adamıymışım da, burayı kendi eğlencelerim için kapatmışım gibi hayal kurardım. Öteki taraftaki geniş lokanta salonuna pek girmezdim. ama bu çam binacığın barı olsun, hizmet eden kadın barmen olsun tam bana göreydi. Herhalde kendimden başka kimsenin içeriye girme hakkı olmadığına için için inanıyor olmalıydım. Kasım ayında bu inancı sürdürmek o kadar da zor bir şey değildi. Tenha hafta içi gecelerde burada yemek yiyenlerin çoğu, yani Brewster, Dennis, Orleans gibi yerlerin kibarları bazen serüven olsun diye arabalarına atlar, tâ Provincetown’a kadar gelirlerdi. İş olsun diye. Yazdan kalma yankılar, şöhretimizi hâlâ canlı tutmayı başarırdı bu mevsimde. Gelen ordinaryüs profesörlerle emekli şirket yöneticilerinin hepsi barda oyalanmaz, çoğu doğrudan yemek salonuna yönelirdi. Zaten bara göz atıp benim orada sırtımda parkamla oturuşumu görmek onları doğruca sofraya itmeye yetip de artıyordu. «Hayır, hayatım,» diyordu karıları. «Biz içkilerimizi masada içelim. Açlıktan ölüyoruz zaten.» Ben de içimden, «Öyle, bebek,» diye mırıldanıyordum.

«Açlıktan ölüyorsunuz.» Bu yirmi dört gün boyunca Dullar Dergâhındaki bu bar benim kendi şatom olmuştu. Ya pencere önünde oturuyor, ya ateşi seyrediyor, ya suların yükselişini izliyordum. Dört viski, on sigara ve bir düzine bisküviyle biraz peynirden sonra (o da akşam yemeğim!), deniz kıyısında yaşayan savaş yarası almış bir lordmuşum gibi hissediyordum en azından. Kendini sefil hissetmenin, kendine acımanın, umutsuzluk içinde olmanın bir telâfi ödülü vardır. İnsan yeterince içki içti mi, hayal güçleri olanca sağlamlıklarıyla geri dönerler. Bu etkenler altında çarpık çurpuk, belki başaşağı durumda dönerler ama, dönerler yine de. Bu salonda içkilerim bana barda duran korku içindeki kız tarafından düzenli biçimde sunulmaktaydı. Kızın benden pek korktuğu belliydi. Oysa ona ‘Bir Bourbon daha lütfen’ den daha tahrik edici bir söz söylemiş değildim. Ama barda çalıştığına göre, korkusunu da anlamıyor değildim. Ben kendim de yıllarca barda çalışmış biriydim. Benim tehlikeli olduğum inancına saygı gösteriyordum. Bu saygım, nazik davranmaya çalışmamdan da belliydi. Kendim barmenlik yaptığım sıralarda, benim gibi müşterilerden birkaç tanesini incelemiştim.

Sizi gerçekten rahatsız edecekleri âna kadar… hiç rahatsız etmezlerdi. O zaman da salon tuzla buz olabilirdi. Ben kendimi o sınıfa sokmuyordum aslında. Ama barmen kızm beklentilerinin işime yaramadığını da iddia edemem elbette. İstemediğim zaman üzerime dikkat yöneltilmiyor, istediğim zaman da hemen hizmet sağlanıyordu. Genç ve sevimli müdür, buranın klasını korumakta pek ısrarlıydı. Beni artık yıllardan beri tanıyordu. Yanımda zengin karım olduğu sürece, beni bura kibarlarının biraz garip bir örneği olarak görmeye çalışıyor, bu görüşünü de, Patty Lareine içki etkisiyle ne kadar cıvıtırsa cıvıtsın, bozmuyordu. Zenginliğin o kadar bir yararı olmak zorundaydı insana! Şimdi artık yalnız olduğuma göre, gelirken ve giderken selâm vermenin dışında, beni hep kendi başıma bırakmaktaydı. Hoş buraya pek fazla müşteri geldiği de yoktu. Birbirini izleyen geceler boyunca canımın istediği gibi, rahat rahat sarhoş olabiliyordum. Şu ana kadar sizlere mesleğimin yazarlık olduğunu itiraf edemedim. Ama Birinci Gün’den bu yana hiçbir yeni şey de yazmamıştım. Üç haftayı geçmişti yazmayalı, insanın kendi durumunu böyle acı ve alaylı bakışlarla incelemesi kuşkusuz hoş bir şey değil, ama o acı olaylar, çember kapanınca büsbütün bir zindan oluveriyor insana. Yazma yeteneğime on-ca büyük zararlar verdiğini göre göre sonunda bıraktığım sigaralar yeni baştan egemenlik kazanınca, bir tek paragraf yazma yeteneğimi bile engellediler.

Sigara içmeme aşkına, yazıları tekrar tekrar yazmayı öğrenmek zorunda kalmıştım. Şimdi yeniden sigaraya başlayışım, içimdeki edebiyat kıvılcımını öldürüyordu. Yoksa Patty Lareine’in gidişi miydi o etkiyi yapan? Arasıra okumasını zor becerdiğim bir nota kaşlarımı çatarak bakıyor, alkolik etkiler zihnimdeki sisleri açıp yazıyı okuyabildiğimde sevinçle kıkırdıyordum. «Al sana işte,» diye mırıldanıyordum kendi kendime. «Araştırma bunlar!» Bir başlığın yarısını yeni sökebilmiştim. Başlıktı, evet. Hem de kitap adı olabilecek kadar sağlamdı. Yabanlığımız – Akıllılar Arasında İnceleme. Yazan, Timothy Madden. Kendi adımın uyarlamalarına başladım. Yazan: Mac Madden! Yazan, Tim Mac Madden. İkinci Mac Madden… kıkır kıkır gülmeye başladım. Zavallı korkak barmen kızcağızım, bana yan gözle bakabilmek için başını çevirip iyice profil göstermek zorunda kaldı. Ben gerçekten, tam anlamıyla kıkır kıkır gülüyordum. Adımla ilgili eski esprileri hatırlamaya başlamıştım.

Babama yönelik bir sevgi kabardı içimde. Ah, insanın ana ya da babasına duyduğu sevginin o tatlı hüznü! Beş yaşındayken limon yemenin doğal tadma benzer bir şey. Douglas «Dougy» Madden… dostlan olsun, tek oğlu olsun, ona hep Koca Mac derlerdi. Ben de Küçük Mac- Mac-Mac, İkinci Mac, Too-mey, ya da Tim’dim. Adımın morfolojisini içkinin kıvrımlı katlan arasmdan izlerken yine kıkırdadım. Adın her değiştirilmesi, hayatımda bir olay olmuştu… ah, bir de geri alabilseydim olayları!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir