Selin Ongun – Türbanlı Erkekler

Genç arkadaşım Selin Ongun oturmuş on Müslüman ve tabii İslâmcı ve ayrıca başı örtülü kadınla konuşmuş. Memleket meselesi konuştuklarını söyleyebilirsiniz ama “erkekleri çekiştirdiklerini” de söyleseniz çok yanlış olmaz. Bunların bir arada “tefrika” olarak yayımlanması ilginç ama bir kitap olarak daha kalıcı bir biçim alması ve günümüz Türkiye’sinin en dikkat çekici süreçlerinden birinin belirli bir aşamasının fotoğrafı olarak, ileride yeniden ele alınmak üzere durması iyi olur. Nitekim bu karar verilmiş. Verilince Selin de manuskrisini okuduğum bu kitaba bir önsöz yazmamı istedi. Başından beri izlediğim bir süreç, ayrıca önem verdiğim bir süreç olduğu için bunu yapabileceğimi hissettim. Bu kitapta yer alan konuşmalar hakkında, kendime göre, öncesi ve belki sonrasını da kapsayan bir bağlam içinde (ama tamamen öznel) bazı tespitler ve değerlendirmeler yapmak istiyorum. Konuya şuradan gireyim: Epey uzun bir zamandır, pek fazla seyretmediğim televizyondan birtakım sesler kulağıma çalınmaya başlıyor: Kadın sesleri. Biraz kulak kabartır gibi olunca, genellikle iki ses olduğunu ayırt ediyorum. Biri, biteviye bağırıyor; öbürü, daha hafif perdeden, o da sürekli bir şeyler söylüyor. Biri, belli, atakta, öbürü savunmada. Anlıyorum ki bir masa başında başı açık bir kadınla başı örtülü bir kadın konuşturuluyor. Hangi kişiler olduğu önemli değil, bu bir genel kalıp, oraya kim gelse aynı rolü oynuyor. Tabii insanı hemen çarpan özellik, aslında birbirlerini dinlememeleri. Bu daha çok başı açık olup da atağa geçmiş panelistte kendini gösteriyor.


Onun konuştuğu, pek de bireysel olmayan bir metin var. Dinlemeden ve ara vermeden onu, “konuşuyor” diyemeyeceğim de, bağırıyor. Ötekinin de metni belli: Koca bir inanç dünyası. Ama o görece daha fazla “dinleme” rolünde çünkü bu oyunun yapısı onun suçlandığı şeye cevap vermesini gerektiriyor. Ben bu seyirde taraflıyım. Yıllardır tanıdığım “Kemalist cephe”nin söyleyeceklerini biliyorum. Bunları kimseyi dinlemeden söyleyeceklerini de biliyorum. Saldırıya uğrayan tarafı, bir yandan olgular, bir yandan da ilkelerle çok daha ilgili buluyorum. Onlarda “bağırma” değil de, bir “konuşma” iradesi olduğunu ama bu karşılaşma biçiminde bunun gerçekleşmediğini görüyorum. Yazının gerisinde niçin böyle gördüğümü açıklayacağım zaten ama buna girmeden değerlendirmemi de söyleyeyim. Burada, “Kemalist” tarafın aldığı tavrı belirleyen bir bilinçaltı yargı olduğu kanısındayım. Onlar, “karşı” tarafı, şu, bu, her neyse, bunlar değil, öncelikle “suçlu” olarak kavrıyorlar. O saldırgan, bağırtkan, aynı zamanda “şu şöyledir, bu böyledir” tarzında buyurgan, dediği dedik üslûp buradan geliyor. “Cumhuriyetin kazanımlarını yok ediyorsunuz! Bu toplumu Atatürk’ün soktuğu çağdaşlaşma rotasının dışına çekiyor, en azından çekmeye çalışanların maşası oluyorsunuz!” Oysa benim gördüğüm kadarıyla öbür taraf (bu konulardan elbette haberdar olmakla birlikte) çok daha bireysel ve hatta varoluşsal bir zeminde duruyor. “Rota”ydı, “kazanım”dı filan değil, kendi toplumsal konumları, erkek dünyasıyla ilişkileri ne olmalı, nasıl olmalı ve tabii Allah’la, tanrısallıkla ilişkileri ne olmalı? Öbür tarafın varlığına inandığı, önceden hazırlanmış bir planın uygulayıcısı (yani öznesi) filan değil, ucunu kendilerinin de çok iyi göremedikleri bir sürecin “nesne”leri konumundalar.

Bu belirsizlikte, bir tek dini inançlarına, onun gösterdiği yolun selâmetine güvenebiliyorlar. Bir taraf bu varoluşsal sorunlarla uğraşırken öbür taraf sadece ve sadece “kriminoloji” diliyle konuşunca elbette ortaya bir “diyalog” çıkmıyor. Kakafonik bir bağrışmadan başka bir şey çıkmıyor. Ben şimdi o “varoluşsal” dediğim duruma döneyim. Bu terim doğru mu, yerinde mi, emin değilim ama şimdilik daha iyisini bulamadım. Sözünü ettiğimiz başı örtülü hanımların bundan çok memnun kalacağını sanmıyorum çünkü onlar belirgin bir dini çaba, bir cihat içindeler ve öyle Satre-Camus kokan bir terimle yan yana getirilmekten hoşlanmayabilirler. Ama ben de onlara ancak “seküler” bir açıdan bakabilirim. Türkiye’de herkes gibi kadınların da -en azından bazılarının- bir özgürleşme özlemi var. Söz konusu kadınların da, çıkış noktasının bu olduğunu sanıyorum (tabii buraya gelince, “söz konusu kadınlar”, bu kitaptaki mülâkat vermiş on kadın olmaktan çıkıyor, çok daha genişliyor, hepsini kapsıyor). “Özgürlük mücadelesi” ne yazık ki (birileri açısından böyle) “tek-tip” bir şey değildir. Marx’ın, bir ateş başında bir et parçasını ısıra ısıra geçirilen bir “açlık”la şatafatlı bir masa başında gümüş çatal bıçakla kesilip yenen etle geçirilen “açlık”ın aynı “açlık” olmadığını söylediği gibi, herkes bu mücadeleye kendi durduğu somut yerden başlar. Nişantaşılı Işıl Hanım için özgürlük bakımlı saçlarını savurarak dolaşmaksa Fatihli Münevver Hanım da özgürlüğe başını örterek kavuşma stratejisi kurmuş olabilir. Bu noktada, bu iki ayrı tipin öznel tanımları önemli (ve ikisi de doğru). Onlar, kendileri için “özgürlük” olarak tanımladıkları hedefe doğru, o hedefe uygun eylem biçimi içindeler mi? Bir kere bunun tespit edilmesi gerekiyor. Ama dediğim gibi, bu, işin “öznel” kısmı.

Bu “öznel” kavrayıştan nesnel bir “özgürlük” kavrayışına gidebilir miyiz, gidemez miyiz, bunu da ayrıca, ama mutlaka, tartışmamız gerekiyor. Başını örten kadınlar, başından beri gördüğüm kadarıyla, “dinin gereklerini yerine getiriyor”, ama bunu, böyle yapılmasını onaylamayan bir ortamda yaptıkları için, bir baskıyla da karşılaşıyorlar. Bunun ayrıntısına girmemize gerek yok. Yıllardır üniversitelerin bu konuda uyguladığı “sıkıyönetim”i, aslında hepimiz biliyoruz (hepimiz biliyoruz da kimi bundan yana, kimi buna karşı). Bu baskılara direnmek, bütün direniş olgularında olduğu gibi, böyle yapan kadınlara bir saygıdeğerlik kazandırıyor. Direnmek “kişilik” gerektirir. “Kişilik” ise saygı ister v.b. Tekrar edeyim: Bence bu kadınlar bu dediğim motivasyonla böyle davranmıyorlar (ideolojiler öyle dolaysız işlemez hiçbir zaman). “Beni saysınlar” diye bir şey düşündüklerinden değil, Kuran-ı Kerim böyle tebliğ ettiği için örtünüyorlar. Ama “saygı” faslı da bunun yan sonucu ve somut bir şey. Zaten asıl motivasyon faslı Allah-kul arasında bir şey ve son analizde cennet/cehennem düzeyinde çözülür. Ama yan sonuç hayatla, yaşadığımız dünyayla ilgili. Hepimizi kapsayan genel durum, “kadın-erkek eşitliği” olmayan bir toplumda yaşıyor olmamız. Başını örtmeyen ve bunun için “özgür” olduğuna inanan kadın da babasıyla, ağabeyiyle, kocasıyla eşit değil; tam olarak özgür de değil.

Çünkü zaten özgürlük ve eşitlik, bu tartışılan kılık kıyafet sorunlarıyla açıklanabilecek veya ölçülebilecek şeyler değil. Belki öyle bir mücadelenin başlarında onların da bir yeri vardır. Ama “örtümü attım” demekle özgürlük ve eşitliğe erişilmiyor. Neyse, biz “örtülü kadın anlatısı”na devam edelim. Bu eşitsizlik toplumunda (veya dünyasında) örtünerek kendine bir çeşit “saygıdeğerlik” kazanan kadın, bir süre sonra, bunun “eşitlik” de içeren bir saygı olmadığını görmeye başlıyor. Bunun doğrudan doğruya Müslüman ideolojiyle de ilgisi yok aslında, çünkü iş buraya geldiğinde, o dünyayı reddeden erkeklerle kabul edenlerin davranış biçimleri fazlasıyla benzeşmeye başlıyor. Zaten Selin Ongun’un bu kitabının “ana fikri” de bu. “Eşitlik” içeren bir saygı olmadıktan başka, bu örtülü kadın, bu haliyle, var olmasında yarar görülen bir mobilya parçası gibi kabul edildiğini hissetmeye başlıyor. “İşe yaradığı” sürece “eşit” ve saygıdeğer. Örneğin, bu değerleri savunan siyasi partinin topluma gösterme gereğini duyduğu “güler yüz” olduğu sürece. O partinin karar veren kurullarında yer almaya sıra gelince, buna lâyık görülen kadınların oranı düşüveriyor. Selin’e bunları anlatıyor, bu kitlenin bu kitap kapsamında yer almış sözcüleri. İş hayatında benzer süreçler yaşandığını anlatıyorlar. Ama iş yavaş yavaş evlilik hayatına, duygu hayatına da uzanmaya başlıyor. “İlahiyat” düzeyinde ne oldu, ne kazanıldı, onu bilmiyoruz ama “dünyevî” düzeyde değişen fazla bir şey olmadığı belli.

Ama zaten bütün bu yaptıklarımız o ikinci düzeyde, yani bu dünyada olmasını istediğimiz şeye bağlı. Öldükten sonra gideceğimiz mutasavver olan yerde, eğer öyle bir yer varsa, ne olacağı bize bağlı değil. Bu dünyada şu olmuş olandan farklı bir yere gelinebilir miydi? Gelinebilirde de bunu engelleyenler mi oldu? Bence zaten böyle bir ihtimal yoktu. Gene büyük soruya döneyim: Örtünmek özgürlük müdür? Nihaî olarak böyle olduğunu düşünmüyorum. İşin başında birtakım ölçüler içinde bir özgürleşme getirebilir, getirdiğini konuştuk zaten yukarıda. İnanan bir insan için inandığı gibi giyinmenin (bunun yerine daha birçok fiili koyabiliriz) bir özgürlük olduğu ve insanların bu özgürlüğe sahip olması gerektiği benim açımdan tartışılacak bir şey değil. Ama nihaî olarak “örtünmek özgürlük müdür?” diye sorulursa, buna olumlu cevap veremem. Tersine, erkeğin yanında ikincil, ast konumunda olmalarını, onlara bağımlı olmalarını, onların denetimini kabul etmelerini getiren, yani özgürlüğün karşıtı bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Bu böyleyse, bu kitapta Selin’le konuşanların çeşitli vesilelerle karşılaştıkları Müslüman erkekler hakkında söyledikleri ironi dolu sözlerin, zaten bir “haddini aşma” örneği olduğunu da akıldan uzak tutmamak gerekiyor. “Ne olmasını bekliyordunuz?” diye de sorulabilir. Bizim bu ülkede çok şey tartışmamız gerekiyor. Tartışmak için de, her şeyin korkusuzca tartışılabildiği sınırsız demokratik-özgür ortamı yaratmamız gerekiyor. Böyle bir ortam olmadığı için her “kamp” kendi düşünce ve değerlerini, bir başkasında sınamadan, kendi kendine üretti. Bu durumda, “sınama”, kendini doğrulamaya dönüşür hemen. Hepimiz kendimizi çok beğeniyoruz.

Başkalarını ise hiç beğenmiyoruz. Televizyonda durmadan kulağıma çalınan o isterik suçlama sesi, bu dil, bizi bir “tartışma”ya götürmez. “Sen şusun” demeden önce “Sen nesin?” diye sormayı öğrenmemiz gerekiyor. Bu bağlamda, kâğıt üstünde birbirine çok uzak görünenler, gerçek hayatta daha yakın da olabilirler. Daha doğrusu, “yakın/uzak” çok önemli değil de, onların tartışması daha verimli olabilir. Bu ülkede kimse, Muslümanlara, “Müslüman olma! Bu kötü, yanlış bir din!” demedi. “Dinlere inanma!” hiç denmedi. Dinlemek zorunda kaldığım bu tip tartışmalarda, tersine, “Ben senden daha dindarım” iddialarıyla karşılaşıyorum üstelik. Ama Müslümanlar habire, “nasıl Müslüman olacağını sana ben söyleyeceğim” komutuyla karşılaştılar. Zaten bu cümle “Diyanet İşleri”nin yalın Türkçeye çevirisi değil mi? “Ben senden daha iyi Müslümanım, onun için başımı örtmem!” diye bağırarak götürülen bir “tartışma”nın çok değerli ve verimli sonuçlara varacağını aklım almıyor. Ama “örtünmek” insana ne kazandırır, ne kaybettirir, bunu tartışmaktan başlarsak ve birbirimizi dinleyerek, söylenen üstüne düşünerek tartışırsak, değerli ve verimli sonuçlara da varabiliriz. Benim bir ateist olduğum bilinen bir şey ama öyle olmasaydım, bir “uluhiyet”in kadınlara “Siz ikinci sınıf olacaksınız” dediğini kabul edemezdim. “Bunu böyle anlıyorsak bizim anlayışımızda bir bozukluk olmalı” diye düşünürdüm. “Düşünmeye” başlamak önemli. İnanç özgürlüğü olmalı.

İnanç özgür olacaksa inancın eleştirisi de özgür olmalı. Bu da önemli. Prof. Murat Belge SUNUŞ Kadınların örtünme meselesi; “inanç özgürlüğü”, “siyasal İslam’ın göstergesi” ve nihayet “insan hakları” bağlamındaki tartışmalarla Cumhuriyet tarihinin demirbaş konularından biri oldu. Başörtüsü veya türbanı “siyasi simge” olarak değerlendirip karşı çıkan cephe de, “din ve vicdan özgürlüğünün en doğal tezahürü” olarak görüp destekleyen cephe de kadın üzerinden bir mücadele yürüttü. Örtünme; erkeklerin kadınlar üzerine inşa ettikleri bir ahlak ve siyaset anlayışı ile iktidar mücadelesinin de zemini olabildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugünlere uzanan süreçte, başörtüsünün altındaki kadının, erkeğin arkasındaki koltuktan erkeğin yanına doğru geçmekte olduğu evrime tanığız. Örtünen kadınlar ile başörtüsünü “siyasal simge” sayarak şiddetle karşı çıkan ve “laikçi” olarak adlandırılan kesim bile değişirken, örtünmeyi savunan “muhafazakâr erkekler” cephesinde neler yaşandı? Siyasal İslamcı gelenek içinde yetişen kadroların, iktidara en fazla “koalisyonların küçük ortağı” olarak yaklaşabildikleri noktadan tek başına uzun süreli bir iktidarı sürdürme noktasına ulaştıkları bu süreçte muhafazakâr erkekler nasıl dönüştü? Siyasal söylemlerinde örtülerini “baş tacı” ettikleri kadınları özel hayatlarında ve kamusal alanda da aynı şekilde konumlandırdılar mı? İslamcı erkek, bugün örtülü ve başı açık kadın arasında nasıl bir hiyerarşi kuruyor; onun için hangi kadın modern? Başörtüsü, muhafazakâr erkeğin gözünde örtünen kadının lehine bir rütbe mi? Kadınların örtünme meselesinin neredeyse hiç tartışılmayan bir boyutuna işaret eden bu sorulara cevap hakkı olanların başında, muhafazakâr kadınlar geliyor. Zira muhafazakâr kadınlar, kendi hayatları için yer yer “sorun” da teşkil eden bu cevapların en yakın tanıkları oldular, ilan edilmemiş bu cevapları yaşadılar. Muhafazakâr erkeklerin dönüşümü, bu kitaptaki söyleşilerle ilk kez muhafazakâr kadınlar tarafından toplu olarak ele alınıyor ve sorgulanıyor. İslami gelenek içinde yetişen erkekler, ilk kez örtünme mücadelesinde kamuoyu önüne çıkan kadınlar tarafından değerlendiriliyor. Bu kitapta, muhafazakâr erkekler üzerine bugüne kadar yapılmış en içten, en içeriden muhasebeye tanık olacaksınız. Muhafazakâr kadınların, muhafazakâr erkeklerin değişimine ilişkin değerlendirmeleri, “örtülü kadın” profili konusunda da son derece çarpıcı bir gerçeği ortaya koyuyor. Tartıştıkları başlıkları, hem “laikçi”, hem de “Muhafazakârİslamcı” kesimi düşündürmesi gereken, erkek egemenliğini ve pragmatizmini sorgulayan muhafazakâr kadınların güncel portresi olarak da okuyabilirsiniz. Türkiye’deki türban/başörtüsü kutuplaşmasının taraflarına “malzeme” üretmeye değil, sadece kamuoyu açısından ciddi bir enformasyon ihtiyacına odaklanan bu çalışmada sorularıma verilen yanıtları hiçbir görüşe-cepheye doğru zorlamadım.

2009 yılının Mayıs ayında “Muhafazakâr kadınlar muhafazakâr erkekleri anlatıyor” başlığı ile Tempo24 internet sitesinde yayımlanan yazı dizimin ardından yeni görüşmeler yaparak oluşturduğum bu kitapta 10 söyleşi yer alıyor. Farklı yaş ve mesleki formasyonlardan 10 kadın sorularıma açık yürekli bir tavırla cevap verdi. AKP’nin kurucuları arasında bulunan ve partinin en üst karar organı olan Merkez Karar Yönetim Kurulu’na giren Yeni Şafak gazetesi yazarı Ayşe Böhürler. 1999 genel seçimlerinden Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili olarak çıkan, Meclis’teki yemin törenine türbanıyla geldiği o meşhur fotoğrafla belleklerimize kazınan ve milletvekilliği düşürülen Merve Kavakçı. 1989-1995 yılları arasında Refah Partisi İstanbul İl Hanımlar Komisyonu Başkanlığı yapan Yeni Akit gazetesi yazarı Sibel Eraslan. Muhafazakâr görsel medyanın ilk başörtülü sunucularından ve ekranda en çok kalan yüzlerinden biri olan, AKP Tanıtım ve Medyadan Sorumlu İstanbul İl Başkan Yardımcısı avukat Özlem Topal. Harvard Tıp Fakültesi Massachusetts Göz ve Kulak Enstitüsü ile Minnesota Üniversitesi Temporal Kemik Laboratuvarı’nda araştırma görevlisi olarak bulunduğu dönemde insan kulağının histopatolojisi üzerine akademik çalışmalar yapan, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim Araştırma Hastanesi KBB Klinik Şefi Prof. Dr. Fatma Tülin Kayhan. İsmailağa cemaatinin önde gelen “hoca hanım”larından biri olarak kabul gören, Arapça dilbilgisi üzerine kitapları bulunan ve cemaatin eğitim kurumlarında ders veren Emel Çalışkan. Yetişkinler ve çiftler üzerine çalışan, danışan portföyünü çoğunlukla kendisini “dindar” olarak tanımlayan insanların oluşturduğu psikolog Enise Akgül. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans öğrencisi olduğu sırada “Sadece başörtülülere değil herkese özgürlük” diyerek “Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir” bildirisini hazırlayıp imzaya açan isimlerden Taraf gazetesi yazarı Hilal Kaplan. Resimlerinde daha çok mistik temaları, soyut simgeci bir tarz içerisinde işleyen, bu kitap için görüştüğümüz tarihe kadar 12 kişisel resim sergisi açan, tek resmi dahi “İslami camia”da alıcı bulamayan ressam Hülya Yazıcı Aktaş. Star gazetesi yazarı, Marmara FM’in Genel Yayın Yönetmeni, çocuk kitapları yazarı, “bir imam kızı” Esra Elönü.

Sorularımı samimiyetle yanıtlayan, muhafazakâr erkeklere yönelik tespitlerinde “Elbette yekpare bir bütün değil” kaydını düşen, aşırı bir genelleme ile büyük bir kesimi suçlama amacında olmadıklarını vurgulayan tüm konuşmacılarıma teşekkür ederken, öznel bir izlenim notu ekleyeyim: Muhafazakâr erkek türbanını çıkardı, başını açtı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir