Omer Faruk Donmez – Bir Kitap Bir Balta

Ben bir sineğim. İnsan denen varlığı anlamak için ömrünü feda etmiş bir sinek! Şimdi, hoşunuza gitmeyeceğini tahmin ettiğim birtakım şeyler anlatacağım size. Ah, asmayın hemen suratınızı! İnanın, keyifle takip edeceğiniz eğlenceli hikâyeler anlatabilmeyi ben de isterdim; fakat hayat, bayım, hiç de zannedildiği gibi bir şey değil. Ihhı ıhhı ıhhı… Ah pardon. Aslında acele etmem gerekiyor; çünkü fazla vaktim yok. Ihhı ıhhı ıhhı… Başım korkunç ağrıyor. Eğer ara sıra saçmalarsam, lütfen, hayatı sona ermek üzere olan bu sineği bağışlayınız. Hayatım sona ermek üzere! Ve korkacak hiçbir şey yok! Ihhı ıhhı… Pardon… Ölümün kaçınılmaz olduğunu biliyorsanız, hiçbir şeyden korkmuyorsunuz. Ihhı ıhhı… Nefes almakta zorlanıyorum. Başım müthiş ağrıyor. Galiba başıma da darbe aldım. Ihhı ıhhı ıhhı… Hiçbir şeyden korkmayınca da… ıhhı ıhhı… her şeyi anlatabiliyorsunuz tabii. Ev sahibim Bay İ., elindeki o aptal pazar gazetesiyle bana doğru yaklaşırken sonumun geldiğini anlamıştım zaten. Ama bunun beni ciddi anlamda mutsuz ettiği söylenemez.


Bekliyordum. Yani ölmeyi. Benim için sürpriz olmadı doğrusu. Hoş, hiçbir ölüm sürpriz değildir ya, neyse. Gazeteyi tüm bedenimde hissettikten ve korkunç bir sarsıntıyla şu an altında bulunduğum kanepeye düştükten sonra karar verdim bunları size anlatmaya. Bay İ., delici gözlerle etrafı tarıyor ve sanırım öldüğümden emin olabilmek için cesedimi bulmak istiyordu. Ah, insanoğlu böyledir işte: gözüyle görmeden tatmin olmaz. Bedenimin bin katı büyüklüğünde bir gazeteyle vurmuşsun bana; resmen orantısız güç kullanmışsın, gebermeyeceğim de ne yapacağım: çık git işte! Olmaz. İnsanoğlu bu: görmeden tatmin olmaz. Hiç kıpırdamadım. Neyse ki kahverengi, siyah ve gri motifli kanepenin tam da siyah bölümüne düşmüştüm ve herkes bilir ki bir karasinek için görünmez olmanın en iyi yolu siyah bir zeminde bulunmaktır. Ihhı ıhhı ıhhı… Zaten Bay İ. de çok ısrarcı olmadı. Biraz bakındıktan sonra defolup gitti.

Yavaş hareketlerle kendimi kanepeden aşağı, halıya attım ve sürüne sürüne bu noktaya kadar geldim. Şimdi burada güvende sayılırım. En azından bir süre. Yani Bayan İ. o korkunç elektrik süpürgesiyle temizlik yapma histerisine kapılmadığı müddetçe… Önüne gelen her şeyi içine çeken o dehşet makineyle kanepenin altını almaya kalkarsa yandım demektir. Uçamayacağım kesin. O gürültüde beynimin patlayacağından da eminim. Dev bir hortumun sizi bilmediğiniz bir yere çektiğini düşünün! Ah ne korkunç! Sen nerden biliyorsun diyeceksiniz. Bir keresinde az daha kapılıyordum o dev hortuma da oradan biliyorum. Acemilik tabi. Çocukluk… Bir gün arkadaşlarla güneşli ılık bir camda neşe içerisinde oynarken, o zamanlar evinde yaşadığım temizlik hastası ihtiyar kadın, korkunç süpürgenin dev borusunu birdenbire cama doğru tutmaya başladı. Kanepeleri, halıları, yerleri falan süpürmek amacıyla üretilmiş bir aletin zavallı sinekleri yakalamak için pencereye doğru tutulabileceği aklıma hiç gelmemişti doğrusu. Fakat insan, efendim, çok acayip bir mahlûktur! Yapar; yerleri süpürmek için kullandığı aleti pencereye de tutar, her yere de tutar. Hiç güven olmaz. Ah pardon! Sanırım asıl konudan uzaklaşıyorum.

Ihhı ıhhı ıhhı… Keşke ön ayaklarımı birbirine keyifle sürecek kadar gücüm olsaydı. Aslında bunu yapmanın şimdi tam sırası! Hah ha. Bilirsiniz, biz sinekler ön ayaklarımızı birbirine sürtüp vızıldayarak insanların etrafında dolaşmaya bayılırız. Şimdiye kadar birçok yorum yapıldı bu konuda. Kimi zooloji dergilerinde sineklerin bu hareketini insanlara bilimsel yollarla açıklayan ciddi makaleler falan yayımlandı. Koca koca profesörler büyük büyük laflar ettiler bu konuda. Hah! Oysa gerçek, o kravatlı bilim dergilerinde anlatılanlardan çok başka! *** Kentte yaşayan sinekler için en büyük zorluk, sanırım, hiç de konuksever olmayan insan ırkıyla birlikte olmak mecburiyetidir. Biraz psikoloji okuyan her sinek bilir ki, birlikte yaşamak zorunda olduğunuz kimseleri sevmiyorsanız değişik yöntemlere başvurmanız gerekir ve ‘alay etme’ bu yöntemlerden birisidir. Ben uzun süredir, Bay İ. ve sevgili ailesi başta olmak üzere, insanları itinayla ve ısrarla gözlemliyorum. Her ne kadar bunu bilimsel bir amaçla yapmış olmasam da, ulaştığım düşüncelerin doğruluğundan hiç şüphe etmiyorum. Şimdi size bunu açıklayacağım. Söyleyeceğim şeyleri, başına darbe almış, ölmek üzere olan ve bu yüzden saçmalayan bir sineğin hezeyanları olarak değerlendirirseniz, doğrusu sizi ayıplamam. Fakat önyargısız, açık fikirli, akıllı biri olduğunuzu söylüyorsanız lütfen beni dinlemeye devam edin. Lafı uzatmadan söyleyeyim: Günler geceler süren araştırmalar, okumalar, gözlemler ve derinlemesine yapılmış incelemelerle geçirilmiş –dile kolay– altmış günlük kocaman bir hayatın neticesinde, kâinatın anlaşılması en güç yaratıkları olan insanlar hakkında vereceğim hüküm şudur efendim: Çıldırmışlar! Evet! Çıldırmışlar! İnsanların hepsi çıldırmış! Çok mu sert buldunuz? Ah, bu hükmü ilk zamanlar ben de çok sert bulur ve insanları daha bir azimle anlamaya çalışırdım.

Fakat yaptığım tüm çalışmalar zaman içerisinde beni bu fikre daha da bağlamaktan başka bir işe yaramadı. İnanın çok uğraştım bayım. İnsanların çıldırmış olduğu düşüncesini çürütebilmek için, inanın çok uğraştım. Fakat nafile. Üstelik insanların çıldırmış olduğuna karar veren ilk sinek ben değilim ve sizi temin ederim, bu ihtiyar dünya milyarlarca sineğin önümüzdeki yüzyıllar boyunca böyle düşündüğüne tanıklık edecek. Zira atalarımız aklımızın yarısıdır! Evet! Biz sinekler bir konuda sıhhatli bir hükme varabilmek için, gözlem ve deneylerden yararlandığımız kadar, tarihimizden de yararlanırız. Beylik bir laf olacak ama geçmişi bilmeden geleceği kurmak imkânsızdır. Bakın ben, henüz bir aylık bir sinekken (yani kişisel hayatımı bütün bir sinek tarihinden ayrı düşünecek kadar budala olduğum gençlik günlerimde) hani şu, ön ayaklarımızı birbirine sürtüp vızıldayarak insanların etrafında dolaşma meselesi var ya, işte bu davranışımızın anlamını hiç bilmez, ama bütün akranlarım gibi eğlenerek bu işi yapmaya devam ederdim. Böyle yapıyor olmamızın sebeb-i hikmetini günlerden bir gün merak edip büyükbabama sorduğumda, aldığım cevap, doğrusu bana pek makul gelmemişti: “Dalga geçiyoruz!” demişti büyükbabam. Her sabah mutlaka içtiği sütlükahvesinden sakince bir yudum daha alıp dudağında alaycı bir tebessümle devam etmişti: “İnsanlar çıldırmış evlat. Tanrı’nın yolunu terk etmişler. Ve tanrı da buna çok kızıp, biz sineklere, insanlarla dalga geçme görevini vermiş…” Ciddi olup olmadığını anlayabilmek için masasına biraz daha yaklaşıp yüzündeki ifadeye bakmıştım: dudaklarındaki müstehzi tebessüme rağmen son derece ciddi görünüyordu. “Fakat nasıl olur büyükbaba?” diye merakla sordum. “Biraz açıklar mısın lütfen?” Elindeki fincanı masaya bırakıp sandalyesinde şöyle bir gerindikten sonra bütün dişleri görünecek kadar gülmüştü şakacı fakat bilge büyükbabam: “İnanmak güç biliyorum. Fakat şu insanlara bir bak.

Kendini akıllı sanan şu aptallara bir bak. Kendini üstün gören şu kibirli budalaların hayatına bir bak. Ne yapıyorlar? Hiç. Sadece sinek avlıyorlar!” “Sinek avlamak?” “İşleri güçleri bu: sinek avlamak! Bak evlat, uzun, çok uzun, tahmin bile edemeyeceğin kadar uzun yıllar önce, amaçsızca yaşamaya başladı insanlar… Sonra bir sabah uyandıklarında, bu dünyada olmalarının sebebini tamamen unuttular. Ne yapacaklarını şaşırdılar. İşlerini güçlerini bıraktılar. Ve o günden sonra da, nerde bir sinek görseler çıldırmış gibi peşine düşüp onu öldürmeye başladılar… Varoluş sırlarını yitirdiler. Hah! Varoluş sırlarını yitirince de, anlamsız bir hayat sürmeye başladılar. Sinek avlıyorlar! İşte bizim tarihimizle onların tarihi, burada çakışıyor evlat: hayatın anlamını kaybeden insan, sinek avlıyor. Biz de onlarla dalga geçiyoruz. Hikâye bu…” Doğrusu, büyükbabamın aklından zoru olduğunu düşünmüştüm. Çok yaşlıydı çünkü. Aslında iyi bir sinekti fakat zamanında ölmemişti ve her gün saatlerce düşünüp durduğu için nihayet aklını yitirmişti. Bir sinek bu kadar uzun yaşar ve bu kadar derin düşüncelere dalarsa olacağı budur işte! Hah! Seni titrek bacaklı ihtiyar bunak! Demek insanlar çıldırmış ve tanrı biz sineklere insanlarla alay etme misyonu yüklemiş ha! Büyükbabamın yakında peygamberlik iddiasında bulunabileceğini düşünüp endişelenmiştim. Fakat bayım, öyle haklıymış ki! Yoo yoo! Duygusal olduğumu, fevri hareket ettiğimi düşünmeyin lütfen.

Evet, hayatım bir insan yüzünden sona ermek üzere… Üstelik pazar gazetesi gibi gayr-i ciddi ve aşağılayıcı bir silah kullanıldı bana karşı… Ama sizi temin ederim böyle hakir bir ölümle ölecek olmasaydım bile, fikrim değişmezdi. Çünkü büyükbabamla demin anlattığım konuşmayı yaptıktan sonra bütün hayatımı bu konuda sağlıklı bir fikre ulaşabilmek için harcadım ben. Okulumu yarım bıraktım. Beni bekleyen parlak kariyeri reddettim. Hiç evlenmedim. Bütün hayatımı bu meseleyi tahkik etmek için harcadım. Ön ayaklarımızı birbirine sürterek insanların etrafında uçuşmamızın anlamı gerçekten de insanlarla alay etmekmiş, inanın bana. Zooloji dergilerindeki kravatlı makaleleri boş verin ve… ıhhı ıhhı ıhhı… şimdi lütfen… ıhhı ıhhı… beni sabırla dinlemeye devam edin. Evet bayım, genç bir sinektim, insan ırkına saygı duymak istiyordum; büyükbabamın saçmaladığını düşünüyordum. İnsanların çıldırmış olduğunu nasıl söylerdi? Etraflarında vızıldaşıp onları rahatsız etmek de ne demekti? Sonra, ön ayaklarımızı küstahça birbirine sürtüp onlarla alay etmek ne kadar ayıp bir şeydi! Asıl çıldırmış olan belki de bizlerdik! Sadece atalarımdan öğrendiklerime uyarım, diyemezdim ya! Atalarımız doğru düşünememiş ve doğru yolu bulamamış kimselerse ne olacak? Evet! Neye inanacağıma ancak ben karar vermeliydim! Büyükbabamın da, binlerce yıllık geleneğin de canı cehennemeydi! Hemen tahkikata başladım. Ev sahibim Bay İ., uzun boylu, zayıf bir adamdı. Ailesinin geçimini taksi şoförlüğü yaparak sağlıyordu. Karısı Bayan İ. ise belediyede çalışıyordu.

İki de çocukları vardı. Bir yandan Bay İ.’yi ve ailesini gözlemliyor, bir yandan da not defterime bir dedektif dikkatiyle notlar alıyordum. Yüzyıllardır süregelen bu hatayı düzeltip, bir devrim yaratacaktım: Bunca iş beceren insanlar çıldırmış olamazdı, aptal olamazdı, sinek avlamayı hayatın amacı sanıyor olamazdı. Adamlar televizyon, araba, telefon gibi neredeyse mucize kabilinden şeyler icat etmişlerdi. Uzaya bile gitmişlerdi. Nasıl aptal olabilirlerdi canım! Büyükbabam ve diğer atalarım açıkça yanılmışlardı işte. Ben de bu dehşet yanılgıyı düzeltecek ve ön ayaklarını birbirine sürtüp insanlarla alay eden ırkımı doğru yola, ah, yani insanlığı sevme yoluna götürecektim. Sabırla, sevgiyle, anlamaya çalışarak, günlerce izledim onları. Neler mi gördüm? *** Öncelikle şunu fark ettim: Hep aceleleri vardı insanların. Sürekli bir yerlere yetişmek için telaş ederlerdi. Günleri koşuşturmayla geçerdi. Ve bu yüzden, en çok ihtiyaç duydukları şey, saatlerdi. Saatler! Klasik, otomatik, dijital saatler. Kimini kelepçe gibi kollarına takarlar.

Kimi saatler, İsa’dan önce helak edilmiş bir kavimden kalma bir put gibi, mütehakkim ve mütekebbir, duvarda durur. Kimi, masanın üzerinde tik tak tik tak tik tak bir mahkûmiyeti, bir mecburiyeti fısıldar. Kol saatleri. Duvar saatleri. Masa saatleri. Çalar saatler… Hah! Sabahları insanlardan çok önce uyanmak gibi bir alışkanlığımız olduğunu herkes bilir. Gençlik günlerimde ben de tüm ırkdaşlarım gibi erkenden uyanır ve odada bir iki sorti yapıp kendime geldikten sonra (anlamını ve hikmetini tam çözemesem de) günün ilk şöleninde yerimi alırdım. Günün gayet eğlenceli bu ilk operasyonuna bazı züppe ve genç sinekler ‘uyandırma servisi’ adını vermişlerdi. Sadece bu ismi bulanlar değil, doğrusu hepimiz, burunlarına ve dudaklarına konmak suretiyle insanları uyandırmaktan sonsuz bir zevk alıyorduk. Henüz tam olarak uyanmadan (yani bilinçlerine tam olarak kavuşmadan) bile yok etme güdüleri uyanık olan bu vahşi ırkın mensupları, ince ve tüylü ayaklarımızın gıdıklayıcı temasını dudaklarında hisseder hissetmez gayet spontane bir tepki gösterir; o kocaman elleriyle havada geniş bir daire çizerek ilk hamleyi yapar ve güya bu sayede bizden kurtulacaklarını zannederlerdi. Oysa, işte tam o anda dudaktan havalanan sinek, üç saniye sonra iniş yapacağı (pütürlü, kıllı, sivilceli ya da kaymak gibi) yanağa keyifle gözlerini dikmiş ve hayattan zevk almaya başlamıştır! Doğrusunu söylemek gerekirse bu iş için en ideal olanı, gece yatmadan tıraş olmuş bir erkeğin geniş ve dolgun yanağıdır! İnsanların bile ‘sinekkaydı’ tabir ettikleri böyle bir surata iniş yapan ırkdaşlarımın, şehvete yakın bir haz duyduklarını itiraf etmek zorundayım. Koordinatlarımızı tam olarak tespit edemediği için, kocaman eliyle havada rasgele ve geniş bir daire çizen zavallı insan, yatağında bir iki dönüp tekrar eski halini alır ve kafasını yastığın üstünde rehavetle konuşlandırır. Radarları açık olmadığından, gittiğimizi zanneder ve burun deliklerinden gafletle derin bir mutluluk nefesi bırakır ki bu, sıradaki sortinin başlangıç işareti gibi bir şeydir. Olanca gücümüzle vızıldayarak tekrar iniş yaparız. Fakat bu defa, insan, hamle yapmakta biraz gecikir.

Vızıltıyı duymadığından ya da tüylü ve incecik ayakların milimetrik kıpırdanışını hissetmediğinden değildir bu kısa bekleyiş. Yok etme güdüsü, ani ve akıldışı hamlelerden, planlı programlı bir tavra evrilmiştir de ondan beklemektedir kurnaz insan! Tüm sinekler bilir ki, bu esnada ya çaktırmadan elini yaklaştırmakta ya da yarı açık gözleriyle terlik, gazete, dergi gibi öldürücü mühimmatı tespit etmeye çalışmaktadır. Hiç beklemediğiniz bir anda yatağın kenarındaki terliği kaptığı gibi hücuma kalkar ama ne çare! Sinek, bu taammüden hamleyi de savuşturup havalanacak ve insanın kulağına kulağına gıcık gıcık vılzıldayacaktır. Pis kokulu ağzını şapırdatıp derin ve öfkeli nefesler alıp vererek gözlerini açan tehlikeli avımızdan, evet, artık uzaklaşmanın vakti gelmiştir. Yarı uykulu haldeyken bile vahşetinden bir şey kaybetmeyen insanın, uyanık olduğunda başımıza ne tür işler açabileceğini biz sinekler çok iyi biliriz bayım. “En akıllı sinek, insanlar uyandığında saklanan sinektir.” diye boşuna söylememişler herhalde! Neyse. Altı buçuğa kurulu saatin, altı yirmi dokuzu gösterdiğini fark eden insan nasıl bir üzüntü, nasıl derin bir keder duyar, size anlatamam. Bir dakika erken uyandı ya: sinir olur. Sanki bir dakikalık uykudan ne anlıyorsa! Sinekler tarafından uyandırılmaktan hoşlanmazlar da, bu çirkin sesli saatler tarafından uyandırılmaya bir şey demezler. Neden? Bana kalırsa bunun sebebi, saatlerin uçamıyor olmalarıdır. Evet. Saatler uçamazlar ve kafalarına yumruğu yerler. Çünkü insan denen bu arkadaşlar, sabahları hem uyandırılmak hem de kendisini uyandırana kızma hakkına sahip olmak isterler. İşte çalar saatlerin var oluş sebebi budur.

Ayarlandığı vakit dayanılmaz bir ses çıkaran bu aletler, uçmayı bilmediklerinden, insanların yumruklarını her sabah kafalarına kuzu kuzu yerler. E haliyle, insanlar da hızla kaçabilen sinekler tarafından değil çalar saatler tarafından uyandırılmayı tercih ederler. Günün ilk şiddet gösterisini uçabilen varlıklar üzerinde gerçekleştirmeye çalışmaktansa, evet, zavallı ve savunmasız saatlerin kafasına yumruk indirmek, işlerine gelir tabi. Ah neyse… Dediğim gibi, hep aceleleri vardır insanların. Altı otuzda saat çalmaya başlar ve işte dehşet bir panik: yorgan hızla fırlatılır yataktan paldır küldür inilir terliğin biri giyilir öbür teki bulunamaz lavaboya gidilir def-i hacet edilir eller yüzler yıkanır işaret parmaklarıyla gözaltları yoklanır uufff yine şişmiş gözlerim denir hep geç yatmaktan denir hep şu televizyon yüzünden denir burnun üzerindeki sürpriz sivilce sıkılırken kaşlar anormal şekilde kaldırılır mutfağa geçilir çaydanlığa su konulur çocukların odasının kapısı tıklatılır hadi artık kalkın okula geç kalacaksınız diye yarı şefkat yarı sinir bağırılır çocuklar sıcak yataklarında kıpırdanırlar dışarıda hafif bir yağmur başlar aksilik bu ya dün akşam çıkarılan çorabın teki kayıplara karışmıştır çekmecelerin altı üstüne getirilir ama nafile ocaktan suyun kaynama sesi gelirken tuvalet sırası sebebiyle çocuklar grubunda günün ilk müsabakası başlamıştır baba bir yandan çocuklara bağırırken kavga etmeyin bakiiiiiym bir yandan koltukların kanepelerin altında çorabını aramaktadır anne kahvaltı masasını hazırlarken peynir zeytin reçel tereyağı falan babanın sorusuna çorabımın tekini gördün müüüü dünyanın en klasik cevabını yetiştirir görmedim nerde çıkardıysan oradadır çocukların kahvaltı masasına oturmalarıyla kalkmaları bir olur birer yudum çay ve birer dilim ekmekle idare etmek zorundadırlar çünkü okul servisinin kornası acı acı çalmaya başlamıştır dişler fırçalanacak forma giyilecek ohooo oğlanla kız apar bir vaziyette evden çıkarken unutulanları toparlayıp pencereden fırlatmak annenin işidir ki bu kimi zaman bir silgi bir kalem kutusu olabildiği gibi kimi zaman çantaya konulması ihmal edilmiş bir elma da olabilmektedir birazdan baba da kalkar masadan anne kalır geriye bardakları tezgâha peyniri tereyağını buzdolabına koyar aman gerisi dursun şimdi geç kalıyorum kadının diğer aile bireylerine oranla biraz daha itina ile hazırlanması gerekir neden acaba dişler fırçalanır dünden hazırlanmış kıyafetler giyilir saçlar taranır biraz kabartılır böyle daha mı havalı ay acaba biraz kısaltsam mı bu arada kaç gündür zonklayan sol üst azı dişini görebilmek için aynanın karşısında ağzını olabildiğince komik bir şekilde açıp aaaa demektedir sonra gözlerin altındaki mor halkalara bakılır ah ah ne güzel kızdım ben morluklar ten rengi bir kremle kapatılır dudaklar hafif pembe bir rujla boyanır iki çocuk sahibi bir kadınsın ağır ol kızım biraz yanaklara allık kirpiklere rimel e tabi biraz da parfüm fıssssss ve ev terk edilir. Altı otuzda kafasına yumruk yiyip susan saat, yediyi çeyrek geçmektedir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir