Onur Şener – Sizi Çok Sevdim Amca, Size Baba Diyebilir miyim

“Sinem a nedir? Bu sorunun yanıtı göründüğü ka d a r kolay değ il… Sinem a diğer görsel sanatlara benzer. Sinemanın edebî özellikleri varda; resim ve heykel sanatlarına yakınlaştığı zam an lar olur, -müziksiz bir sinem a düşünülemez. Ancak sonunda sinem a yin e sinem adır ‘A kira Kurosoıva’ Söylendiği gibi o kadar da kolay değildi bu sorunun cevabını vermek. Sinema bazen bir sanat eseri, bir kültür aracı; bazen ticarî bir sektör, bir sanayi ürünü; bazen bir kitle iletişim aracı, ya da bazen bunların hepsi birden olabiliyordu. Belki de sinema büyüsünün sırrı, burada yatıyordu. Bu özellikler beraberinde çeşitliliği de getiriyordu. Dram, komedi, gerilim, bilimkurgu… Sanatsal, toplumsal, ticarî… 16 mm, 35 mm, dijital… realist, sürrealist… kısa metrajlı, uzun metrajlı… Hepsinin diğerlerinden ayrılan bir özelliği vardı. Ancak ortak noktaları da yok değildi. Her filmin anlattığı, söylediği bir şeyler vardı mesela. Allı kovboylar, uzaydan gelen yaratıklar, silahlı 9 gangsterler, yakışıklı jönler, güzel kadınlar, inek şabanlar, sezercikler, selvi boylular, al yazmalılar… Her birinin bir derdi vardı, bir şeyleri paylaşıyorlardı bizlerle. Ve onları bu kitapla birlikte yeniden konuşturma vaktiydi… Önce geniş bir liste hazırlandı. Sinema tarihinin tüm filmlerini bir kitaba sığdıramayacağımız için böyle bir listeye ihtiyaç vardı. Sinem a tarihinin iz bırakanları, gişe rekortmenleri, çocukluğumun vazgeçilmezleri, büyüyünce vazgeçemediklerim… Hollyvvood’dan İran’a, Fransa’dan Japonya’ya… Hepsini barmdırmalıydı içinde, hayat gibi… Filmler tek tek izlendi, tek tek konuşturuldu tüm karakterler. Ve aldılar kitaptaki yerlerini… Aralarından en can alıcı sahneler seçildi, görsellik olmadan olmaz tabiî… Sonra sanatçılara verdik sözü, yönetmenlere… İşte kitap başlıyor… Keyifli okumalar… Onur Şener Mayıs 2006, İstanbul 10 Sinemanın tarihçesi Her sayfasına bir resim çizilmiş olan kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi vermesi, belki de insanoğlunun sinema kavramıyla tanışmasının kaynağını oluşturmaktadır. Fotoğraf 1839 yılında keşfedilmişti.


Edweard Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini çekti. Dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü oluşturmayı başardı (1877). Bu fotoğraflar eşit ve kısa aralıklarla çekilmişti. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Laurie Dickson’ın yaptıkları ‘kinetograf kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 metrelik filmler üzerine saniyede kırk görüntü kaydedilebiliyordu. Edison ‘kinetoskop’ adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. 11 Kinetoskopların ticarî olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosunu inşa etti ve adını Black Maria koydu. Kinetoskopu Paris’te bir sergide gören Auguste ve Louis Lumiere, bundan hareketle “sinem atografi“ adı verilen aygıtı geliştirdiler. Elle çalıştırılabilen bu aygıt film çekimi ve gösterimi yapabiliyor ve hafif olması sebebiyle (10 kg.) istenen yere taşınabiliyordu. Lumiere Kardeşler ilk gösterilerini 28 Aralık 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler ve bu gösteri sinemanın başlangıcı olarak kabul edildi. Edison’un filmleri genellikle stüdyoda çekilmiş sirk ve vodvil gösterileriyken, Lumiere Kardeşler’in filmleri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilmiş kameramanların çektikleri belgeseller ya da haber filmleriydi. Sinemanın kendine özgü anlatım imkânlarından yararlanma ve sinema aracılığıyla bir öykü anlatma dönemi, esas olarak Fransız yönetmen Georges Melies’le başladı. Melies, fantastik sinema ve bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan filmlerinde sinemanın yanılsam a oluşturma gücünü zekice kullanarak film ‘hile’leri uyguladı.

Daha sonra sinema dilinin temel öğeleri olacak değişik çekim ölçeklerini ve kamera açı12 larını kullanan ve bunları öykünün gelişimine göre değişik biçim ve ritimlerde kurgulayan ilk sinemacı ABD’li Edwin S. Porteif oldu. Özellikle The Great Train Robbery (1903; Büyük Tren Soygunu) filminde Porter, hareketli ve gerilimli sahnelerde yakın ve kısa çekirpl-er kullanarak, kamerayı hareket ettirerek ve arkadaki bir perdeye yansıtılmış görüntülerle öndeki bir mizansenin birleştirilmesine dayanan arka gösterim tekniğini uygulayarak, gerçekçi sinemanın temellerini attı. Sinema, yirminci yüzyılın ilk on yılında başlı başına bir sanayi ve ticaret dalı hâline geldi. Önceleri dünya pazarına Fransız sinemacıları egemendi ve Charles Pathe ilk uluslararası sinema imparatorluğunu kurmuştu. ABD’de ise ‘nickelodeon’ adı verilen sinema salonlarının hızla yayılması, başlıca doğu kenüerinde art arda film yapım şirketlerinin kurulmasına yol açtı. Sinema alanında başlayan amansız rekabet yapımcıları kitlelerin ilgisini çekecek yeni filmler yapmaya itti. On dakika süren tek makaralık filmlerin yanı sıra birkaç makaralık uzun filmler de yapılmaya başladı. ABD’de orta sınıfa yakın öyküler ve romanlar birbiri ardınca perdeye aktarıldı ve sinema yıldızları ortaya çıkmaya başladı. Sinemayı ilginç bir eğlence düzeyinden başlı başına bir anlatım aracı konumuna yükselten en önemli sinemacı Griffith oldu. 13 Birinci Dünya Savaşı sonrasının yorgun ve yıkık Avrupa’sında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri, savaştan yenik çıkmış olan Almanya’dan geldi. Savaştan sonra özel denetime verilmiş olan UFA adlı şirket öncülüğünde Alman sineması 1919-1933 yılları arasında altın çağını yaşadı. Daha sonra Hitler’in iktidara gelmesiyle Alm anya’da yaşayan Yahudi asıllı sinemacıların çoğu ABD’ye yerleşerek Hollyvvood sinemasının temellerini attılar. Savaş sonrasında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri de SSCB’de ortaya çıktı. Ajitasyon ve propaganda için sinemaya özel bir önem veren Sovyet hükümeti, dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü’nü (VGİK) kurdu.

Ajitasyon ve sinema sözcüklerinden oluşturulan ‘agitki’ sözcüğüyle tanımlanan filmlerin yapımına hız verildi. İmkânlar son derece kıt olduğundan agitkiler, çarlık döneminde çekilmiş eski filmlerin, yeni yönetimin propagandasını yapacak biçimde yeniden kurgulanmasıyla hazırlanıyordu. Bu zorunluluk SSCB’de kurgu üzerine geniş çalışmalar yapılmasına ve kuramlar geliştirilmesine yol açtı. ABD’de savaş sonrasında film yapımı, dağıtımı ve gösterimi en önemli sanayi dallarından biri olmuş ve çok geniş bir kitlenin ilgisini çeker hâle gelmişti. Sinemanın belli başlı türleri W de bu dönemde oluştu. Bunlar arasında en çok ilgi göreni komediydi. Mack Sennett’in Keystone Stüdyosu’nda üretilen ve Keystone komedileri olarak tanınan bu filmler Charlie Chaplin, Harry Langdon, Fatty Arbuckle, Mabel Normand ve Harold Lloyd gibi isimlerin ortaya çıkmasını sağladı. 1920’lerin başlarında haftada kırk milyon ABD’li sinemaya gidiyordu. Sinemanın yaygın etkisi ve o yıllarda Hollywood’da materyalizm, sinizm ve cinsel serbestlik yönelimleriyle kendini gösteren Caz Çağı, filmlerin denetim altına alınması yönünde tepkilere neden oldu. Alman göçmeni Ernst Lubitsch cinsel dokundurmak komedileriyle öne çıktı. O dönemin Hollywood’unun en aykırı yönetmeni ise Avusturya’dan gelmiş olan Erich Von Stroheim’dı. Sesle görüntüyü birleştirmek sinemanın icadından beri düşünülen bir şeydi. 1919’da Lee De Forest, sesi optik olarak film üzerine kaydeden bir aygıt geliştirdi ve ‘fonofilm’ adıyla patentini aldığı bu aygıtla 1923-1927 yılları arasında, özel olarak hazırlanmış salonlarda bir dizi sesli film gösterisi yaptı. Ama büyük yapım şirketleri, pahalı olduğu gerekçesiyle, bu yeniliğe ilgi göstermediler. O dönemde küçük bir yapım şirketi olan Warner Bros 1925’te Western Electric’in geliştirdiği bir ses kayıt sislemiyle ilgilendi.

Şirketin amacı filmleri müzikli olarak gösterime çıkarmaktı. Alan Crosland’m yönettiği ve John Barrymore’un oyna15 dığı ‘Don Juan’ ilk kez 6 Ağustos 1926’da m üzikli olarak gösterildi. ’Konuşan filmler’in izleyici sayısını önemli ölçüde artırması üzerine, 1927-1929 yılları arasında Amerikan sinema endüstrisi sesli sinemaya geçti. Ama sesli sinema bir dizi teknik ve estetik sorunu da beraberinde getirdi. Mikrofonların ağır ve hareket kabiliyetlerinin sınırlı oluşu, çekim sırasında motor sesinin de kaydedilmesini önlemek için kameraların büyük kabinlere konması zorunluluğu, filmlerdeki hareket kabiliyetini kısıtlıyordu, öykünün ve duyguların diyaloglarla daha kolay aktarılması filmlerin gittikçe durağan ve çok konuşmalı yapımlar hâlini almasına yol açtı. Yönetmenler de çekim sırasında oyunculara ve teknik ekibe talimat verme olanağını yitirdiler. Öte yandan ya diyalogları ezberleyemediklerinden, ya yabancı aksanları çok belli olduğundan ya da sesleri perdedeki görüntülerine uymadığından birçok yıldız, sesli sinema döneminde ününü yitirdi. Buna karşılık, oyuncu yönetiminde ustalaşmış yönetmenlerle tiyatro deneyimi ve yeteneği olan oyuncular öne çıktı. Filmlerin çekimden sonra seslendirilmesine dayanan dublaj uygulaması da sesli sinemanın getirdiği teknik kısıtlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. King Vidor’ın dublajı ilk kez uyguladığı ‘Hallelujah!’ filminden sonra bu uygulama yaygınlaştı. 1933’e gelindiğinde sesli çekimin birçok sorunu çözülmüştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir