Osho – Dikkat Hakikat Çağı Geliyor

Gerçek din hakikati bulmana yardım edecek. Unutma, benim hakikatim asla senin hakikatin olamaz, çünkü hakikati bir insandan ötekine aktarmanın hiçbir yolu yoktur. Hakikati bilen bir Gautam Buddha bile olsa, senin onun hakikati bilip bilmediğini anlamanın hiçbir yolu yoktur. Evet, hakikati bilen birisini ayırt edebilirsin, eğer sen de biliyorsan. O zaman onun kokusunu alma yeteneğine sahip olacaksın. Başka türlü sadece genelin fikrine inanırsın. – Osho Dikkat: Hakikat Çağı Geliyor en temel insani kaygılarımızın doğruca özüne iner. Neden mutlu ve doyumlu yaşayamayız? İnsanlık problemlerinin hepsini çözmesi için gereken her bilgiye sahipmiş gibi duruyor ama buna rağmen -hakikat şu ki- problemler asla gerçekten çözülmez ve çoğu zaman daha da kötüye gidiyormuş gibi görünürler. Başarısızlığımızın altında yatan neden nedir? İnsan doğasına özgü bir şey midir, yoksa…? Osho’nun burada sorunların kökenleriyle ilgili ortaya koyduğu hakikat rahatsız edicidir, çünkü o burunlarımızı dosdoğru çoğumuzun görmek istemediği şeyin içine sokar: dine ilişkin koşullanmamızın! “Ben ve din yönünden koşullandırılmak mı? Mümkün değil; ben bunların hepsinden bağımsızım.” Yahut, “Ben ruhani bir insanım, dindar değil,” veya “Ben ateistim ve pek çok problemin nedeninin din olduğunu kabul ediyorum ama benim problemlerimin nedeni değil.” Belki de “Dalga mı geçiyorsun? Dinin etkisi olmasaydı, şu an içinde bulunduğumuzdan çok daha berbat bir batağın içinde olurduk!” diyenler arasındasınız.Şimdi, ilk aklınıza gelen -belki de “yukarıdakilerin hepsi”dir- bu itirazların hepsini bir kenara bırakmayı başarabilirseniz, bu kitabın yolculuğuna açık bir yürekle giriş yapabilirsiniz. Her bölüm gözlerinizi size öğretilen her şeye karşı çıkan hakikatlere açma potansiyelini taşır. Öğrendiğiniz her şeyi zaten bıraktığınızı düşünüyorsanız, şimdi “koşullanmanızdan bağımsızlığınız” olarak bildiğiniz rahatlık alanının sınırlarını zorlayan bölümlerle karşılaşacaksınız. Olayları alışılmadık bir şekilde gördüğünüzü, televizyon âlimlerinden politikacılara, en yeni new age kâhinine herkesin sözlerinin altında yatan dini koşullanmayı duyduğunuzu fark edeceksiniz.


“Öteki yanağını dön” ve “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına öyle davran” daha önce hiç düşünmediğiniz ince farklar gösterecek. Bir parça şansla, dünyaya bakış şeklinizin ne kadarının gerçekten size ait olduğunu, ne kadarının “miras alınmış bilgeliğin” salt mekanik tekrarı olduğunu görmeye başlayacaksınız. Bu, sadece okunacak bir kitap değil, başka bir ifadeyle, koşullanmanın kırıldığı canlı bir deneyimdir. Osho buna zihniniz için “kuru temizleme” adını verir. Sorabilirsiniz: Neden koşullanmayı kırmam gerekiyor? Çünkü ancak kendimizi başkaları tarafından içimize ekilen -çoğu zaman niyetlerin en iyisiyle- fikir ve inançlardan kurtardıktan sonra, hayattan onun bize kendini her an sunduğu haliyle gerçekten keyif alabilir, ona doğal bir şekilde ve kendimize ters düşmeden karşılık verebiliriz. Başka bir ifadeyle başkaları tarafından aktarılan hakikatlere inanmanın getirdiği elden düşme yalanı kabullen-mektense kendi hakikatimizle yaşayarak sahici olabiliriz. Bölüm 1-Sözde din yapıştırma ruh Soru: Neden bugün insanlık giderek mutsuzlaşıyor? Nedeni çok basit, belki fazla basit. Çok yakında, çok açık ve çoğu insanın onu görmemeye devam etmesinin nedeni de bu. Bir şey çok açık olduğunda, onu ciddiye almamaya başlarsın. Bir şey çok yakındaysa, gözlerin onu göremez. Görmek için bir mesafe gerekir. Bu nedenle hatırlamanı istediğim ilk şey insanlığın sadece bugün mutsuz olmadığı. Hep mutsuz oldu. Mutsuzluk adeta alışkanlığımız haline geldi. Binlerce yıl onun içinde yaşadık.

Bu kadar yakınlık onu görmemize olanak tanımıyor; yoksa o kadar açık ki. Fakat açık olanı görmek için çocuğun görme gücüne ihtiyacın var ve biz hepimiz gözlerimizde binlerce yılı taşıyoruz. Gözlerimiz yaşlı; yeni baştan göremiyorlar. Her şeyi çoktan kabul ettiler ve bu şeylerin mutsuzluğun asıl nedeni olduğunu unuttular. Din peygamberleri, politik liderler, kanun yapıcılar; onlara mutsuzluğunun nedeni olabileceklerinden şüphe bile etmeden saygı gösterdin. Onlardan nasıl şüphe edebilirsin? O insanlar insanlığa hizmet etti, insanlık için kendilerini feda ettiler. Onlara tapıyorsun; onları mutsuzluğunla ilişkilendiremezsin. Mutsuzluğun nedenleri güzel kelimelerin, kutsal kitapların, ruhani törenlerin gerisinde gizlidir. Ben öğrenciyken oldu; Hindistan’ın ilk başbakanı kenti ziyaret etti. Jabalpur’da şehrin bütün pisliği şehrin tam ortasından akar. Şehir çok büyüktür -Portland’ın on katı- ve şehrin tam ortasında, bütün pislik nehir gibi akar. Üzerinde bir köprü vardır ve köprüyü geçmek cehennem hakkında bir şeyler bilmek demektir. Ben bu kadar kokan bir yer görmedim. Başbakan Jawaharlal Nehru, şehri görmeye geldiğinde, köprü en büyük problemlerden biriydi. Köprüden geçmesi gerekiyordu; şehrin öteki tarafına geçmesinin tek yolu buydu.

Bu yüzden köprüyü bir yasemin türü olan mogra çiçekleriyle kapladılar. Yazdı ve mogra çok kokan bir çiçektir. Köprünün her yanı iki taraftan mogra çelenkleriyle donatılmıştı. Köprüyü geçerken mograların, çiçek duvarının hemen gerisinde dünyanın en pis yerinin olduğunu fark edemiyordun. Daha üniversiteye gidiyordum. İnsanların Naudra Köprüsü’nü -köprünün adı buydu; Naudra denirdi, çünkü pisliğin akması için dokuz kolonu, dokuz kapısı vardı- süslediğini, o çiçekleri yerleştirdiğini görünce orada durdum. Süsleme yapan insanlarla birlikte çalışmaya başladım, kimse itiraz etmedi; ekipten olduğumu zannettiler. Çok sayıda insan çalışıyordu ve işin çabuk yapılması gerekiyordu, biraz sonra Jawaharlal geçecekti. Bu yüzden işçilerin, gönüllülerin arasına karışmam kolay oldu. Jawaharlal’ın kafilesi geldi, kendisi açık bir cipte ayakta duruyordu; önünde durarak cipi durdurdum. Bunu yapmak başka bir yerde mümkün olmazdı, çünkü her yerde jandarma, korumalar, güvenlik vardı. Naudra Köprüsü’nün üzerinde iki yanda gönüllüler duruyordu; şehrin kalabalığı yoktu, çünkü kimse orada durmak istemiyordu. Kalabalık olan bitenin, bu mogra çiçeklerinin kokuyu tamamen gizlediğinin farkında değildi. Köprü cennet kokuyordu! İnsanlar farkında değildi, çünkü kimse yakınında değildi. “Lütfen cipten inin” dedim Jawaharlal’a.

“Bu çiçeklerin arkasına bakmalısınız. Bu şehrin gerçeği budur. Kandırılıyorsunuz; bu çiçekler sizi karşılamak için konmuş süslemeler değil, buraya sizi kandırmak için kondular.” “Ne demek istiyorsun?” dedi. “Aşağıya gelin, çiçeklere yaklaşın ve arkasına bakın” dedim. Çok duyarlı ve zeki bir insandı. Yerel liderler onu engellemeye çalıştı. “Bu aptalları dinlemeyin” dedim. “Onlar bu çiçekleri ayarlayan insanlar. Şehrin başka bir yerinde sizi karşılamak için binlerce çiçeğin düzenlendiğini gördünüz mü? Ayrıca burada kalabalık da yok. Hesap basit. Aşağı gelmeniz yeterli.” Cipten inerek benimle birlikte çiçeklerin arkasına bakmaya geldi; inanamadı. İnsanlara, yerel liderlere, belediye başkanına, belediye yetkililerine ve meclis başkanına, “Bu genç adam inatçılık etmeseydi, şehrinizin gerçeğini görmeden geçecektim. Burada yaptığınız bu mu?” dedi.

“Bir gün Yeni Delhi’ye gelecek olursan, ziyaretime gel” dedi bana. “Bir gün değil, ziyaretinize hemen geleceğim” dedim, “ama etrafınızı saran bu ahmaklara içeri girmeye iznimin olduğunu söylemeniz gerekiyor.” “Onu kimsenin engellememesini sağla” dedi sekreterine. Sekreteri bu şekilde müritlerimden biri oldu. Ve ne zaman ihtiyacım olsa, derhal gerekli ayarlamaları yapmaya hazırdı; Jawaharlal’ın evinin kapıları bana açıktı. Bütün insanlığın başına gelen bu olduğu için bu olayı hatırladım. Mutsuzluğu görüyorsun ama nedeni görmüyorsun. Neden çiçeklerle gizlenmiş. Çiçekleri görüyorsun ve çiçekler mutsuz edemeyeceğinden arkanı dönüyorsun. Hatırlanması gereken ikinci şey insanın sadece şimdi mutsuz olmadığı; hep böyle oldu. Evet, yeni bir şey oldu -küçük bir fark ama gerçekten fark yaratan bir fark- ve o yenilik de insanlığın belli bir yüzdesinin eskisine göre daha uyanık olması. Mutsuzluk hep vardı; ama mutsuzluğun farkında olmak yeni bir şey. Dönüşümün başlangıcı da budur. Bir şeyin farkına varırsan, onu değiştirmek için bir şey yapılabilmesi mümkün olur. İnsanlar bunun hayatlarının bir parçası olduğunu, kaderlerinin böyle olduğunu kabul ederek mutsuzluk içinde yaşadı.

Kimse nedenini sormadı. Ve birisi nedenini soramadan peygamberlerin, mesihlerin ve rahiplerin cevabı hazırdı. Hıristiyanlığın cevabı hazırdı: “Adem’le Havva ilk günahı işlediği için; sen bu yüzden acı çekiyorsun.” Şimdi, sen bir bağlantı görebiliyor musun? Hıristiyanlığa göre Dünya İsa’nın doğumundan 4004 yıl önce yaratılmış – hiçbir şekilde doğru değil, kesinlikle aptalca. Dünya milyonlar yaşında; ve “dünya” derken sadece bizim Dünyamızı, bu yeryüzünü kastediyorum; Güneş’i, Güneş sistemini kastetmiyorum, çünkü o çok daha eski. Yıldızlar âlemini de kastetmiyorum, çünkü göründükleri kadar küçük değiller. Güneş’ten büyükler; hepsi güneş ve hepsinin kendi güneş sistemleri var. Bizim Güneş sistemimizden çok daha eskiler. Esasında, varoluşu hesaplamaya kalktığında, yıllar ölçü olarak kullanılamaz, çok küçüktür. Bir milyon yıl hiçbir şey ifade etmez; Güneş sisteminin ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu düşünmeye başladığında, daha önce hiç bu kadar büyük bir şeyle karşılaşmadığımız için normalde kullanılmayan yeni bir ölçü kullanmak zorundasın. O yeni ölçü de fizik tarafından bulundu: ışık yılı. Bir ışık yılının ne anlama geldiğini anlaman gerekir, çünkü galaksimiz milyonlarca ışık yılı yaşındadır. Işık muazzam bir hızla, var olan en büyük hızla yol alır. O hızda yol alan her şey ışığa dönüşür, dolayısıyla ışık hızından daha büyük başka bir hız olamaz. Işıktan hızlı bir füze yapamayız, çünkü ışık hızına ulaştığı anda kendisi de ışığa dönüşecektir.

Işığın hızı 299.792.458 metre/saniyedir! Işık, bir dakika içinde altmış kat daha uzağa ulaşır; bir saatte yine altmış kat daha; bir günde yine yirmi dört kat daha; bir ayda yine otuz kat daha; bir yılda yine on iki kat daha – ışık yılının anlamı budur. Hıristiyanlar haklı olsa bile, Adem’in ilk günahı en az beş bin yıl önce işlemiş olması gerekir. Birisi beş bin yıl önce bir günah işliyor, o zamandan beri kaç nesil geçti? Ve sen hâlâ onun günahı yüzünden mi mutsuzsun? Bu kesinlikle adaletsiz geliyor. Eğer Adem o günahı işlediyse, Tanrı ona acı çektirmiş. Senin neden acı çekmen gerekiyor? Senin bu işte hiçbir katkın yok. Sıkıntı çekmesi gereken biri varsa, o da Tanrı’nın kendisi olmalı, çünkü her şeyden önce o iki ağacı yaratmanın ne gereği vardı? Eğer insanın o ağaçların meyvesini yemesi yasaksa, çok basitti: Tanrı o iki ağacı yaratmamalıydı. Kendisi ilk günahı işliyordu; eğer biri varsa. Ondan sonra, o ağaçları yaratmışsa bile, Adem’e onların meyvelerinden yememesini söylemenin ne gereği vardı? Adem’in kendi başına, şimdiye kadar bile o iki ağacı bulabileceğini sanmıyorum. Milyonlarca ağacın arasında, Adem’in onları bulması sadece tesadüf olurdu. Ancak Tanrı ona ağaçları göstererek, “O iki ağaç bunlar, onlardan yememelisin” dedi. Bu Tanrı, Yahudi. Sigmund Freud bunu daha iyi anlar -o da Yahudi, ilk günahtan doğmuş-; bu Yahudi Tanrı’dan çok daha iyi anlar. Birine bir şeyi yapmamasını söylemek, onu teşvik etmek, ona meydan okumak, o insanın merakını uyandırmaktır.

Adem’le Havva’nın aklını çelen aslında yılan değil. Asıl etkili olan Tanrı’nın “yapma” demesi ve onlar da nedenini merak ettiler. Ağaçlar zehirli değil. Bir tanesi bilgi ağacı. Bilgi ağacının insana yasaklanmasının hiçbir mantığı yok gibi görünüyor. Öteki ağaç da hayat ağacı. İki ağaç da Cennet Bahçesi’nin en iyileri! Tanrı’nın Adem’e, “Bu iki ağacı kaçırma! Başka her şeyi kaçırabilirsin ama bu iki ağacı kaçırmamalısın” demesi gerekirdi. Tam tersine Adem ve Havva’ya, “Bunu yapmayın” diyor. Bu “yapma” itaatsizliklerinin asıl nedeni; yılan bahane. Fakat, günahı işlemiş olsalar bile, ister Tanrı ister yılan yüzünden, senin bununla hiçbir ilginin olmadığı -hiçbir şekilde- kesin. Orada değildin ki onları destekleyesin. Hıristiyanlar bütün dünyayı aptal yerine koyuyorlar; Yahudiler bütün dünyayı aptal yerine koyuyor, insan ilk günah yüzünden acı çekiyor, sefalet içinde diyorlar. İnsanın geri dönmesi, Adem’le Havva’nın yaptığını bozması gerekiyor. Onlar itaatsizlik ettiler; sen Tanrı’ya itaat etmek zorundasın. Tıpkı onların itaatsizlik edip cennetten kovuldukları gibi, eğer sen tam olarak, hiçbir şüphe barındırmaksızın, hiç sorgulamadan itaat edersen, mutluluk dünyasına, cennete dönmene izin verilecek.

Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığa göre ilk günah yüzünden sefalet var. Bu üç din aynı kaynaktan gelir; üçü de aynı ilk günaha ve o günahı işleyen insanların soyundan geldiğimiz için acı çektiğimize inanır. İnsanın adalet sistemi bile bir suçlunun oğlunu cezalandıramaz, çünkü suçlunun oğludur. Babası birisini öldürmüş, büyük bir suç işlemiş olabilir ama bunun için oğlunu da cezalandıramazsın. Bunun oğulla hiçbir ilgisi yok. Üstelik Adem’le Havva büyük bir günah işlemediler, sadece biraz meraklıydılar. Biraz sağduyu sahibi herkesin aynı şeyi yapacağını düşünüyorum. Doğamızda var, günah değil. Bilmek, insanın tabiatında var ve Tanrı onu engelliyor. “Cahil kal” diyor. Aynı şekilde sonsuz yaşam için de içsel, yoğun bir arzu var. Kimse ölmek istemez. İntihar eden insan bile hayata karşı değildir. Belki bir sonraki yaşamın daha iyi olacağını umut eder. Bunca ıstırap ve kederden o kadar usanmıştır ki, “Bu yaşamda olanak yok, neden şansımı denemeyeyim? Bu hayat sana hiçbir şey vermiyor ve vermeyecek, şansını dene.

Kalır da başka bir yaşama girersen, belki…” der. O belki, o geçmeyen arzu insanın içinde hâlâ vardır. Bir şeye karşı intihar ediyor olabilir ama intiharı yaşama karşı değildir. Bu ikisi insanın içinde en derine kök salmış, en temel arzulardır ve kendi doğasına uygun davranması engellenir; doğası suçlu olarak, günaha kök salmış bir doğa olarak kınanır. Doğasına uygun davranırsa suçluluk duyar; uygun davranmazsa da mutsuz kalır. Senin mutsuzluğunun altyapısını bu insanlar yarattı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir