Christian Jacq – Hakikat Meydani

Krallar Vadisi’ndeki mezarları kazıp süslemekle görevli zanaatkarların gizli köyü Hakikat Meydanı bir süredir endişe içindeydi. Ustabaşı Suskun Nefer’in öldürülmesinden bu yana erkekler, kadınlar, çocuklar, hatta köpek Kapkara ile bekçi kaz Çirkin Hayvan gibi evcil hayvanlar güneşin batmasından korkar olmuşlardı. Güneş yer altı dünyasının bağrında gece yolculuğuna başlamak üzere dağın arkasından batar batmaz, köy sakinleri küçük beyaz evlerine sığınır olmuştu. Birazdan Nefer’in mezarından kötülük dolu bir gölge çıkacak, kendine yeni bir av arayacaktı kuşkusuz. Genç kızlardan biri gölgenin pençesinden son anda kurtulmuştu, ama kimse kocasının ölümünden sonra yasa ve umutsuzluğa gömülen Işık’ı, köyün bilge kadınını rahatsız etmeye cesaret edemiyordu. Işık ve Nefer loncanın resmî söylemiyle, “Teb’in batısındaki milyon yıllık ulu ve soylu mezarın” gizemini birlikte öğrenmişler, “çağrıyı duyan” otuz kadar zanaatkar ile ailelerinin oluşturduğu küçük topluluğun ana babası olmuşlardı. – Bu böyle süremez! diye bağırdı kara gözlü bir deve benzeyen Cesur Paneb, genç ve narin karısı Lekesiz Uabet’i olduğu yere çivileyen bir öfkeyle. Sıçanlar gibi saklanmaktan başka bir şey düşündüğümüz yok, hayattan keyif almayı çoktan unuttuk. – Belki de o hayalet sonunda buradan çeker gider, dedi Uabet, iki yaşındaki kızı Selena’nın yatağında mışıl mışıl uyuduğunu görüp rahatlayarak. Herkesin belalısı, on beş yaşındaki oğullan Aperti, korkusunu unutabilmek için bir parça kireçtaşının üzerine karikatür çiziyordu. – Sadece bilge kadın ölü kocasının ruhunu sakinleştirebilir, dedi Paneb, oysa onun da hiç gücü yok… Göreceksin, sonunda yine beni suçlayacaklar! Büyük bir sevgiyle bağlandığı Suskun Nefer ile bilge kadının manevî oğulları Paneb, Hakikat Meydanı hizmetkârlarının bilime ve Büyük Eser’e varmalarına yardım eden sembolik geminin “sağ ekip” şefliğine seçilmişti. Ne var ki loncanın içine sızmış bir hain, Paneb’in, manevî babasının katili olarak suçlanmasına neden olmuştu. Bizzat bilge kadın tarafından aklanan genç dev, kuşku dolu bakışların ağırlığını hâlâ üzerinde hissediyordu. – Bu işi kendim halletmem gerekiyor, dedi sonunda. İriyarı kocasının tam tersine, çok narin bir kadın olan Uabet, Paneb’in kollarına atıldı.


– Böylesi bir tehlikeye atılma sakın, diye yalvardı. Nefer’in gölgesi çok tehlikeli. – Korkulacak ne var ki? Bir baba oğluna zarar vermez. – O gölge, intikam peşinde koşan bir hayaletten farksız. Herhangi bir şekilde insanın vücuduna girip, kanın dolaşmasını engelliyor. Hiç kimse, sen de dahil hiç kimse, o gölgeyi yenemez! Kırk bir yaşında ve gücünün doruğunda olan Paneb o güne dek onunla boy ölçüşecek bir rakibe rastlamamıştı hiç. – Kendi köyümde bir tutsak gibi yaşamaktan bıktım! Artık burada istediğimiz gibi dolaşabilmemiz gerek. Hem gündüz, hem de gece! – iki çocuğun var Paneb, iki çocuğun ve ekip şefi olduğun için de güzel bir evin. Kaybedeceğin bir kavgaya atamazsın bu elindekileri. Dev adam karısının elini tuttu, en küçük bir toz zerreciğini bile affetmeyen Uabet’in süsleyip güzelleştirdiği ikinci odaya götürdü. – Kendi elimle yontup duvara yerleştirdiğim şu taşa bir bak. Bu taş Nefer’in ışıltılı ve güçlü aklını, güneş kayığında yolculuk ederken üzerimize iyilik saçan ölümsüz ruhunu temsil ediyor. Bu loncayı ustabaşı yaşattı, şimdi kendi eliyle asla öldüremez. – Ama o hayalet… – Babamın gizli adı Neferhotep’ti. Hotep “gün batımı, huzur, doygunluk” anlamına gelir… Eğer o gölge hâlâ buradaysa bu, cenaze töreninde bir eksiklik yapıldı demektir.

Ölümü bizi öylesine sarstı ki, ciddi bir yanlış yaptık. Nefer’in ruhu da özlediği huzura kavuşabilmek için dolaşıyor. – Yani, kan içici bir hayalet değil mi? – Olamaz ki. Paneb böylesine tehlikeli bir macerada ihtiyaç duyacağı iki muskanın, göz ile bokböceğinin yerlerinde olup olmadığına baktı. Steatitten yapılmış göz, ressamlığın sırlarını öğreten ustası Kurtarıcı Şed’in armağanıydı. Bilge kadın da gökten aldığı güçle zenginleştirmişti o değerli muskayı; bu muska sayesinde Paneb’in gözü, öteki insanların farkına bile varamadığı gerçekleri görebiliyordu. Hakikat Meydanı’nın gerçek hazinesi olan Işık Taşı’ndan yontulmuş bokböceği ise ebedî ahenk yasalarının ve görünmezin algılanmasını sağlıyordu. – Adım iyice görünüyor mu? Uabet genç devin sol omzuna kırmızı mürekkeple çizilmiş “Cesur Paneb” yazısının kolayca okunup okunmadığına baktı. – Son bir kez yalvarıyorum, dedi kocasına, lütfen vazgeç. – Hem kendimin, hem de Nefer’in suçsuzluğunu sonsuza dek kanıtlamak istiyorum. Ürkütücü bir rüzgâr çıkmışü; kapılan sıkıca kapanmış evlere sızıyor, tehditkâr bir sesle homurdanıyordu. Korkudan çılgına dönen Aperti çamaşır sepetine saklanmayı denedi; ne var ki köyün en iri çocuğu olarak gösterilmesine neden olan kocaman vücudunun sadece üst kısmını sığdırabildi sepete. Paneb oğlunu belinden yakalayıp ayaklarının üzerine dikti. – İnsanın midesini bulandmyorsun, Aperti! Mışıl mışıl uyuyan kardeşinden de mi utanmıyorsun? İşte o anda Selena hıçkırarak uyandı. Anası kızını kucağına alıp sakinleştirmeye çalıştı.

– Döneceğim, dedi Paneb. Yeniayın gecesi karanlık, Hakikat Meydanı da sessizdi. Yüksek duvarların ardındaki köy, uyuyor gibiydi. Ne var ki kuzeyden güneye giden ana yola girdiğinde, konuşmalar, mırıltılar, sesler duydu Paneb. En yüksek taşkın izinin beş yüz metre ötesine yerleşmiş olan köy, çevresini saran tepelerin ortasındaki eski bir sel yatağının tümünü kaplıyordu. Nil Vadisi’nden ayrı, Büyük Ramses’in milyon yıllık tapınağı ile tanrıların dinlendiği Ceme Tepesi’nin tam ortasında kurulan Hakikat Meydanı, dünyadan soyutlanmış gibiydi; kendi tapınakları, sunakları, atölyeleri, sarnıçları, siloları vardı zanaatkarların, bir de çocuklarını gönderdikleri bir okul ile ölen meslektaşlarını, aile üyelerini gömdükleri iki mezarlıkları. Paneb durdu. Yan sokaklardan birine giren bir şey görmüştü sanki. Korkusuz bakışlarını, batı gömütlüğünde, çoğu beyaz kireçten yapılma sivri piramitlerle süslü ebedî istirahatgâhlara dikti. Ra gökte göründüğünde, bazen insanın gözünü kör edecek şekilde parıldardı küçük piramitler. Çarpıcı renkli sütunlar, çiçek ve bodur ağaç dolu bahçecikler, beyaz cepheli küçük sunaklar, loncanın atalarının haleflerini seyrettikleri gömütlükteki ölüm gölgesini yok ediyorlardı. Ne var ki o gece, Suskun Nefer’in mezarına giden patikada, düşman bir varlık hissetti Paneb. Ya bu varlık, onu tuzağa düşürüp yok etmek için hayalet kılığına bürünmüş hainse? Bunu düşününce, içini bir sevinç dalgası kapladı; o haini yakalayıp kafasını kırmaktan ne keyif alacaktı! Suskun Nefer’in son evi görkemli olduğu kadar da genişti. Işık’ın fanilere açık sunağın girişine diktiği persea, merhumun ruhunu onurlandırmak için şölenler düzenlenecek avluyu gölgelendirmek için acele ediyormuşçasına, insanı şaşırtacak bir hızla büyüyordu. Paneb tapmaklardakini andıran anıt kapıyı geçti, avlunun ortasında durakladı.

Düşman varlık yakınındaydı şimdi. Peki ama, Nefer’in canlı heykelinin dünyayı görebilmesi için duvarda bırakılan yarıktan değilse, nereden çıkacaktı o gölge? Genç dev dikkatli adımlarla duvara yaklaştı, sanki hiç bilmediği bir yeri ilk kez görüyor gibiydi. Oysa manevî babasının ebedî istirahatgâhını kendi elleriyle süslemişti. Her zamanki aceleciliğiyle atılmış olsa, taşlarla tıkalı kuyudan süzülen kırmızı gölgeyi göremeyecekti kuşkusuz. Gölge Paneb’in gırtlağını sıkmaya çalıştıysa da genç adam zamanında kurtuldu, yumruğunu düşmanının yüzüne salladı. Yumruk boşluğu dövdü. Kızıl gölge bir yılan gibi salınarak yeni bir saldırı açısı arandı. Paneb sürekli olarak bir meşalenin yandığı sunağa koştu. Meşaleyi aline alıp düşmanının üzerine yürüdü. – Bahse girerim, ışıktan hoşlanmıyorsun! Kızıl gölgenin yüzü, Nefer’inki değildi. Sanki korkunç acılar çekiyormuşçasına, durmaksızın somurtuyor gibiydi. Meşalenin ucuna değer değmez, gölge kuyuya dalıp, kayboldu. – Orada saklanmayı düşünmüyorsun ya! Dev adam meşaleyi yerlerinden söktüğü iki taşın arasına sıkıştırdı, kötü gölgenin sığındığı deliği bulmakta kararlı, kuyudaki toprağı boşaltmaya girişti. İkinci bölüm Gizemlerin kutlanması sırasında sembolik olarak dul İsis’in kişiliğine bürünen, Hakikat Meydanı’nın bilge kadını, şimdi de o korkunç tecrübeyi kendi bedeninde yaşıyordu. Suskun Nefer hayattaki tek aşkı olmuştu, öyle de kalacaktı.

Onun ölümünden beri, Işık yaşama isteği duymuyordu artık. En kötüsünün gelmesinden ürken Kapkara, bir an bile ayrılmıyordu sahibesinin yanından. Her zamankinden daha dikkatli, tek gözü açık uyuyordu uzun kafalı, kısa tüylü kara köpek. Gözünü sahibesinden ayırmıyor, gezintiye çıkmayı, oyun oynamayı aklından bile geçirmeden, evdeki yası paylaşıyordu. Işık, Nefer’in yanında yoğun ve sürekli bir mutluluk yaşadığı evi ayakta tutabilmek için gerekli işlerden pek azını yapıyordu sadece. Evin göz kamaştıran eşyası, doğal kararlılığı, sağlam kişiliği ve olağanüstü beceriyle insanları başarıya götüren ustabaşlannı onurlandırmak için zanaatkarların verdikleri bir armağandı. Kırk sekiz yaşındaki Işık zarif ve esnek vücudu, duru çizgileri, san parıltılı ipeksi saçlarıyla muhteşem bir kadındı. Yüzünden yumuşak ve sakinleştirici bir ışık yayılırdı; sesi ahenkli, gözleri de büyülü gibiydi. Köyün bütün sakinleri, örnek gösterilecek bir fedakârlıkla kendilerini tedavi eden bilge kadına karşı katıksız bir sevgi ve saygı duyuyorlardı. Oysa bilge kadının, görevinin gereklerini yerine getirecek gücü kalmamıştı artık. Nefer’in yokluğu Işık’ın kendi hayatını yutuyor, içini onunla yeniden buluşmak özlemiyle doldurup yavaş yavaş ölüme doğru itiyordu. Oda tek bir lambayla, loncanın marangozu Cömert Did-ya’nın elinden çıkma bir şaheser olan tek bir lambayla aydınlanıyordu; kireçtaşından yapılma bir tabanın üzerine oturtulmuş, papirüs biçimindeki sütunun üzerinde duran kaptaki yağ, keten fitili ıslatıyor, tıpkı mezarlarda kullanılan kandil-lerdeki gibi, bu kandilden de is tütmüyordu. Işık’ın uykusuz geceler boyunca sığındığı tek ışık buydu; alevin yumuşaklığında bazen kocasının yüzünü görür gibi oluyordu, ama düş hemen uçup gidiyor, geriye sadece umutsuzluk kalıyordu. Kapkara, sahibesinin korkunç kararını sezmişçesine, patisini bilge kadının koluna koydu. Işık daha fazla devam edemeyecek, bu durumu daha fazla kabullenemeyecekti; öte tarafın içinde boğularak, çektiği işkenceye bir son verecekti.

Köpek patisinin teması, kahverengi gözlerdeki sevgi bir çeşit mucize yarattı; Nefer ışıkta görünüp konuştu. “Eğer ben başarısızlığa uğrar, ya da kaybolursam” diyordu ustabaşı, “Hakikat Meydanı’nın alevinin sönmesine izin verme. Aşkımız için, Işık, devam edeceğine söz ver bana.” Ustabaşı bu sözleri hayattayken de söylemişti, ama Işık unutmuştu bu söylenenleri. Oysa şimdi Nefer öte taraftan gelip ona görevini ve sözünü hatırlatıyor, kendi yasını tutup gözyaşı dökmesine fırsat bile vermiyordu. Kafasının içinde şiddetli darbeler yankılandı. Kapkara endişeyle dikildi, havlayarak kapıya koştu. Biri kapıyı vuruyordu. -Aç, Işık! Yalvarırım, aç! Dul kadın Lekesiz Uabet’in sesini tanıdı. Kapkara havlamayı kesti, Işık kapıyı açtı. – Gel, durum ciddi. – Anlat, Uabet. – Paneb Nefer’in mezarına gitti. Eğer hayaletle savaşmak ta ısrar ederse, ölecek. Onu ancak sen vazgeçirebilirsin.

Işık’ın yüzünde üzüntülü bir tebessüm belirdi. – Hâlâ birine yardım edebileceğime inanıyor musun? – Paneb senden başkasını dinlemez… Onu kaybetmek istemiyorum ! – Bekle beni. Ustabaşının dul karısı odasına gitti, fildişi kakmalarla süslenmiş bir mücevher kutusu açtı. Kocasının ölümünden beri ilk kez gerdanlığını, küpelerini ve bileziklerini takarak, sapı yaşam gücünü betimleyen papirüse benzetilmiş bakır aynaya baktı. Aynada, güç ve gençlik görüntüsüne kavuşturabilmek için özenle makyaj yapılması gereken, acıdan bitkin düşmüş bir kadın yüzü gördü. Değişim o denli başarılıydı ki, Lekesiz Uabet gözlerine inanamadı. – Hiç bu kadar güzel olmamıştın! Çabuk gel… Önlerinde Kapkara ile Çirkin Hayvan, Suskun Nefer’in mezarına giden patikaya saptılar. Doğu kızıllaşıyordu. Uabet rüzgârdan ürperdi, adımlarını sıklaştırdı. Paneb saatler süren bir çalışmanın sonunda, mezar kuyusunu boşaltmayı başarmıştı. Yorgunluk nedir bilmeksizin, kilden bir mühürle kapatılmış tahta kapıya, Suskun Nefer’in diriliş odasının kapısına ulaşmıştı. Başını kaldırdığında, pembeleşmeye yüz tutmuş göğün görüntüsü önünde, Lekesiz Uabet’in yüzünü gördü. – Yukarı çık, Paneb! – Kesinlikle olmaz. – Mezara saldırmaya hakkın yok! – Gölge buraya sığındı, onu bulacağım. – Bilge kadın bunu yasaklıyor.

– Bilge Kadın mı? Ama… – O da burada. Paneb kayadaki çıkıntılara tutundu, yırtıcı bir hayvan gibi tırmandı. Uabet’in sözüne inanmamış, kendi gözleriyle görmek istemişti. Işık gerçekten de oradaydı. Hathor rahibelerinin sembolik giysisi olan kırmızı, uzun elbisesini giymiş, en güzel mücevherlerini takmıştı. – Daha… daha ileri gitmemi yasakladığın doğru mu? – Ben de seninle gelmeliyim. – Çok tehlikeli! Kızıl gölgeyi gördüm, korkunç bir şey. Üstelik Nefer’e de benzemiyor. – O sadece tören sırasındaki bir yanlışlıktan doğan kötü bir güç. – Ben de öyle düşünüyorum, onun için saklandığı delikten çıkaracağım onu. Eğer elimden kurtulursa, kaçmasına izin verme. Paneb yine kuyunun dibine indi. Tereddüt etmeden mührü söktü, mezara giden kapıyı açtı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir