Paul Auster – Yukseklik Korkusu

Su üzerinde ilk yürüdüğümde on iki yaşındaydım. Bu numarayı bir gecede öğrendiğimi iddia etmeyeceğim, siyah elbiseli bir adam öğretti her şeyi. Yehudi Usta beni bulduğunda, Saint Louis sokaklarında dilencilik yapan dokuz yaşında bir öksüzdüm, marifetimi halka göstermeme izin verinceye kadar tam üç yıl benimle düzenli olarak çalıştı. Çalışmaya başladığımızda 1927 yılıydı, Babe Ruth ile Charles Lindbergh’in adları o yıl duyulmaya başlamıştı, dünyanın karanlıklara gömülmeye başlaması da o günlere rastlar. Ekim ayındaki felaketten 1 birkaç gün öncesine kadar gösterimi sürdürdüm; benim yaptığım şeyin yanında, yukarıda adı geçen iki beyefendinin yaptıkları solda sıfır kalırdı. Yaptığım şeyi benden önce hiçbir Amerikalı yapmamıştı, benden sonra da yapan çıkmadı. Yehudi Usta’nın beni seçmesinin nedeni, çocukların içinde en ufağı, en pisi ve en sefili olmamdı. “Senin hayvandan farkın yok,” demişti bana, “tam anlamıyla bir hiçsin.” Bana söylediği ilk söz bu olmuştu; o gecenin üzerinden tam altmış sekiz yıl geçmiş olmasına karşın o sözcüklerin Usta’nın ağzından döküldüğünü bugün bile duyar gibiyim: “Senin hayvandan farkın yok. Şimdi bulunduğun yerde kalırsan kış bitmeden öbür dünyayı boylarsın. Benimle gelirsen sana uçmayı öğretirim.” “Hiç kimsecikler uçabilemez bayım,” dedim. “Ancak kuşlar uçabilir, ben de kuş olmadığıma yüzde bin eminim.” “Hiçbir şey bildiğin yok,” dedi Yehudi Usta. “Hiçbir şey bilmiyorsun, çünkü sen bir hiçsin.


On üç yaşına geldiğinde sana uçmayı öğretememiş olursam, başımı baltayla uçurabilirsin. İstersen sana bunu yazılı olarak vereyim. Verdiğim sözü tutmayı başaramazsam hayatta kalmam ya da kalmamam senin elinde olur.” Kasım başlarında bir cumartesi gecesiydi, Paradise Cafe’nin önünde duruyorduk, burası kentin merkezinde hoş bir bardı, zenci bir caz orkestrası çalardı orada, sigara satan kızlar da içlerini gösteren giysiler giyerlerdi. Hafta sonlarında barın çevresinden ayrılmazdım, sadaka dilenirdim, ondan ona haber taşır ya da züppe beylere taksi çevirirdim. Yehudi Usta’yı ilk gördüğümde onun sarhoş olduğunu düşünmüş, siyah smokini ve ipek silindir şapkasıyla gece vakti yalpa vura vura yürüyen içki düşkünü zenginin biri sanmıştım. Tuhaf bir şivesi vardı, bu yüzden onun başka bir kasabadan gelmiş olabileceğini de düşünmedim değil ama yanılmışım. Hani sarhoşlar ipe sapa gelmez şeyler konuşurlar ya, onun uçmak konusundaki sözlerini de bu saçmalıklardan biri sanmıştım. “Fazla yükselirseniz,” dedim ona, “yere inerken boynunuz kırılabilir.” “Bu işin tekniğini sonra konuşuruz,” dedi Usta. “Öğrenmesi kolay bir hüner değildir bu, ama beni dinler, söylediklerimi yaparsan sonunda ikimiz de milyoner oluruz.” “Siz zaten milyonersiniz,” dedim. “Beni n’apacaksınız?” “Ne mi, sefil küçük serseri? Cebimde beş param bile yok benim. Senin gözüne hırsızlar kralı gibi görünmüş olabilirim ama bunun nedeni senin kuş beyinli olman. Şimdi beni iyi dinle.

Sana hayatında bir tek kez karşılaşabileceğin bir fırsat veriyorum ama bu şansı ikinci bir kez tanımam. Sabah altı buçukta kalkacak olan Blue Bird özel treninde kendime yer ayırttım, şu sefil bedenini o trene atmazsan beni hayatında bir daha göremezsin.” “Soruma hâlâ yanıt vermediniz,” dedim. “Çünkü sen benim dualarımın karşılığısın evlat. Bu yüzden istiyorum seni. Çünkü sende bu yetenek var.” “Yetenek mi? Yetenek metenek yok bende. Hem olsa bile siz bunu nereden bileceksiniz Bay Maymunkılık? Benimle ancak bir dakikadır konuşuyorsunuz.” “Yine yanılıyorsun,” dedi Yehudi Usta. “Ben seni bir haftadır gözlüyorum. Dayın ile yengenin senin gitmene üzüleceklerini sanıyorsan son dört yıldır yanında oturduğun insanları hiç tanımıyorsun demektir.” “Dayım ile yengem mi?” dedim, karşımdaki adamın sarhoşun biri olmadığını ansızın fark etmiştim. Daha da kötüsü gelmişti başıma: Okul kaçaklarını yakalayan bir görevli ya da bir polisti o, orada öylece yakalandığıma göre boğazıma kadar batağa saplanmıştım. “Senin şu Slim dayın çok tuhaf biri,” diye sözünü sürdürdü Usta, dikkatimi çekmişti ya, artık ağırdan alıyordu. “Bir Amerikan yurttaşının böylesine ahmak olabileceğini hiç düşünmezdim.

Leş gibi kokmakla kalmıyor, aynı zamanda hiçbir işe yaramayacak kadar da sefil ve çirkin. Senin böyle sansar suratlı sokak çocuğunun teki olup çıkmanda şaşılacak bir şey yok. Bu sabah dayınla uzun uzun konuştuk, beş kuruş bile almadan seni bırakmaya razı. Düşünsene evlat, seni almak için para vermeme bile gerek olmadı. Üstelik karım dediği o un çuvalı domuz orada öylece oturdu, seni savunmak için tek bir sözcük bile çıkmadı ağzından. Senin, ailem dediğin buysa o ikisinden kurtulmakla şanslı sayılırsın. Kararı verecek olan sensin, ama benim önerimi kabul etmesen bile onların yanına dönmek akıllıca bir iş olamaz. Sana şu kadarını söyleyeyim, senin geri döndüğünü görmek, onları büyük bir hayal kırıklığına uğratacaktır. Üzüntüden dilleri tutulabilir, ne demek istediğimi bilmem anlıyor musun?” Bir hayvandım belki ama en aşağılık hayvanın bile duyguları vardır, Usta bana bunları anlattığında yumruk yemiş gibi oldum. Slim dayım ile Peg yengem sözünü etmeye değecek kişiler değildiler ama onların evi benim yaşadığım yerdi; beni istemediklerini öğrenince donup kalmıştım. Ne de olsa daha dokuz yaşındaydım. Yaşıma göre oldukça dayanıklı olsam da göründüğüm kadar dayanıklı değildim aslında. Usta tam o sırada o kapkara gözleriyle beni yukarıdan aşağı süzüyor olmasaydı büyük bir olasılıkla sokağın ortasında zırıl zırıl ağlamaya başlardım. Şimdi o geceyi düşündüğümde, Usta’nın bana doğru söylediğinden hâlâ emin olamadığımı görüyorum. Dayımla ve yengemle konuşmuş olabilir ama bütün bunları uydurmuş da olabilir.

Onlarla görüşmüş olduğuna kuşkum yok –onları harfi harfine tanımlamıştı– ama Slim dayımı iyi tanırım, bu işten üç beş papel koparmadan benim gitmeme izin vermiş olabileceğini sanmıyorum. Yehudi Usta onu atlatmıştır demek istemiyorum, ama daha sonra olanlara bakarsak kendisine adil davranılmış olsun ya da olmasın, o orospu çocuğunun kendini aldatılmış hissettiğine eminim. Şimdi bu konu üzerinde kafa patlatarak daha fazla zaman harcamaya niyetim yok. Uzun lafın kısası, Usta’nın bana anlattıklarına kandım, şimdi anlatmaya değer tek şey de bu zaten. Eve dönmemin yanlış olduğuna inandırdı beni, buna bir kez inandıktan sonra da artık dünyaya boşverdim. O da benim böyle hissetmemi –yani kafamın karışmasını, kendimi boşlukta hissetmemi– istemiş olmalı. Yaşamaya devam etmek için bir nedenin olmadığını düşünürsen, başına neler geleceğini umursaman da pek güçtür. Ölmek istediğini düşünürsün, sonra da her şeye hazır olduğunu keşfediverirsin; hatta yabancının biriyle gecenin içine karışıp gitmek gibi çılgınca bir şeye bile… “Peki bayım,” dedim ona, sesimi birkaç oktav düşürerek ve en amansız bakışlarımla bakarak, “anlaştık; ama söylediğinizi yapmazsanız kafanızı uçururum. Küçük olabilirim ama kimsenin verdiği sözü unutmasına izin veremem.” Trene bindiğimizde hava hâlâ karanlıktı. Gündoğumunun içinde batıya doğru yol aldık, ölgün kasım güneşi bulutların arasından süzülmeye çabalarken Missouri eyaletini bir baştan bir başa geçtik. Annemi toprağa verdiğimizden beri Saint Louis’in dışına çıkmamıştım; o sabah karşıma çıkan kasvetli bir dünya oldu: sıkıcı ve bomboş bir dünya, her iki yandan bizi kuşatan, sararmış mısır saplarıyla dolu, uçsuz bucaksız tarlalar. Öğleden az sonra trenimiz gürültüyle Kansas City’ye girdi, birlikte geçirdiğimiz onca saat boyunca Yehudi Usta’nın benimle üç dört sözcükten fazla bir şey konuştuğunu sanmıyorum. Çoğunlukla uyudu, suratının ortasına kadar indirdiği şapkası, uyurken öne kayıp duruyordu, ama ben öyle ürkmüştüm ki pencereden dışarı bakmaktan başka bir şey yapamıyor, kendimi nasıl bir belaya bulaştırdığımı düşünürken bir yandan da gözlerimin önünden akıp geçen manzarayı seyrediyordum. Saint Louis’deki dostlarım beni Yehudi Usta gibileri konusunda uyarmışlardı: Bu gibiler, kafalarında şeytanca planlar kuran kimsesiz serserilerdi, istediklerini yaptırabilecekleri delikanlıları avlamak için pusuya yatmış sapıklardı.

O adamın giysilerimi çıkartıp dokunulmasını istemediğim yerlerime dokunduğunu düşünmek bile yeterince kötüydü ama kafamda taşıdığım öteki korkuların yanında bu hiç kalırdı. Bir yabancının peşine takılıp giden, bir daha da kendisinden hiç haber alınamayan bir çocuktan söz edildiğini duymuştum. Sonradan o adam, çocuğu parçalayıp ufak ufak doğradığını, pişirip yediğini itiraf etmişti. Bir başka çocuk, karanlık bir mahzende duvara zincirlenmiş, altı ay boyunca ekmek ile sudan başka bir şey geçmemişti kursağından. Bir başkasınınsa derisi soyulmuş, kemikleri ortaya çıkmıştı. Nasıl bir işe girişmiş olduğumu ölçüp biçmeye zaman bulunca benim başıma da bunlara benzer bir şey gelebileceğini düşünmem güç olmadı. Kendimi bir canavarın pençelerine teslim etmiştim, bu adam göründüğünün yarısı kadar bile uğursuz çıksa güneşin doğuşunu bir daha göremeyeceğim kesin sayılırdı. Trenden indik, kalabalığın arasında kendimize yol açarak peronda ilerlemeye başladık. “Karnım aç,” dedim Yehudi Usta’nın ceketini çekiştirerek. “Hemen karnımı doyurmazsanız sizi gördüğüm ilk aynasıza teslim ederim.” “Sana verdiğim elmaya ne oldu?” dedi. “Trenin penceresinden dışarı fırlattım.” “Ya, demek elmadan pek hoşlanmıyoruz, öyle mi? Peki ya jambonlu sandviç? Kızarmış tavuk budu ile bir kesekâğıdı dolusu şekerli çöreği hiç saymıyorum bile.” “Hepsini çöpe attım. O verdiğiniz yiyecekleri yememi beklemiyordunuz herhalde, değil mi?” “Nedenmiş o, küçük adam? Yemezsen kuruyup ölürsün.

Bunu herkes bilir.” “Hiç olmazsa yavaş yavaş ölürüm. Ama zehirli bir şeyi ısırdığımda oracıkta nalları dikerim.” Kendisiyle karşılaştığımdan bu yana Yehudi Usta’nın dudaklarında ilk kez bir gülümseme belirdi. Yanılmıyorsam, bu gülümseme bir kahkahaya bile dönüştü. “Bana güvenmediğini mi söylemek istiyorsun?” “Haklısınız. Bir katıra ne kadar inanırsam size de o kadar inanıyorum.” “İçin rahat olsun, kendini beğenmiş çocuk,” dedi Usta, omzumu sıvazlayarak. “Sen benim karnımı doyuracak kişisin, unuttun mu? Saçının teline bile zarar vermem senin.” Bana kalırsa bu sözler lafta kalan şeylerdi, ben de bu tür yağcılıkları yutacak kadar enayi değildim. Ama tam o sırada Yehudi Usta elini cebine attı, gıcır gıcır bir kâğıt para çıkardı, parayı avucuma şak diye yapıştırdı. “Şuradaki lokantayı görüyor musun?” dedi, istasyon binasının ortasındaki aşevini göstererek. “Oraya git, şu karnına sığabilecek en kocaman öğle yemeğini ısmarla kendine. Ben seni burada beklerim.” “Peki ya siz? Yemek yemekten hoşlanmaz mısınız?” “Sen beni dert etme,” dedi Yehudi Usta.

“Benim midem, kendi başının çaresine bakabilir.” Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki ekledi: “Sana bir öğüt vereyim, ufaklık. Kaçmayı koyduysan kafana, şimdi tam sırası. Verdiğim parayı dert etme kendine. Girdiğin zahmete karşılık sende kalabilir.” Bir başıma lokantaya girdim, Yehudi Usta’nın ayrılırken söylediği sözler ne de olsa içimi rahatlatmıştı. Kötü bir niyeti olsaydı, bana kaçmak için fırsat tanımazdı. Lokantada tezgâhın başına oturdum, özel bir et yemeğiyle bir şişe de saparna ısmarladım. Daha soluk almaya fırsat bulamadan garson önüme dağ gibi salamura biftek ve kabak dolu bir tabak sürdü. O güne kadar gördüğüm en dolu yemek tabağıydı bu, Saint Louis’deki Sporcular Parkı kadar kocamandı bu tabak; bir lokma bile bırakmadan yemeğin tamamını silip süpürdüm, yanında iki dilim de ekmek yedim, ayrıca bir şişe daha saparna içtim. O kir içindeki tezgâhın başında tattığım mutluluğu hiçbir şeye değişmem. Karnım doyduğunda, bir daha hiçbir şey bana zarar veremezmiş gibi güçlü hissettim kendimi. İşin en güzel yanı, hesabı ödemek için bir dolarlık parayı cebimden çıkardığımda çıktı karşıma. Yediklerim ancak kırk beş sent tutmuştu, garsona beş sent bahşiş bıraktıktan sonra bile elimde elli sent kalmıştı. Bugün bu paranın bir önemi olmayabilir ama o günlerde elli sent benim için bir servet demekti.

İskemleden kalkarken lokantanın içine şöyle bir göz gezdirerek, kaçmak için fırsatım var, diye düşündüm. Yan kapıdan sıvışabilirim, o kara kılıklı adam da öylece kalakalır. Ama kaçmadım, böylece bu seçim benim hayatımın yönünü değiştirdi. Usta’nın beni beklemekte olduğu yere döndüm, çünkü o adam beni milyoner yapmaya söz vermişti. Cebimdeki elli sentin sıcaklığından güç alarak adamın böbürlenmesinde bir gerçek payı olup olmadığını denemeye değer diye düşündüm. İlkinden sonra ikinci bir trene daha bindik, yolculuğumuzun sonuna doğru da bir üçüncüsüne, bu trenle o gece saat yedide Cibola kentine vardık. Yehudi Usta bütün sabah tek sözcük bile etmemiş olmasına karşın günün geri kalan kısmında hiç durmadan konuştu. Onun neyi yapacağı, neyi yapmayacağı konusunda tahminler yürütmemeyi öğrenmeye başlamıştım bile. Tam onu mıhladım dediğinizde bir de bakıyordunuz beklediğinizin tam tersini yapmış. “Beni Yehudi Usta diye çağırabilirsin,” dedi, adını bana ilk kez söylüyordu. “İstersen kısaca Usta da diyebilirsin. Ama, ne olursa olsun, bana sakın Yehudi deme. Anladın mı?” “Bu ad size doğumda mı verilmiş,” dedim, “yoksa kendiniz mi taktınız?” “Benim gerçek adımı bilmene hiç gerek yok. Yehudi Usta demen yeterli.” “Pekâlâ, benim adım da Walter.

Walter Claireborne Rawley. Siz de bana kısaca Walt diyebilirsiniz.” “Canım ne isterse öyle derim. Seni Solucan diye çağırmak istersem, Solucan diye çağırırım. Domuz diye çağırmak istersem Domuz derim. Anladın mı?” “Allah kahretsin bayım! Söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım.” “Ayrıca yalan söylemeni ya da düzenbazlık yapmanı da hoş karşılamayacağımı bilmelisin. Mazeret istemem, yakınmak yok, arkadan konuşmak da. İşi öğrendiğinde dünyanın en mutlu çocuğu olacaksın.” “Ne demezsin! Kötürüm bir adamın bacakları sağlam olsaydı, ayakta işeyebilirdi.” “Ben senin öykünü biliyorum oğlum. Bana masal uydurmana gerek yok. Babanın dokuz yüz on yedide Belçika’da gazdan nasıl zehirlendiğini biliyorum. Annen konusunda da bilgim var, onun da Doğu Saint Louis’de bir dolara takla atıp ne numaralar çevirdiğini biliyorum; bundan dört buçuk yıl önce başına neler geldiğinden, o çılgın polisin, tabancasını annenin kafasına çevirip beynini dağıttığından da haberim var. Sana acımadığımı sanma evlat, ama benimle birlikteyken gerçeği örtbas ederek bir yere varacağını da sanma.

” “Tamam Bay Akıllıpantolon. Madem her şeyin yanıtını biliyorsunuz, bildiğim şeyleri ne diye anlatıp da nefesinizi tüketiyorsunuz?” “Hiçbir söylediğime inanmıyorsun da ondan. Şu uçma işinin palavra olduğunu düşünüyorsun. Çok çalışacaksın Walt, şimdiye kadar çalıştığından çok fazla, üstelik her gün bu işi bırakmak isteyeceksin; ama sabırlı olursan ve sana söylediklerime güvenirsen, birkaç yıl sonra uçabilirsin. Yemin ederim. Kendini yerden kaldırabileceksin, kuş gibi uçabileceksin havada.” “Unutmadıysanız ben Missouriliyim. Oraya boşu boşuna, ‘Gösteri Eyaleti’ dememişler.” “Öyle ama artık Missouri’de değiliz, küçük dostum. Kansas’tayız. Hayatında buradan daha dümdüz, daha ıssız bir yer görmemişsindir. 1540 yılında, Coronado ile adamları Altın Kentleri ararken buradan geçtiklerinde yollarını öyle bir yitirdiler ki yarısı aklını kaçırdı. Nerede bulunduğunu gösterecek hiçbir şey yoktur burada. Ne dağlar ne ağaçlar ne de yolda tümsekler. Buralar göz alabildiğine dümdüzdür.

Bir süre burada kaldıktan sonra, gidilecek bir tek yer olduğunu anlarsın: Yukarısı – tek dostun gökyüzüdür.” Trenimiz istasyona girdiğinde hava kararmıştı, bu yüzden Usta’nın yeni yuvam konusundaki tanımlamasını doğrulayacak bir şey göremedim. Anlayabildiğim kadarıyla bu kasaba, öteki küçük kasabalardan pek farklı değildi. Belki birazcık daha soğuktu, üstelik alıştığımdan daha karanlıktı, ama hayatımda hiçbir kasabada bulunmadığım için bir kasabadan ne bekleyeceğimi de bilemiyordum doğrusu. Her şey yeni geliyordu bana: Her koku yabancıydı, gökyüzündeki yıldızlar içinde bana tanıdık geleni yoktu. Biri kalkıp bana az önce Oz’un ülkesine ayak basmış olduğumu söylese, bunun doğru olup olmadığını bilemezdim doğrusu. İstasyon binasının içinden geçtik, kapının önünde durup karanlık köyü gözlerimizle taradık. Saat akşamın yedisiydi, ama bütün dükkânlar kapalıydı, karşıdaki evlerde yanan üç beş lamba dışında hiçbir yerde hayat belirtisi yoktu. “Tasalanma,” dedi Yehudi Usta, “arabamız neredeyse gelir.” Elini uzatıp elimi tutmaya çalıştı, ama bana dokunmasına zaman bırakmadan kolumu hızla çektim, “Pençelerinizi kendinize saklayın Usta Efendi,” dedim. “Artık bana sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz ama kafanızdan silin bunu.” Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz iki kişilik bir faytonu çeken kocaman, doru bir at belirdi sokağın ucunda. Bu atlı araba, o yaz Picture Palace Sineması’nda görmüş olduğum bir Tom Miks filminden çıkma gibiydi, ama biz 1924’teydik; sokaktan aşağı tangır tungur gelen o modası geçmiş arabayı gördüğümde onun bir yanılsama olduğunu düşündüm. Ama, şu işe bakın ki, arabanın geldiğini gören Yehudi Usta elini salladı, o yaşlı doru at tam önümüzde durdu, burun deliklerinden buhar fışkırtarak kaldırımın kenarına yanaştı. Arabanın sürücüsü, başına geniş kenarlı bir şapka oturtmuş tostoparlak, tıknaz biriydi, bir battaniyeye sarınmıştı, ilk bakışta sürücünün erkek mi, kadın mı, yoksa ayı mı olduğunu anlayamadım.

“Selam, Sue Ana,” dedi Usta. “Bak, ne buldum!” Kadın bana birkaç saniye boş, buz gibi bakışlarla baktı, sonra da, ansızın, hayatımda gördüğüm en içten, en sıcak gülümseyişlerden biri kapladı yüzünü. Kadının ağzında olsa olsa iki ya da üç diş vardı, kapkara gözlerinin ışıltısına bakarak onun Çingene olduğuna karar verdim. O kadın Sue Ana’ydı, yani Çingeneler Kraliçesi’ydi, Yehudi Usta da onun oğlu, Karanlıklar Prensi’ydi. Beni, Dönüşü Olmayan Şato’ya kaçırıyorlardı, o gece beni akşam yemeğinde yemezlerse bir hizmetkâra, kulağı küpeli, başı kavuklu yaltakçı bir harem ağasına çevireceklerdi. “Atla oğlum,” dedi Sue Ana. Sesi öylesine boğuk ve erkeksiydi ki, gülümseyebildiğini bilmesem korkudan ödüm patlardı. “Arka tarafta birkaç örtü göreceksin. Hastalanmak istemiyorsan, onları kullanırsın. Önümüzde upuzun, soğuk bir yolculuk var, gideceğimiz yere kıçın donmuş olarak gitmek istemezsin elbette.” “Onun adı Walt,” dedi Usta, kadının yanına tırmanırken. “Mezbelelikten gelme, kafası irin dolu bir serseri. Önsezilerim doğruysa, yıllardır aradığım çocuk bu.” Sonra bana dönüp ters ters, “Bu, Sue Ana’dır oğul,” dedi. “Ona iyi davranırsan karşılığını alırsın.

Ama bir kızdırırsan, doğduğuna pişman eder seni. Şişko ve dişsiz olabilir, ama sana ondan daha iyi analık yapacak birini bulamazsın.” Eve ne kadar zamanda vardığımızı bilmiyorum. Ev, kasabanın on altı on yedi mil kadar dışındaydı, ama bunu sonradan öğrendim, çünkü örtülerin arasına girdim ve araba yola koyulur koyulmaz da uyuyakaldım. Gözlerimi açtığımda eve varmıştık. Usta yanağıma bir şamar indirip beni uyandırmamış olsaydı sabaha kadar da uyurdum. Sue Ana, yaşlı atın yularını çözerken Usta beni eve soktu; girdiğimiz ilk yer mutfaktı: Bir köşesinde bir odun sobası, ötekinde titreyerek yanan bir gaz lambası duran, loş, az eşyalı bir yerdi burası. On beş yaşlarında bir zenci çocuk, masanın başına oturmuş kitap okuyordu. Oturduğum kentte rastladığım zencilerin çoğu gibi koyu kahve değildi bu oğlanın teni, kömür karasıydı, öyle karaydı ki neredeyse laciverde çalıyordu. Tam bir Etiyopyalıydı, Kara Afrika’nın cangıllarından gelme bir zenci çocuktu, onu gördüğümde kalbim neredeyse duruyordu. Patlak gözlü, koca dudaklı bu cılız, sıska oğlan bizi selamlamak üzere iskemlesinden kalkınca bütün kemiklerinin çarpık çurpuk, eğri büğrü göründüğünü, sakat biri gibi bedenindeki kemiklerin çıkık, sırtının kambur olduğunu gördüm. “Bu, Aesop,” dedi Usta bana, “dünyanın en iyi çocuğu. Ona merhaba de, Walt, elini sık. Senin yeni kardeşin olacak o.” “Zencilerin elini melini sıkmam ben,” dedim.

“Böyle bir şey yapacağımı düşündüyseniz deli olmalısınız.” Yehudi Usta, yüksek sesle, uzun uzun iç geçirdi. Bu yaptığı, bıkkınlıktan çok, keder ifadesiydi, ruhunun derinliklerinden kopup gelen koca bir titreyişti. Sonra, en ufak bir telaş ya da heyecan belirtisi göstermeden sağ elinin işaretparmağını kıvırdı, bu kaskatı, kıvrık kancanın ucunu çenemin tam altına, etle kemiğin birleştiği yere dayadı. Sonra parmağını bastırmaya başladı, ansızın ensemin çepeçevre arkasına ve kafatasımın içine korkunç bir sancı saplandı. Hayatımda hiç böylesine bir acı çekmemiştim. Bağırmaya çalıştım ama boğazım kurumuştu; gurul gurul bir sesten başka bir şey çıkmadı gırtlağımdan. Usta parmağını bastırmaya devam ediyordu, çok geçmeden ayaklarım yerden kesildi. Yukarı kalkıyor, bir tüy gibi havalanıyordum, görünüşe göre Usta bunu kendini şu kadarcık zorlamadan beceriyordu, gözünde bir uğurböceğinden fazla değerim yoktu sanki. Az sonra yüzüm onun yüzüyle aynı düzeye gelmişti, göz gözeydik. “Biz buralarda bu tarz konuşmayız, oğul,” dedi. “Herkes kardeştir bu ailede, herkese saygı gösterilir. Kural budur. Bundan hoşlanmasan da katlanacaksın. Kural kuraldır, kim kurala karşı çıkarsa sümüklüböceğe dönüşür, hayatının sonuna kadar yerde, çamurların içinde sürünür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir