Paul Doherty – Cakalin Yili

On Sekizinci Hanedanlık (M.Ö.1550-M.Ö.1323) Antik Mısır’ın hem memleket içi hem de dışında, en üst noktasını olmasa bile, oldukça görkemli bir aşamasını işaret etmişti; bu tam bir ihtişam, muhteşem bir şaşaa ve muzaffer emperyalizm, aynı zamanda da büyük bir değişim ve vahşi olaylar silsilesi dönemiydi, özellikle de Amenhotep III’ün saltanatının son yıllarında ve “Büyük Kafir” Akhenaten’in kısa süreli tahta geçişi süresinde, Hitit İmparatorluğu’nun kuluçkaya yatmış tehdidi kendisini hissettirmeye başlayıp dini’ ideolojiler arasında şiddetli bir çatışma yaşandığında. Bana, çok daha yakın tarihli kelimelerle ifade etmek gerekirse, fırtınanın göbeğinde yaşamış bir adamın “açık sözlü ve eksiksiz itirafı” olduğu iddia edilen bu antik dokümana erişim hakkı tanındığı için çok şanslıydım: Akhenaten ve haleflerinin Polis Şefi olan Mahu’nun ifadesine. Burada Mahu güvenlikten sorumlu, oldukça netameli bir kişi olarak karşımıza çıkmakta-bu, büyük bir günahlar dizinini kapsayabilecek ve kapsayan, bir iş tanımıdır. Bu itiraf, Mahu ’ya dair diğer arkeolojik kaynaklardan-Aten Şehri’ndeki El-Amarna’da gerçekleştirilen keşifler ya da hiçbir zaman yatmadığı lahitinden alınan kanıtlardan-elde edilen sonuçlarla tam bir uyum içerisinde görünmektedir. Yaşadığı dönemi büyük gayretle izleyen bir gözlemci olan Maim, tam anlamıyla eli hiç bir zaman kılıcmdan uzak durmayan bir adamdı (bkz. sayfa 571, Tarihi Not). Mahu, bu itirafını On Sekizinci Hanedanlık’ın sonunu işaret eden fırtınalı yıllardan çok sonra kaleme almış gibi görünmektedir. Günlük tutmuş, daha sonra bunları büyük olasılıkla Ramases I’nın kısa süreli saltanatı boyunca (M.Ö.1307) düzgünce kopyalayıp yazmıştır. Mahu’nun orijinal dokümanı altı yüz yıl kadar sonra, M.


Ö. yedinci yüzyıl boyunca, hiyerogliflerden el yazısına tercüme edildi, ardından da Roma dönemi boyunca Latince ve Yunan Koinesi karışımıyla tekrar kopyalandı. Bir triloji şeklinde yayınlamaya karar verdiğim itirafı, bu farklı tercüme ve düzeltim dönemlerini yansıtır; mesela, Thebes “Waset”in Yunanca versiyonudur, diğer bir takım saygın isimlere, hiyeroglifler bir yana, farklı tercümanlar ve kopyacılarca değişken yorumlar katılmıştır. Üçlemenin ilk bölümü olan Batıdan Gelen Şeytani İblis’te, Mahu, Akhenaten’in yükseliş ve düşüşünü betimledi: Firavun’un gizemli kayboluşunu, Kraliçe Nefertiti’nin gücü ele geçinne girişimini, yine Nefertiti’nin merhametsiz ve trajik sonunu. Bu ikinci bölümde, Mahu bunlara benzer dramatik olayları çevreleyen gizemleri aktarıyor. O ve artık Mısır’ın Lord’ları haline gelen, birbirlerine çocukluktan gelme bağlarla yakından bağlı Kap’ın diğer üyeleri, olup bitenleri hala sık sık hatırlamakta ve gelecek olaylardan da korkmaktadırlar … Behhu (Antik Mısır’da “sırtlan” için kullanılan terim) BÖLÜM 1 Ölüm bugün tıpkı karanlıkta ışıldayarak yanan bir odun parçası, sokak taşlarında parıldayan kan lekeleri gibi önümde beliriyor: Ölüm bugün tıpkı ateşten yükselen bir duman, çölden esen sıcak bir rüzgar, açık bir yarada hissedilen sancı gibi önümde boy gösteriyor. Bu antik şiirin sözcükleri sık sık dudaklarımda hayat buluyor ve kalbimde yankılanıyor, özellikle de dün gece, nehir kıyısından gelen korkunç bağırışla uyandığımda. Ne olduğunu biliyordum. Bu sabah dışarı çıktım, Nubian paralı askerleri bana küçük konağın kapısına doğru eşlik etti, bu ufak, zarif bir malikaneydi ama yine de benim hapishanemdi. Nil’in tepelik, büyük, yeşil, hayat dolu ve yumuşak, yeni suların beraberinde getirdiği siyah alüvyonla beslenmiş papirüs ormanına yukardan bakan kıyısına gittik. Paralı askerlerin lideri, “Biz de sesi işittik,” diye mırıldandı. Karşılık vermedim. Mecbur olmadığım sürece konuşmam. Zamanımın çoğunluğunu, Göz Kamaştıran Dönem, Parçalanma Yılları, Sırtlan Mevsimi veya onların tanımıyla, Kafir Firavun Akhenaten’in tek bir Tanrı’ya, Aten’ e duyduğu inancını resmen ilan ettiği ve yeni bir imparatorluk yaratmak umuduyla bambaşka bir şehir inşa ettiği o dönem hakkındaki doğruları ya da doğru olduğunu düşündüğüm şeyleri yazmaya harcıyorum. Mısır’ın tümünün, İki Diyar Krallığı’nın, Tanrılar’ın sevgilisinin, onun karşısında titreyip sarsıldığı o dönemi.

Bazı tarihçiler o yılları ülke üzerinden hızla geçen büyük bir gölge şeklinde tanımlar; diğerleri muhteşem bir güneş ışığı parıltısından bahseder. Onlar her ne söylerse söylesinler, Nil yine de zayıfladı ve aktı, ülke de kanla ıslandı. Ah pekala! Kıyı boyunca yürüdüm ve kırmızı köpüklere, kamışlar arasında yüzen et parçalarına baktım. Nil bir kez daha kan tatmıştı; timsahlar sazlıklar arasında doğum yapan bir su aygırını pusuya düşürmüşler, hem anneye hem de yeni doğan bebeğe saldırmışlardı. Kendilerine çok iyi bir ziyafet çekmiş olmalıydılar: Şarap kırmızısı köpükler göz kırparak nehir yüzeyine çıktı, kanın acı kokusu, sulu çamurdan yükselen zengin rayihalardan çok daha güçlüydü. Hayatı bir piramidin basamaklarıyla kıyaslayan mümin bir adamın sözlerini anımsayarak eve geri yürüdüm. Her bir yaşam gücü, ruh ya da Ka, farklı bir aşamaya tırmanır: bitki, kuş, hayvan ya da insanoğlu. İşte buna inanabilirdim. Tüm hayatım boyunca timsahlar arasında yaşadım, en vahşi sırtlanları avladım, hayatın savaş meydanlarını talan edip didiklemek için kalın göz kapaklı akbabalarla uçtum. Ben, Mahu, Medjay’lı Seostris’in oğlu, Firavun’un sevgili arkadaşı, eski Polis Şef’i, “Kral’ın Göz ve Kulağı”, Sırlar Evi’nin Yöneticisi. Ben, her şeyi gören … pekala, size ne gördüğümü anlatacağım. Tüm olanların ardından, bundan başka bir seçeneğim de yok. Yeni Firavun’un, ki Tanrılar onun adını kutsasın, Büyük Evi’nin Sırları’nın Muhafızları benden her şeyi itiraf etmemi, oturmamı ve sırlarımı tıpkı bir tövbekarın Tapınak’taki Ruhban’ın Kulağı’na ileteceği gibi fısıldamamı istediler. Beni, bu görevi yerine getirmek için, serin odaları gök mavisi boyalı ve bahçeleri tatlı rayihalarla dolu bir konağa kapattılar. Odamda oturdum ve camdan dışarı baktım.

Panjurlar, gün ışığını ve nehirden esen serinletici rüzgarı yakalamak için çıkartılmıştı. Gözlerim yapay havuzun ışıldayan suyuna ya da ağaçların her tondan yeşiline takıldı: akasya, sakız ağacı ve firavun inciri. Bir takım hayvan sesleri ürkütücü şekilde yankılandı. Bir kuş gökyüzünde dönerken, kanatlarının renkleri ilgimi çekti. Bunu hep yapıyorum, bu savaş günlerinden kalma bir miras, gözlerimin bir okun hızla dönerken oluşturduğu rüzgar ya da indirilen bir kılıcın gölgesini yakalayacak kadar keskin ve kalbimin sert olduğu o günlerden gelen bir alışkanlıktı, sonra rahatladım, bedenimin gevşemesine göz yumdum. Güneş batıyor, gölgeler bahçeler arasında ortaya çıkıyor. Sanki odam büyüyor gibi, ta ki artık boyalı duvarlarla çevrili bir çalışma ofisi değil, koyu kırmızı çizgilerle çerçevelenmiş insanı canlandıran yeşili solup gidiyor gibi. Ölüler Diyarı’ndan uzanan bir koridor halini alıyor, büyük ve mağaralarla dolu, içinde kayan gölgeler kıpırdanıyor. Şarap kadehimi, beni selamlamak için davet edilmeksizin boy göstermeye başlayan ölülerin şerefine kaldırıyorum. Yerlerini alıyorlar, ya gülümsüyor ya da öfkeyle bakıyorlar. Mekanın azameti ona, Büyük Kafir’e, iğrenç günahkara, Akhenaten’e! Onun adından bahsetmeye cesaret edemiyorlar. Bu ismi lanetli, pis bir kelime olarak addediyorlar, oysa benim için bu ad bir harpın teli, bir flüt nağmesi gibi, tatlı anıları çağrıştırıyor. Akhenaten, ürkütücü, şekilsiz bedeni, bir kadın gibi geniş kalçası ve sarkık göğsü ile bir Ucube, Çirkin Kişi, Maskeli Kişi; kolları, bacakları, el ve ayak parmakları uzun ve örümceği anımsatır derecede ince. Horus Tapınağı’ndan bir ruhban ona “Örümcek” ismini vermişti ama o ne biliyordu ki? O, dünya üzerindeki bir solucan, bacakları arasında küçük bir şey taşıyan, ancak kulakları arasında hiçbir şeyi olmayan bir kazınmış kafadan başka neydi? Akhenaten tamamen kendisine ait bir ihtişamın tadını çıkarttı, bu pek az kişi tarafından bilinen türden bir görkem ve saltanattı. O, güneşin kırmızı kuartzlarda oynaştığı belli belirsiz tapınaktaki bir heykel gibi ortaya çıkıyor.

Onun çıkıntılı elmacık kemiklerine, yüzünün iki yanında dinlenmeye çekilmiş gibi görünen o eğri çağla eriği gözlere bakıyorum. Bu bir heykel değil, gözleri benim gerçek manada hiçbir zaman anlamadığım bir heyecanla parlayan, güçle titreşen bir yüz. Dudaklar taştan yapılmamış, dolgun, kırmızı ve somurtkan. Uzun çenenin titreyeceği ve ağzın, milyonları yakan ateş karşısında Horus’un yaptığı gibi, tükürürcesine lanetler savuracağı bir hiddet içerisinde. Ya sonra kim geliyor? Ay, Akhenaten’in kayın pederi. Timsahlar arasında bir timsah! Arabaların Kumandanı, Hükümdarlığın Koruyucusu, Kral’ın Sağındaki Yelpazeleyici, Tanrı’nın Babası, Sırtlanlar arasındaki amir. Bir yalancı, zinacı, zampara, katil, şehvet düşkünü, öz kızı ve kızının kızıyla yatan kişi. Ay, bir alimin zeki, tatlı yüzüne sahip bir firavun faresi adam; güzel gözlü ve hoş sözlü, zarif ve yakışıklı, çarpıcı bir gülümsemesi olan, baştan aşağıya güvenilmez, insan bedeninde gerçek bir kobra. Ondan sonra Horemheb geliyor; geniş omuzlu ve tıknaz, deri zırh giyiniyor, bileklerinde ve kollarında bilezikler, tek elinde bir savaş topuzu, diğerinde ise bir kama var. Horemheb’in yüzü asık, sarkık bir ağzı ve köşeli bir çenesi mevcut; saldırgan gözleriyle size bakar. Sırf kalbindeki bir ocakta gürül gürül ihtiras yanıyor diye, en namussuz şeyleri dahi yapacak bir şeref adamı. Tabi ki, onun arkasında (evet, her ne kadar o kralların babası olsa da doğruyu söyleyeceğim), zayıf ve sinirli, sivri yüzlü ve kartal burunlu, gözleri tıpkı bir annenin bebeğine karşı beslediği garazla ışıldayan Horernheb’in diğer benliği var: Rameses, her ne kadar savaşta cesur ve şevkli, husumette insafsız olsa da, sinsi ve sahtekar. Kap’ın diğer çocukları da beni selamlamak için kalktılar. Oh evet, bunlar Isithia Hala, karanlık bir ruha ve antik günahın pis kokusuyla dolu bir kalbe sahip olan o cadı kadın tarafından oraya yerleştirildikten sonra kraliyet yuvasında birlikte büyüdüğüm kişiler. Eğer Isithia Hala gelirse, onu her zaman görmezden geleceğim! Başka kim var? Maya-oh yumuşak yüzlü Maya, tombul yanakları dışarı doğru bel veren, aşırı derecede boyalı, yuvarlak gözleri sürmeyle çerçevelenmiş, dolgun dudakları tıpkı bir tapınak kızınınki gibi boyalı! Maya, işlemeli kuşaklı, farbalalarla süslü cüppesini giyinmiş; boynu mücevherlerle ışıl ışıl.

Parfümünün tarçın ve mir karışımı kokusu dahi burnuma geliyor. Maya, erkek bedenindeki bir kadın, kalbi diğer herhangi bir kadınınki kadar istekli. Maya, altın ve gümüş toplamaktaki dehasıyla finansçı, sırf çölün kumunun yerini değiştirerek dahi değerli bir külçe bulabilecek kişi. Oturuyor ve bana aptal aptal sırıtıyor, tıpkı yaşarken yaptığı gibi midesini ovuşturuyor, sanki, o anda dahi kendi ölüm kaynağını biliyormuş gibi. Hemen yanında tek bir kişi, Maya’nın hayatı boyunca sevdiği tek ruh, arkadaşım Sobeck duruyor, ince suratlı ve gözleri içeri çökmüş, vahadaki tutukluluk döneminde bedeni güneşten yanmış. Bir Kraliyet Ziyneti’ni, Muhteşem Kişi’nin, Akhenaten’ in babasının cariyelerinden tekini baştan çıkarttığı için merhametsiz bir ders alan Sobeck. Sobeck zindanından kurtuldu. Akıl ve kurnazlıkla kendini tekrar Thebes’in kenar mahallelerinde buldu, burada hacılara mumyalanmış cesetlerini satmak maksadıyla tam bir köpek katili haline geldi. İksirci Adamlarla, kum sakinleriyle, çöl gezgincileriyle, rıhtım boyu ve arka sokakların tüm pislik ve ahlaksızlıklarıyla birlik kuran Sobeck. İlerlemek, Waset’in, Thebes’in, Kraliyet Asası Şehri’nin pis yeraltı dünyasının, Am-duat’ın Lordu olmak için büyük kavgalar verdi. Sırada, onunla arasında keskin bir tezat olan Huy var: İnce ve uzun bir bedene, bilge kırışık yüze, sivri çeneye ve çukur gözlere sahip, nazik, kibar, dalkavukluk eden, diplomatik bir kişi. En iyi kalite keten cüppesi ve lüle lüle peruğu içerisinde tıpkı bir saraylı gibi giyinmiş, el parmakları ve kolları tasmalar ve makam yüzükleriyle zevkli bir şekilde süslenmiş. Huy, Görkemli Kişi, Elçiler Evi’nin Yöneticisi, baş diplomat, tek kaygısı Mısır’ın yüceliğini sağlamak ve düşmanlarının onun önünde titremesine yol açmak. Ruhban Meryre de ağır ve ihtiyatlı bir şekilde içeri girdi. Kutsal dudakları ve alaycı gözleri var.

Yüzü mutaassıp, bir çakıl kadar yuvarlak ve pürüzsüz, yumuşak bir yüzde donuk gözler yer alıyor ama yine de en tehlikeli insanlardan biri! Doktor Pentju da, tedirgin ve ketum bir halde geliyor. Kambur omuzlu ve dar yüzlü küçük bir adam, dudakları aralık, gözleri endişeli. Oh evet, geçmişim oldukça kalabalık. Odanın duvarları, tıpkı Hititliler’in uzun koridorları gibi genişliyor. Ruhum Uzak Ufku seyahat ederken şarabımı yudumluyorum ama yine de Yalou Arazileri’ne, Kutsanmışlar’ın Çayırları’na girmiyor, gök ve yer arasında asılı kalmış gizli bir zaman ve yerde gezinip duruyor. Ruhumun sevdiğim, savaştığım, ihanet ettiğim ve öldürdüğüm insanlarla dolu mağaralarını, kalbimin odasını araştırıyorum. O da geliyor ama diğerlerinden ayrı, tıpkı karanlıktaki bir mum ışıltısı gibi. İlahı Çocuk’tan, Kutsanmış Oğlan’dan, Tanrı’nın Bağrına Bastığı’ndan, Altın Kişi’ den, Tutankhamun’ dan, Akhenaten ve Khiya’nın, onun Mitanni Prensesi’nin, Nefertiti’nin rakibinin oğlundan bahsediyorum. Oh evet, böylece onun isminden de bahsetmiş oldum! Nefertiti, “Güzel Kadın Geldi”! Bizim elimize doğan bu çocuğun, bize verilen İlahi Oğul’un, Nefertiti’nin sevgisini paramparça etmesini ve gökyüzünü mızrak gibi delip geçen o parlak yıldızlardan tekinin dünyaya çarpması gibi, Aten dünyası rüyasına tekrar hayat vermesini her zaman garip buldum. Tutankhamun, o güzel ve çocuğu andırır suratıyla inanılmaz derecede sakin ve huzurluydu; o masum ve sorgulayan gözleriyle, etrafına toplanan sırtlanlar tarafından büyülenmiş genç bir geyik gibiydi. Adından çoktan bahsettiğim bir diğeri, Nefertiti ve kızı Ankhesenamun sırada. Her ikisini de sevdim, her ikisi de birbirinden çok farklıydı. Solgun altın renkli yüzüyle, parlak mavi gözleriyle, tüm bunları çevreleyen ateş haresi kızıl saçlarıyla, Nefertiti. O, haylaz civelek bir kız gibi olabileceği her tür şekle giriyor, etrafındakilerle şakalaşıyor ve onlarla flört ediyor ya da o mavi taç altında inanılmaz derecede haşmetli, dünyayı dolgun göz kapaklarının altından araştırıp incelerken kafası amirane bir tarzda geriye atılmış duruyor. Hemen arkasında Ankhesenamun var, yemyeşil canlı çimenlerle kaplı bir bataklık kadar tehlikeli ve güvenilmez, bir erkeğin ruhunu hapsedebilecek bir tuzak! Ben yaşlı bir adamım ama Ankhesenamun’un yuvarlak şehvetli suratını, o çağla eriği gözlerini ve öpen dudaklarını anımsıyorum, vücudu dolgun ve olgun, bedenimin heyecanla çalkalandığını hissediyorum.

Kalbim burkuluyor. Eğer yapabilseydim, o vücudu okşar, yüzünü parmaklarımın arasına hapseder ve o dudakları öperdim. İşte, onlar da diğerleriyle birlikte buradalar. Elime bir papirüs kalemi alıyorum ve tekrar nereden başlasam diye düşünüyorum. Nasıl başlamalıyım? Geçmiş tıpkı bir savaş meydanı gibi, çatışma ve ölümlerin puslu tozu ile kaplı. Savaş arabaları takırdayıp gürültü çıkartıyor. Atlar seğirtip hücuma geçiyor. Pus kayıyor; altın, gümüş ve ikisinin alaşımı güneş altında parlıyor. Koşum takımının şaklatılıp gerilişini, Savaş trompetlerinin bangır bangır patırtısını, askerlerin bağırtılarını, Savaş Tanrısı’nın kan emdiği yerlerdeki gaddar ayakların gümbürtü ve takırtılarını işitiyorum. Evet, geçmişe dönmek, bir savaş meydanını geçmek gibi bir şey. Peki, her şey nerede başladı? Belki de bu, her savaşta olduğu gibi, at arabaları hazırlanmadan ve kılıçlar çekilmeden önce yaşanan o durgunluk günleri olmalı. Anlatmaya Peret mevsiminin son ayından, Nil’in siyah arazileri ıslak serinliğiyle yıkayarak güçlü ve gür aktığı o dönemden başlayacağım. Evet, işte her şey o zaman, Nefertiti’nin kendisine verdiğim zehri içişinden tam bir yıl sonra başladı. Onun yaşam ışığının sönüşünü izledim ve güzel bedeninin kollarımın arasında titreyişini hissettim …

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir