Arabayla Tiny Polski’nin konağının önünden geçip anayola çıktıktan sonra beş mil boyunca Northampton’a doğru ilerlerken, babam vahşilerden ve Amerika’nın ne berbat bir yer olduğundan bahsedip durdu – ülkenin uyuşturucu müptelası, evlerinin kapılarını kilitleyen, ülserli, müfrit çapulculardan, cani milyonerlerden ve ahlakçı gammazlardan oluşan bir tehlike bölgesi haline geldiğini anlattı. Ya şu okulların durumu? Hele de politikacılar. Patlak bir lastiği değiştirebilecek veya on şınav çekebilecek tek bir Harvard mezunu, bulamazdın. New York City’de kedi köpek mamasıyla karnını doyuran, bozuk para için adam öldürecek insanlar vardı. Bu normal miydi şimdi? Peki değilse, neden kimse sesini çıkarmıyordu? “Bilmiyorum,” diye cevapladı kendi sorusunu, “sadece sesli düşünüyorum.” Hatfield’dan ayrılmadan önce kamyoneti bir bayırın üzerine park etmiş ve güneyi göstermişti. “İşte vahşiler geliyor,” demişti ki geldiler; orak şeklindeki bir ağaç kümesinin içinden belirip Polski’nin ahırlarının yapışkan, sıcak buğuyla çizilmiş siluetinin önünden geçerek tarlaları aştılar. Esmerlerdi, üstlerinde paçavralar vardı, bir bölümü başlarına da paçavra geçirmiş, diğerleri geniş kenarlıklı şapkalar takmıştı. Yetişkin erkekler ve bazıları benden daha büyük olan oğlan çocuklarıydılar; hepsinin ellerinde uzun bıçaklar vardı. Babamın parmağı beni onlardan daha çok korkutuyordu. Hâlâ havadaydı parmağı. İşaret parmağı orta boğumuna kadar eksik olduğundan, güdük parmağın ucundaki dikiş atılmış deri katlarından oluşan korkunç yara izi doğru yönü sadece takriben gösterebiliyordu. “Ne diye buraya gelmeye uğraşırlar ki?” dedi. “Para için mi? Nasıl olur da sebep para olabilir?” Soruları ağzındaki purodan çiğneyerek çıkarıyor gibiydi. Daha öğle olmamıştı, şimdiden Massachusetts için oldukça sıcak bir mayıstı. Kuru bahar ayları vadiyi yakıp kavurmuştu, sığ hendeklerden taze inek tezeği buğuları yükseliyordu. Bir tarlanın bir ucundan öteki ucuna kadar açılmış saban yarıklarından sadece cılız mısır püskülleri görünüyordu. Burada tek bir kuş bile cıvıldamıyordu. Adamların yöneldiği kuşkonmaz tarlaları, çimli yeşil kafa derisi soyulup ortaya çıkan ayazlık silindirle ezilmiş bir kafa gibi kahverengi ve düzdü. Babam başını salladı. Ayağını fren pedalından çekip pencereden dışarı tükürdü. “Para değil elbette nedeni. Bu günlerde bir dolar sadece yirmi sent ediyor,” dedi. Hatfield’in ye Polski’nin evinin ötesinde, vadideki uçurumun hemen kıyısında, yapraklarla örülmüş mazgallı siperler vardı; bazıları limonata köpüğü solukluğunda, bazıları koyu renkli, öbek öbek, sarkık çalı kümelerinden ve kafamdaki kuşatıcı cangıl imgesini birebir karşılayan azgın ağaç dallarından oluşan çitler. Birkaç saat önce, sabah uyandığımızda, yer parlayan soğuk çiy damlalarıyla kaplıydı. Bana göre yaz buzu. Nefes verirken ağzımdan buhar bulutları çıkıyordu. Gökyüzü bulut kümeleriyle kaplıydı. Şimdi, yükselen güneş vadiyi ışığa ve ısıya boğuyor, çalışan adamlar keskin ışık altında bir deri bir kemik kötücül ruhlar gibi görünüyordu. Babamın işaret parmağı gibi bu adamları da -yani, vahşileri, aynen burada ve güneşin kahverengi derilerinde bıraktığı kara lekeleri fark edecek kadar yakından- görmüş olmama rağmen telaşlanmamın nedeni buydu belki de. Northampton’a girerken “Burası tam bir umumi tuvalet,” dedi. Başına bir beyzbol şapkası geçirmiş, dirseğini pencereden sarkıtmıştı. “Nedeni kolejli kızlar değil, ki onlar da yeterince kötü. Şu ilerideki Römorkör Annie’ye, şu cüsseye bak. O kadar iri ki, onun gibi on bir tanesini bir araya getirsen, bir düzine eder. Ama bu yağ, sağlık değil. Bu çizburger.” Ve, kafasını camdan çıkarıp bağırdı. “Çizburger bu!” Pikabı ana caddeden aşağı (“Hepsi keş bunların”) sürerken bir Getty benzin istasyonunun önünden geçtik; babam benzin fiyatını görünce resmen uludu. Gazete bayiindeki ‘ÇATIŞMADA İKİ ÖLÜ’ tabelasını görünce “Boktan paçavralar,” dedi. Bir mağaza vitrinindeki Hatıralık Eşya yazısı bile onu sinirlendirmeye yetmişti. Hırdavat dükkânının yanında torbayla buz satın alınabilen bir otomat vardı. “Buz satıyorlar – bir çeyreklik karşılığında on libre. Ama suyun da hava gibi bedava olması lazım. Bu soytarılar suyu satıyorlar! Su, yeni gelişen sanayi. Mineral suyu, kaynak suyu, maden suyu. Hey, büyük haber, su yararlıdır! Düşük kalorili biraymış; içinde ne olduğunu biliyor musun? Seni şişmanlatmamasının nedenini? Normal biradan daha pahalı olmasının nedenini? Su!” Babam kelimeyi bir Yanki gibi ağzını yayarak telaffuz ediyordu. Vadesi dolmamış bir parkmetre bulmak için arabayla dört dönerken daha da hırçınlaştı. Arabayı park ettikten sonra hırdavat dükkânına doğru yürüdük. “Lastik izolasyon maddesi istiyorum, sekiz fit, köpük arkalıklı olsun,” dedi babam ve adam malzemeyi getirmeye giderken “Benzinin bu kadar pahalı olmasının sebebi de muhtemelen bu. İçine su katıyorlar. Bana inanmıyor musun? Ticaret işinde ahlak olduğunda ısrar ediyorsan,” (oysa, tek kelime bile etmemiştim) “bana devlet kontrolündeki etin üçte ikisinin neden kanserojen nitratlar içerdiğini ve abur cubur yiyeceklerin -bu kanıtlanmış bir gerçektir- neden hiçbir besin değeri olmadığını açıklamak istersin belki,” dedi. Hırdavat satıcısı elinde bir rulo izolasyon malzemesiyle geldi ve babama uzattı; babam malzemeyi inceleyip adama geri verdi. “Bunu istemiyorum,” dedi. “Ama, aradığın buydu işte,” dedi adam. Babam küçümseyici bir ifade takındı. “Nesin sen? Japonlar için mi çalışıyorsun?” “Eğer istemiyorsan, istemiyorum de, olsun bitsin.” “Ben de aynen bunu dedim, Jack. Bu, Japonya’da imal edilmiş. Alnımın teriyle kazandığım mangırların Japon çocuklarının yararına dövize dönüştürülmesini istemiyorum. Yeni bir kamikaze neslini finanse etmemek istemiyorum. Bir miktar, Amerikan malı, köpüklü lastik izolasyon maddesi istiyorum; hey, burada çalışmıyor musun?” Adam arkasını dönüp bir başka müşteriye bakmaya gittiği için küfür etti. Babam aradığı lastik izolasyon maddesini sokak arasındaki küçük hırdavat dükkânında buldu ama arabaya yaklaşırken, ilk dükkânda söyleyemedikleri üzerine atıp tutmaya başlamıştı. “Ona, ‘Sayanora’ demeliydim, çıngar çıkarmalıydım.” Bir polis memuru, ellerini parkmetre üzerinde kenetlemiş, çenesini ellerinin üzerine koymuş, küreğinin sapına yaslanmış, kaytaran bir işçi gibi dinleniyordu. Babama baktı ve merhaba der gibi gülümsedi, sonra beni gördü ve dudaklarını ısırdı. “Onun okulda olması gerekmiyor mu?” “Hasta,” diye cevapladı babam, adımlarını yavaşlatmadan. Polis kamyonetin kapısına kadar babamın peşinden geldi ve başparmaklarını silahını tutan kemere takarak “Dur bir dakika! O zaman niçin yatakta değil?” diye sordu. “Mantar enfeksiyonuyla mı?” Polis kafasını eğip koltuğun üzerinden bana baktı. “Hadi Charlie, göster ona. Bana inanmıyor. Ayakkabını çıkar. Sal kokunu gitsin.” Ben aceleyle spor ayakkabılarımın bağcıklarını çözmeye çalışırken polis memuru “Unut gitsin,” deyiverdi. Babam gülümseyerek, “Özür dilemem,” dedi polise, “nezaket bir zayıflık göstergesidir. Suçla böyle savaşamazsın.” “Bir şey mi dedin?” Polis memuru çenesini kasıp duraksadı. Çok kızmıştı. Temkinli ve ürkütücü görünüyordu. Ama babam hâlâ gülümsüyordu. “Sadece sesli düşünüyordum.” Hatfield yoluna çıkana kadar tek kelime etmedi. “Gerçekten ayakkabını çıkarıp polise sağlıklı ayak parmaklarını gösterecek miydin?” “Sen öyle istedin,” dedim. “Doğru,” dedi. “Ama bu nasıl bir ülkedir ki, alışveriş yapan insanları hainlere, dürüst insanları yalancılara dönüştürür? Kimse bu ülkeyi terk etmeyi düşünmüyor. Charlie, ben her gün bunu düşünüyorum!” Arabayı sürmeye devam etti. “Ve bunu tek yapan benim. Çünkü ben, son insanım!” Buradaki yaşamımız bundan ibaretti, çiftlik ve kasaba. Babam, Tiny Polski’nin çiftliğinde çalışmayı seviyordu ama kasabada sinir krizleri geçiriyordu. Beni okula göndermemesinin nedeni buydu. Jerry’yi ve ikizleri de. O günün ilerleyen saatlerinde tarlanın kenarındaki bir pompayı tamir ederken, yine vahşileri gördük. “Cangıldan geliyorlar. Göçmen işçiler. Durumları iyiyken farkında bile değillermiş. Bana sorsalardı, onlarla yer değiştirirdim. Buranın cennet olduğunu sanıyorlar. Hiç gelmemeleri gerekirdi.” Babam bu pompayı bir yıl önce Polski için icat etmişti. Toprağa kök salmış gibi görünen hassas bir çatal dişi vardı, toprak kuruyunca bu hassas diş bir düğmeyi harekete geçirerek pompanın çalışmasını sağlıyordu. Bir mucit olan babam, mekanik şeyler konusunda bir dâhiydi. “Dokuz patent,” demekten hoşlanırdı. “Altısı beklemede.” İyi bir eğitim almak için Harvard’dan ayrılmış olmakla övünürdü. İlk işi olan kapıcılıkla, Harvard bursundan daha çok gururlanırdı. Mekanik bir süpürge icat etmişti; sıkı bir şekilde sapından tutunca yerde salınan, sonra da kendini sıkarak kurutan bir süpürge. Bu süpürgeyi kullanmak, kafası olmayan bir kadınla dans etmek gibi, derdi. Ona Sessiz Kadın adını vermişti. En sevdiği iş, şeyleri parçalarına ayırmaktı, kitapları, hatta İncili bile. İncilin bir kullanma kılavuzuna, henüz tamamlanmamış bir icadın tamir kılavuzuna benzediğini söylerdi. İncilin balta girmemiş bölge olduğunu da söylerdi. Nasıl dünyada hiçbir insanın ayak basmadığı yerler varsa, İncil’de de hiç kimsenin okumadığı bölümler olduğu babamın gözde teorilerinden biriydi. “Bunun kötü olduğunu mu düşünüyorsun? Kesinlikle kötü bir şey değil bu. Bizi kurtaracak olan, boş alanlar. Şarlatanlar yok, polisler yok, dolandırıcılar, haydutlar, tinerciler, sis bombaları yok. Ben, onlar gibi kayıp değilim.” Eliyle vahşileri gösterdi. “Çıkış yolunu biliyorum.” Bir bebeğin vücudundaki şişlikleri muayene eden bir doktor misali parmaklarıyla pompanın farklı parçalarına dokunuyor, hâlâ vahşilerden ve boş arazilerden bahsediyordu. Gözlerimi kaldırdım ve onları gördüm. Biraz önce bahsettiği el değmemiş topraklardan sürünerek çıkıyorlardı adeta. Yukarıdaki tarlalara doğru ilerleyişlerini izlerken, sadece biraz daha kuşkonmaz toplayacaklarını bildiğim halde, budayacak parmak peşindeymişler gibi göründüler gözüme. “Dünyanın en güvenli bölgesinden, Orta Amerika’dan geliyorlar. Orada ne var biliyor musun? Jeotermal enerji. Muhtaç oldukları özsuyun tümü yerin beş bin fit altında. Dünyanın göbeği orası. Niye buraya geliyorlar ki?” Vahşiler, sırtlarında kamburları, telaşla tarlaları aşıyorlardı. Kocaman ayakkabıları ve omuzlarının arasına sıkıştırdıkları küçük kafaları vardı; ormanın yanından geçerken kargaları ürküttüler ve bir karga curcunasının başlamasına neden oldular. Kuşlar, sıra hâlinde dururken aniden dağılan siyah eldivenler gibi, geriye doğru yükselip her kanat çırpışta tüylerini daha da şişirerek havalandılar. “Geldikleri yerde televizyon yok. Japonca video pislikleri yok. Şu yağ tenekesini uzatsana. Burada doğa genç. Ama tropikal bölgedeki ekosistem son derece yaşlı ve dünyanın başlangıcından beri hiç değişmedi. Niye cevapların bizde olduğunu sanıyorlar ki? İnanç – iman mı diyorsun? İnanç ‘İsa’ya Gel’i bemolden çalmak mıdır yalnızca?” Elindeki İngiliz anahtarıyla çıkıntı yapan borunun vidalarını sıkıştırdı, yağ tenekesinin ağzını borunun bağlantı yerine sokuşturup yağı boruya boşalttı. İki eliyle boruyu söktü ve içini çekti. “Hayır efendim. İman, doğru olmadığını bildiğin bir şeye inanmaktır. Hah!” Kısa parmağını, pompa yuvasındaki paslı sızıntının içine soktu ve pirinç bir valfı çekip çıkardı, borudan su fışkırdı. “Bu vahşilerin geldiği yerdeki suyu içemezsin. İçinde yaratıklar var. Kurtçuklar. Yabani otlar. Suyu kaynatıp arıtmayı akıl edemiyorlar. Filtreden geçirme işleminden haberleri yok. Mikroplar vücutlarına giriyor ve suyun kendisi gibi yeşile kesip sonra da ölüyorlar. Kalanlar, oradan hayır gelmeyeceğini anlıyorlar – enik kadar örümcekler, sivrisinekler, yılanlar, seller, bataklıklar, timsahlar. Jeotermal enerji hakkında hiçbir fikirleri yok. Neden, buraya gelip paramparça olmak varken, bunu değiştirsinler ki? Bereketli kıyılarına vurmuş perişan sefilleri gönder bana [1] Bir Cola iç, televizyon izle, yoksulluk yardımı al, havadan para gelsin… suça yönel: Bu ülkede suç işleyen faydasını görür, haydutlar toplumun direğidir. Bunların hepsi sonunda sokak haydudu ve kapkaççı olurlar.” Su pompadan fışkırmaya başladı, pompanın içindeki devreler tıklayarak çalışıyordu. “Bir daha Northampton’a gitmem. Benim için fazlasıyla sinir bozucu. Önceden sahip olup da reddettiğim şeyleri kovalayan insanlarla karşılaşmaktan gına geldi artık. İstediğim kadar para kazandım ben Charlie. Hele eğitim öğrenimin sözünü bile etme. Şu sabahki polis eğitimliydi, hani şu Okul Kaçağı Avcısı ama tek hayali televizyonda gördüklerine sahip olmak. Bu adamı bakkala bile göndermem. Ben bunların hepsine sahip oldum – insanların hasretini çektiği şeylere. İşe yaradığı yok, cahilce göklere çıkarılmasını duymak da sinir bozucu.” Bana bakıp sırıttı. “Dünya defolu bir yer.” Şimdi de kesik parmağına sırıtıyordu. “Bu insanlar televizyon izlerken Ruslar ne yapıyor? Suyla oldukça ilginç birtakım deneyler yapıyorlar. Gazını alıyorlar, oksijen ve nitrojen de dahil olmak üzere içindeki her şeyi kaynatarak alıyorlar. Tümüyle sıkıştırıp konserve şeftali gibi, özel şişelere tıkıyor, bir süre kenarda bekletiyorlar. Sonra, bu suyu bitkilere verince, bitkiler iki veya üç katı daha hızlı büyüyor – büyük, sağlıklı ucubeler. Sırıklarından sarkan fasulyeler, balon gibi sakız kabakları, voleybol topu büyüklüğünde pancarlar.” Eliyle suyu gösterdi. “Sadece sesli düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun? Yağmurda bir tuhaflık olduğunu görüyor musun? Bir şey söyle!” Bilmediğimi söyledim. “Birisinin Tanrı’yla şu hava işini tekrar gözden geçirmesi konusunda konuşması lazım. Diyorum ya Charlie, bu kusurlu bir dünya. Amerika çıkmazda.” Avucunu su fışkırtan borunun altına tuttu, ağzına götürdü ve höpürdetti. “Şu vahşiler için şampanya sayılır.” İçtiği su muhteşem bir içecekmiş gibi dudaklarını şapırdattı. “Senin benim gayet doğal karşıladığımız şeyler, mesela buz. Onların ülkesinde yok. Bir küp buz görseler, elmas veya değerli taş falan sanırlar. Evet, buz olmayınca dünyanın sonu gelmezmiş gibi geliyor. Ama, bir düşün. Doğru dürüst bir soğutma sistemleri olmadığı için karşılaştıkları sorunları bir hayal et.” “Belki elektrikleri yoktur,” dedim. Babam, “Elbette yok. Balta girmemiş ormanlardan bahsediyoruz Charlie. Ama, özsu olmadan da soğutma yapabilirsin. Tek ihtiyacın olan emiş gücü. Bir vakum mekanizmasını çalıştır ve işte sana soğutma. Bak, ateşten buz elde edebilirsin,” dedi. “Bunu niçin bilmiyorlar?” “İmkânsız,” dedi, “onları vahşi yapan da bu işte.” Pompanın parçalarını tekrar bir araya getirmeye başladı. “Her türlü hastalık olmalı oralarda,” dedi. Elindeki İngiliz anahtarını adamların ilerlediği yöne doğrulttu. “Onlar – hastalık taşıyorlar.” Onlardan hem büyüleniyor hem de tiksiniyor gibiydi ve bana ilginç bir şey anlatıp sonra da o konuyla gereğinden fazla ilgilenmemem için uyararak, bu hislerini bana iletiyordu. Vahşi dediği bu adamlar hakkında nasıl bu kadar çok şey bildiğini merak ediyordum. Yabani yerlerde, ilkel insanlar arasında yaşarken edindiği tecrübelerinden öğrendiğini iddia ediyordu. Vahşiler kelimesini muhabbetle, sanki bu özelliklerinden dolayı onları biraz seviyormuş gibi kullanıyordu. Yabana saygı duymak onun doğasında vardı. Yabaniliği kişisel bir meydan okuma, bir fikir veya bir makineyle düzeltilebilecek bir şey olarak düşünüyordu. Çoğu sorunun çözümünün kendinde olduğunu düşünüyordu, bir de önem verip dinleyecek birileri olsaydı. Kargalar, ağaç tepelerine doğru hızla uçup tedbirli daireler çizerek tünemek üzere dalışa geçtiler ve ormana döndüler. “Bu adamlar tehlikeli mi?” dedim. “Ortalama Amerikalı kadar değil,” dedi. “Sadece çok kızdıklarında. Eğer gülümsüyorlarsa, bil ki çok kızmışlar. İşaret bu, aynı köpeklerde olduğu gibi.” Bana döndü ve gülümsedi. Daha fazla soru sormamı istediğini biliyordum. “Peki ya sonra?” “Hayvana dönüşürler. Katile. Hayvanlar da, seni ısırmadan önce bir nevi gülümserler.” “Bu adamlar ısırır mı?” “Sana bir örnek vereyim. Nasıl yaparlar biliyor musun? Seni nasıl öldürürler? Söyleyeyim oğlum Charlie. İçini deşerler.” Değh – şer – ler dedi ve yüzlerce keskin pençe kafa derimi yüzüyormuş gibi hissettim. “İşte bu yüzden oralara gitmek cesaret ister, öyle sıradan cesaret de değil, deli cesareti. Kim o kadar cesur ki?” Gökyüzü kıpkırmızı olana kadar çalıştıktan sonra, yemek için evin yolunu tuttuk. “Kabul et,” dedi babam, “bu, okuldan çok daha iyi.” 2 O gece, karanlıkta gözlerimi açtım ve babamın evde olmadığını anladım. Birisinin yokluğunun hissi, varlığının hissinden çok daha güçlüdür. Nedeni, ıslık çalarak horlamasını duymamam (genelde, kendi imal ettiği genişleme valfları gibi sesler çıkarırdı) veya tüm ışıkların sönmüş olması değildi. Havada, içinde babamın bedeninin olması gereken, mumya şekilli bir delik varmışçasına, yalnızlık duygusu veren bir boşluk vardı. Korktuğum, hareketleri öngörülemeyen bu adamın ölmüş olması veya ölmüşten de beter -içi deşilmiş- hâlde evde dolaşıyor olmasıydı. Gitmiş olduğunu biliyordum ve endişeli bir suçlulukla -sadece on üç yaşındaydım- kendimi ondan sorumlu hissediyordum. Aysız, karanlık bir geceydi ama bu evde arama yapmama engel değildi çünkü kapılarda kilit yoktu. Babam kapıları kilitlemeye karşıydı. Karşıydı diyorum ya, aksini yaptığımız takdirde bizi dayakla tehdit ederdi. Kilitli kapıların ardında saklanan kişiden hayır gelmez, derdi. Sıklıkla banyo kapısına doğru “Oraya kapanma” diye bağırırdı. Maine kıyısında, kapı kilitlemenin bilinmediği küçük bir balıkçı kasabasında (oraya “Dogtown” derdi) büyümüştü. Hindistan’da ve Afrika’da geçirdiği yıllarda da aynı kurala uyduğunu söylerdi. Bu yerlere gerçekten gidip gitmediği belli değildi ama dünyanın ona ait olduğuna ve söylediği her şeyin doğru olduğuna inanarak büyümüştüm. Yaptığı her şeyi heybetli ve gözü pek tavırlarla yapardı. Tek sıradan tarafı puro içmesi ve başında beyzbol şapkasıyla dolaşmasıydı. Önce yatak odasına baktım ve pirinç karyolanın öbür ucunda, kabarmış yatak örtüsü altında yatan vücudu, annemi gördüm. Gittiğinden emin olmuştum çünkü hep karyolanın direğine astığı iş tulumu orada değildi. Aşağıya indim ve odalara baktım. Kedi yerde devrilmiş bir paten gibi uyuyordu. Holde durdum, kulak kabarttım. Bahardı, güçlü bir leylak ve kazılmış toprak kokusu hâkimdi, yumuşak bir rüzgâr esiyordu. Dışarısı cırcır böceği kaynıyordu, evin içinde kapana kısılmış bir tanesi de kendinden geçmiş, sinirle ötüyordu. Ev, bu cırcır böceğini saymazsak, toprağın altında gömülüymüşçesine sessizdi. Lastik çizmelerim kapının eşiğinin hemen yanındaydı. Tarlaların sınırları yelkesen şeklinde kesilmiş odunlarla belirlenmişti. Mısırlarla tütünler filizlenmeye başlamıştı, saban izlerini takip ederek yürümek daha kolay olsa da, ağaç dallarından korunmak için kollarımı yüzümün önünde tutarak patikada yürümeye devam ettim. Nefret ettiğim ağaç dalları değil, dalların arasında asılan ve kirpiklerime takılan örümcek ağlarıydı. Bu ormanlar bataklık gibi su birikintileriyle doluydu, balık zokaları kadar parlak, küçük ve kaygan karaağaç kurbağalarının cıvıltıyı andıran uğultusu havada yankılanıyordu. Ağaçlar, uzun boylu cadılar gibi, mavi ve siyahtılar. Babam neredeydi? Evden çıkarken karanlığın beni sarmaladığını hissediyordum ama uzaklaştıkça karanlık azalıyordu. Şimdi toprak çamurlu bir sarıydı. Bazı ağaçlar kül rengindeydi, üst dalları demirden dikenler gibi gökyüzüne uzanıyordu; gökyüzü koyu gri renkteydi. Az sayıda bulut görebiliyordum. Biri, bir somun ekmek şeklindeydi ve gökyüzündeki bir fabrika şehrini kamufle ediyormuşçasına parlak ve yağlı göründüğünden, ayın tam o bulutun arkasında olduğunu tahmin ettim. Bir süre sonra, evi o kadar aceleyle terk etmemiş olmayı diledim. Çizmelerim ayağıma tam oturmuyor ve şap şap ses çıkarıyordu. Sivrisinekler beni pijamamın üzerinden sokuyorlardı. Böğürtlenler kollarımı çizmişti. Keşke şapkamı takmış olsaydım, böcekler saçlarımın içinde ava çıkmıştı. Arada sırada, arkamda birisinin olduğuna dair bir his kaplıyordu içimi. Kabuksuz ağaçların üzerindeki sırıtkan kafataslarıyla veya ölü ağaç dallarından uzanan parmak kemikleriyle yüzleşmek için hızla arkaya dönüyordum. Korkularımdan biri buydu. Diğeri de, bir kokarcanın üzerine basmam ve kokusunu üzerime fışkırtması. O zaman, pijamalarımı bir çukura gömüp eve çırılçıplak koşarak dönmem gerekecekti. Ağaçlar seyrekleşiyordu. Teker teker gökyüzüne yükselen ağaçları ve sarımsı bir tarlanın kenarındaki bir sıra ağacı seçebiliyordum. Büyük kaya parçalarından oluşan bir yığından nerede olduğumu anladım. Bu tümsek, sabanla sürülmesi imkânsız olduğu için böyle bırakılmıştı. Dardı, ormanlık arazinin sonuna doğru giderek yükseliyor, bölgeye bir gemi görünümü veriyordu. Gündüz vakti, kenardan bakıldığında, adalar gibi görünen yelkesenlerin arasındaki kuşkonmaz tarlalarına oturmuş, kayadan bir pruvası, güvertesinde kargosu ve otuz yapraklı bir direği olan bir uskunaydı. Buralarda ekseriyetle kuşkonmaz vardı. Ekin hazırdı, hasada başlanmıştı. Kuşkonmaz komik görünüşlü bir mahsuldür çünkü bataklık bölgelerde büyümez. Tarlalar bir otopark gibi düz ve pürüzsüzdür. Uzaktan bakınca kuşkonmaz bitkisini göremezsiniz, ancak çok yaklaşırsanız sivri uçlarını görürsünüz; çiçeksiz, yapraksız, topraktan fışkıran şişman yeşil mumlar. Durduğum yerden, pürüzsüz, silindirle düzeltilmiş topraktan ve dalgasız denizdeki bir kabartıya benzeyen donuk parıltısından başka bir şey göremiyordum. Bir de, bu tarlaların ötesinde, babamın içinde bulunmasından korktuğum gecenin kara şeridi. Işıldayan böcekler de vardı. Cılızdılar, pek parlak da değillerdi, kibrit alevinden daha az parlıyor, aynı yerde asla birden çok olmamak üzere, titreyerek yanıp sönüyorlardı. Kendi ışıkları vardı ama başka hiçbir şeyi aydınlatmıyorlardı ve karanlığın içinde sönüp giden donuk, güvenilmez yıldızlar gibiydiler. Ama uzakta küçük bir ışık kümesi ışıldamaya devam ediyordu. Bu küme karanlıkta el yordamıyla ilerliyordu; bunlar meşaleydi ve bu ateş kümelerinin altında onları tutan insanlar olduğundan emin olduğumda, kuşkonmaz tarlaları üzerinden, bitkilerin sivri uçlarını ayaklarımla kırarak ve çizmelerimle toprağın kabuğuna bata çıka, onlara doğru koşmaya başladım. Yakınlaşınca, sıra halinde ilerleyen yüksek alevleri gördüm – alevleri bayraklar gibi dalgalanan meşaleleri başlarının üzerinde taşıyan, tek sıra halinde dizilmiş insanlardan oluşan bir kafile. Geniş kenarlı şapkaları meşalelerden gelen ışıkla aydınlanmıştı ama vücutlarını göremiyordum. Maymun Evi dediğimiz eski binanın bulunduğu, çam ağaçlıklı bölgeden çıkarak ilerliyorlardı. Gece yarısı vadideki tarlalarda yürüyen meşaleli adamlar – daha önce hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Alevlerden oluşan bir yılandı bu, sallanan bir teneke kutudaki madeni paraların sesini andıran bir tıkırtı duyduğumu sandım. Korkmaktan ziyade meraklanmıştım; kendimi o kadar iyi saklamıştım ve o kadar uzaklardaydım ki, bu şey beni korkutmuyordu. Kafile, ekinler -bir yanda taze mısır, diğer yanda kuşkonmaz- arasındaki taş duvarın öte yanında ilerlemeye devam etti. Olduğum yerde kalmalıydım. Beni görürlerse bana saldıracaklarını ve ateşe vereceklerini düşündüm. Bu düşünce ve bulunduğum yerde güvende olduğumu bilmem, beni heyecanlandırdı. Kamburlaşarak bir hendeğe doğru koştum ve yüzüstü yatarak dikkatle onları izlemeye koyuldum. Birden yönlerini değiştirdiler ve bana doğru gelmeye başladılar. Beni koşarken görmüşler miydi? Meşaleler taş duvardaki bir geçidin içinden sallanarak geçerken kalbim durayazdı ve “Aman Yarabbi, beni ateşe verecekler” diye düşündüm. Gerisingeriye hendeğin içine doğru süründüm: hendeğin suyu çizmelerime dolmaya başladığında, işte bu yatar pozisyondaydım. Kısa sürede çizmelerim su içinde kaldı. Ama ağzımı açmadım. Babamın en sevdiği hikâyelerden biri, şimdi hatırlayamadığım bir nedenden dolayı gömleğinin altında bir tilki olan ve yardım istemek için bağırmayacak kadar yiğit olduğundan, hayvanın, karnını parçalayarak yemesine izin veren Spartalı çocuğun hikâyesiydi. Islak ayaklar bunun yanında hiçbir şeydi. Yan tarafta, yerden yetişen kısa üzüm asmaları vardı. Bacaklarımın suya ve çamura battığını biliyordum, asmalara hızla asıldım ve başımın üzerine doğru çekerek, hendeğin kenarına yapıştım. Tümüyle saklanmıştım. Adamlar yakındaydı. Hâlâ gevezelik ediyorlardı -sesleri neşeliydi- ve meşalelerin hışırtılarını duyabiliyordum; alevler, bir çamaşır ipinin üzerinde dalgalanan çarşaflar gibi ses çıkarıyordu – çıtırtı yok, sadece alevin kanat çırpışları. Başımı kaldırıp baktım. Yüzlerinde çıldırmış bir ifadeyle meşale taşıyan adamları görmeyi beklerken karşılaştığım manzara üzerine neredeyse haykıracaktım. En öndeki adam, büyük bir siyah haç taşıyordu. Haç, tahtadan değildi, birbirine bağlanmış iki kalın kazıktan oluşuyordu. Dalların ağaçtan ayrıldığı yerlerde, deri üzerindeki oval biçimli yaralara benzeyen, korkunç, beyaz kesik izleri vardı. Haçı taşıyan bu adamın arkasında, ondan daha da korkunç bir başkası, kafası aşağıya sarkmış, ayakları asılı halde sallanan ve kolları öne arkaya hareket eden gevşek bir yığın şeklinde bir insan bedeni taşıyordu. Bu beden büyük, yumuşak ve ağırdı ve uzuvları korkutucu bir şekilde, gevşekçe sallanıyordu. Meşalenin ışığında, taşıyıcının yüzü sarıydı. Gülümsüyordu. Daha fazla bakmak istemiyordum. Soğuktan titriyordum. Ateşten buz elde edebilirsin, demişti babam. Şimdi ona inanıyordum. Bu ateş, içimi donduruyordu. Her tarafım çamura bulanmıştı, vücudum böcek ısırıklarıyla doluydu ve sırılsıklamdım ama yine de başımı aşağıda, ağzımı kapalı tuttum. Alevlerin sıcaklığını hissetmiş, meşalelerin kokusunu almıştım – o kadar yakınımdaydılar. Sonra, uzaklaştılar. Yavaşça başımı kaldırıp baktım ve yararak içinden geçtiğim gemi şekilli ağaçlıkta titrek ışıklar saçan meşaleleri gördüm. Ağaç dalları ateşin ışığında sıçrıyordu; hoplayarak ilerleyen çizgi ve gölgelerin oluşturduğu bu hat öte tarafa geçerek durdu ve parlamaya başladı. Hendekten sürünerek çıktım ve asmaları kenara itip çizmelerimin içindeki suyu boşalttım. Hendeğin kenarından uzaklaşmadan çamurun içinde gidebildiğim kadar gittim, olabildiğince eğilerek kuşkonmazların arasından geçip ağaçlığa girdim. Kafile artık ağaçların ötesine geçmişti. Burada, benzinle ıslanmış paçavraların kokusu ve yanık yapraklardan başka bir şey kalmamıştı. Saklanmak için uygun bir yerdi. Aslında, bir kaya yığının arkasından her şeyi görebiliyordum. Adamların ikisi kamburlarını çıkararak eğilmişti. Ölü adamı haça bağlıyor olmalıydılar çünkü bundan kısa bir süre sonra, meşalelerden oluşan çemberin alevli ışığında, üzerinde bir adam olan haçın kaldırıldığını gördüm; adamın bilekleri bükülmüş, ayak parmakları aşağıya doğru eğilmiş ve başı bir testi gibi yana düşmüştü. Korkunç bir görüntüydü ve adamların ortalığı velveleye vermesini bekliyordum. Ama, hayır, tümüyle sakin, hatta neşeli bir hava hakimdi; bu daha da kötüydü, gördüğünüz kabusun gerçek olması ve nedenini açıklayamamanız gibi. Tarlalar arasında zikzaklar çizerek ilerleme faslı sırasında fark edilmekten ve canlı canlı yakılmaktan o kadar korkmuştum ki, orada olma nedenimi unutmuştum. Yukarıya kaldırılan haçı gördüğüm anda, babamı aradığımı hatırladım. Bu hatırlama ve görme aynı anda gerçekleşti ve şöyle düşündüm: Şu ölü, çarpık adam benim babam. Orada oturup – ellerimi gözlerime bastırarak ağlamamı durdurmaya çalıştım ama başımın çok küçüldüğünü ve ıslandığını hissedene kadar zırıldamaya devam ettim. Nedenini bilmeden, bunun için suçlanacağımı düşünüyordum. Tüm yapabildiğim, izlemek ve dinlemekti. Bu kasvetli görüntüye alışmıştım, baktıkça kendimi daha da sorumlu hissediyordum; bu sanki hayalini kurmuş olduğum bir şey, kafamdan çıkan kötücül bir düşünceydi. İzlemek beni onun bir parçası yapıyordu. Üzülecek vakit yoktu. Adamların hepsi aynı anda ateşlerini suyla söndürdüler. Şimdi, bu adamlar, bu paçavralar bana doğru köpürürken, ateşten, gölgelerden ve yakılmış haçtan geriye tişörtler ve şapkalar kalmıştı -bedeni olmadan hareket eden kemik beyazı iskelet paçavralar- ve sessizlik. Ayağa kalktım ve canımı kurtarmak için koşarak kaçtım. Ben son insanım! Babam bunu sıklıkla, bağırarak söylerdi. Karanlık, kapıları kilitli olmayan evde, yatağımda, rüya görmeyip düşünürken acı çekiyordum. Kendimi küçük ve küçülmüş hissediyordum. Amerika’da savaş çıkacağına inanan babam, beni kendi ölümüne hazırlamıştı. Bütün kış “Yaklaşıyor. Burada korkunç şeyler olacak” deyip durmuştu. Huzursuz ve konuşkandı. İşaretlerin her yerde olduğunu söylerdi. Pahalı fiyatlarda, bozuk morallerde, sürekli kaygı hallerinde. İnsanların aptallığında ve açgözlülüğünde ve domuz gibi şişman olmalarında. Şehirlerde kanlı cinayetler işleniyordu ve suçlular cezalandırılmıyordu. Bu, sıradan bir savaştan çok, hiçbir tarafın tümüyle masum olmadığı bir savaş olacak, derdi. “Şişko budalalar, zayıf suçlularla savaşacak,” derdi. “Bir taraftan nefret edecek, diğerinden korkacaksın. Ulusal beyin hasarı yaşanacak. Güvenilecek kim kaldı ki?” Sesi bıkmış gibiydi ve o karla kaplı karakış günlerinde bazen oldukça kederlenirdi. Bir gün, Tiny Polski’nin borularını buz kesince sorunu çözmesi için babamı çağırmışlardı. Karda, yeni kazılmış bir çukurun kenarında durmuş, boruları, buzlarını çözmek için babamın “Thunderbox”ına bağlıyorduk. (Babam, kendisinin icat ettiği -patenti beklemede olan- bu aletle, ilk kullanım sırasında elektriği açtığında, eli akımın ulaştığı musluğun üzerinde duran Ma Polski’yi neredeyse öldürecek olmuş olmasına rağmen, gururlanıyordu.) Boruların ısınıp buhar verişini izledi. İçeride buz çatlayarak hareket ediyor ve çakıl taşları gibi tıkırdıyordu. Boruların içinde gümbürdeyerek çözülen buzların sesini keyifle dinledi ve karla kaplanmış çukurun kenarında bana döndü. “Savaş başladığında, öldürecekleri ilk kişi ben olacağım. Her zaman, önce akıllı olanları öldürürler, kendilerini akıl üstünlüğüyle yenenleri. Daha sonra, kendilerini durduracak kimse kalmayınca, birbirlerini parçalarlar. Bu güzelim ülkeyi kahrolası bir mağaraya çevirecekler.” Sözlerinde çaresizlik değil, sadece gerçekçilik vardı. Savaşın çıkacağı kesindi ama o hâlâ umutluydu. ‘Kendine ve bize’ güvendiğini söyledi. “Sizi uzaklara götüreceğim – eşyalarımızı toplayacağız ve gideceğiz. Kapıyı yüzlerine kapatacağız.” Yola çıkma, uzaklara gitme, aklı ve alet kutusundan başka hiçbir şeyi olmadan, boş bir yerde her şeye yeniden başlama fikrini seviyordu. “Önce beni alacaklar.” “Hayır.” “Her zaman önce akıllı olanları alırlar.” Bunu inkâr edemezdim. O, tanıdığım en akıllı adamdı. İlk ölmesi gereken o olacaktı. Gece yarısı yürüyüş yapan o kafileyi ve çarmıha gerilmiş cesedi görene kadar, birisinin nasıl olup da onu öldürebileceğini aklım almazdı. Ama o gece yetmişti. Artık ikna olmuştum ve yalnızdım. Tanıdığım en güçlü adam, iki sırığın üzerine gerilmiş ve bir mısır tarlasında terkedilmişti. Bu, dünyanın sonuydu. “Ben son insanım Charlie!” Karanlık saatler sona eriyordu. Kısa süre içerisinde sabah olacaktı ve herkesle yüzleşip babamın bunu öngördüğünü anlatmam gerekecekti. Yatağıma uzandım ve babamın bu ülkenin yok olmaya mahkûm olduğunu söylediğini düşündüm. Bizi kurtaracağına ve çok geç olmadan uzaklara götüreceğine söz vermişti. Ama artık yoktu, ben diğerlerini kurtaramayacak kadar güçsüzdüm ve gecenin en soğuk vaktinde gördüğüm son rüyada, paçavralar içindeki annemi, ikizleri ve Jerry’yi, yara almış bir güneşin ve kan rengine bürünmüş bir gökyüzünün altında, yanan tarlalardan, dumanın içinden, yiyecek hiçbir şeyimiz olmadan geçirdiğimi görmüştüm. Bana güveniyorlardı ama ben onları yanlış yöne götürdüğümü biliyor ve bunu söylemeye korkuyordum. Babamın yaralı, kırmızı siyah gökyüzünde beliren alaycı yüzü, biz uzun süre yürüdükten sonra bana, “Nerede kaldın, oğlum?” diyordu. Gözlerimi ellerimle kapattım. Hâlâ rüya görüyordum, her yanım ağrıyordu. Annem ve çocuklar arkamda, felaket önümdeydi ve kaçış yoktu. “Nerede ka-?” Uyandım ve yüzünü gördüm; güneşten yanmış ve kızgın yüzünü; kalkıp oturdum çünkü bana vurmasını bekliyordum – ölü olduğu için, yanımda ayakta durduğu için korkuyordum. Purosu, rüya görmediğimin işaretiydi. Ağlayamayacak kadar şoktaydım. “Kötü bir rüya gördüm.” Hepsinin rüya olduğunu düşündüm: meşaleli adamlar, çarmıha gerilmiş ceset, gülen vahşiler, yaralı güneş ve gökyüzü. Çok mutluydum. Güneş yatak odamın perdelerini ağartıyor, kuşlar bana cıvıldıyordu. “Rüyanda zehirli sarmaşık görmüş olmalısın” dedi babam. “Şimdiye kadar gördüğüm en ağır vaka.” O bunu derken, her yanım ağrımaya başladı. Yüzüm pürtüklü ve hassastı, kollarım da. “Dokunma. Yayacaksın. Yatağından çık ve şunların üzerine bir şey sür.” Odadan çıkmak için arkasını döndü, elbiselerimi giyerken bana “Çalılıklarda haytalık ediyordun – yaptığın buydu,” dedi. Eşikteki gevşek tahta her şeyin normal olduğunun işaretiydi. Kahvenin ve domuz pastırmasının kokusunu aldım, ikizlerin bağrışma seslerini duydum ve kendimi hiç olmadığım kadar neşeli hissettim. Banyoya gittim. Yüzüm aynada bir nar gibi görünüyordu; kollarım ve omuzlarım, zehirli sarmaşık iltihabıyla doluydu. İltihabın üzerine kalamin losyonu sürdüm ve mutfağa seğirttim. “Bu bir hayalet” dedi bembeyaz yüzümü gören Jerry. “Ah yazık sana,” dedi annem. Önüme yumurta dolu bir tabak koydu ve başımı öptü. Babam, “Kendi hatası,” dedi. Ama, hiç önemi yoktu, gördüklerimden sonra, bir zehirli sarmaşık vakası olmak kurtuluş gibi geliyordu. “Yemeğini bitir,” dedi babam. “Halledecek işlerimiz var.” Çalışmak, alet kutusunu taşımak, ona yağ tenekesini uzatmak, kölesi olmak ve istediği her şeyi yapmak istiyordum. Cezalandırılmayı hak ediyordum. O meşaleleri ve o adamları unutmak istiyordum. Yine on üç yaşındaydım. Kırk yaşında gibi hissetmiştim. Babam, “İşin bitince atölyeye gel, ” dedi. “Zavallı Charlie,” dedi annem. “Yüzün nerede böyle oldu?” Yumuşak bir sesle “Çalılıklarda boş boş dolanıyordum, anne. Benim hatam,” dedim. Başını salladı ve gülümsedi. Üzgün olduğumu biliyordu. “Anne!” diye bağırdı Jerry. “Charlie o yüzüyle bana bakıyor!” Babamın atölyesi evin arka tarafındaydı. Raflara çivilenmiş karton parçaları üzerine karalanmış sloganlar ve alıntılar, aletler, borular, kablo bobinleri ve çeşit çeşit makineler vardı. Envai çeşit makina, bir yağlama tabancası ve atölyeye bir cephanelik havası veren torna tezgâhından başka, Thunderbox’ı ve “Atom Ezicim” adını verdiği çok işlevli acayip bir aleti de vardı. Yerin üzerinde, baharın büyük bir bölümünde kurup düzeltmekle uğraştığı, bir sandık boyutunda ama dikey duran tahtadan bir kutu vardı. Kutuda kablo ve motor yoktu. Parçalarını bir alev lambası kullanarak birleştirmişti. İçi borular, ızgaralar ve haznelerle dolu, altında bakırdan bir boru takımı ve üst kısımdaki teneke kutuya giden bir kapıcık vardı. Gazyağı kokuyordu ve bir çeşit fırın olduğunu sanıyordum çünkü arka tarafına bir baca tutturulmuştu. Babam bu şeyi kamyonete yüklememiz gerektiğini söyledi. Kaldırmaya çalıştım. Kımıldatamadım. “Fıtık olmak mı istiyorsun?” dedi babam. Fazlasıyla titiz bir ihtimamla ve hiç aceleye getirmeden, üç ayaklı bir sehpa üzerine bir palanga kurdu; borularla donanmış bu kutuyu sallandırarak kamyonete yerleştirdik. “Nedir bu?”

Paul Theroux – Sivrisinek Sahili
PDF Kitap İndir |