Peter Driscoll – Barboza Belgeleri

Çalılıkların arkasına pusu kuran silahlı adamların hayal gibi birdenbire belirivermelerini, çocuk, korku dolu bir kadın çığlığının hafif patlama sesiyle kısılmasından anladı. Babasının kulübesinde uyuklarken, köyü saran bağrışmaları, sert sesle verilen emirleri duyup gözlerini açtı ve uyku sersemi bu halde yatağın üstüne oturdu. Birkaç dakika sonra sert ayak sesleri kapının önünde kesildi. Adam kulübenin içindeki loş ışığa alışmak için gözlerini kırpıştırarak bakıyordu. Sonra başım eğip kapıdan içeri girdi. Omuzundan tüfek sallanan biçimsiz iri gövdesinin gölgesi tavana vuruyordu. Çocuğun üstüne eğilip, kabaca kolundan tutarak yatağın dışına çekti. «Fora! Ande!» Söylenenlerden anlam çıkaramayan çocuk aval aval karşısında duran adamın karanlık yüzüne baktı. Sonra böğrüne yediği tekmenin acısıyla, saman kaplı yere düşüp kıvrandı. Davetsiz konuk tekrar çocuğun kolundan yakalayıp, yerden kaldırdı ve kulübenin kapısına doğru sürükledi. Omuzundan sallanan tüfeği dışarı çıkarken kapıya takılınca, anlaşılmaz bir dilde küfürler savurdu. Çocuğun sırtında eski yırtık bir şort vardı. Hava ılık olduğu halde ayağa kalkarken titriyordu. Uyku sersemliği ise şimdi korkuya dönüşmüştü. Köyün diğer ucunda ateşe verilen kulübenin ot duvarlarını ve bambu çerçevelerini saran alevler bir anda dama yükseldi.


Baskıncılar yakaladıkları insanları birer ikişer köyün meydanına doğru sürüklüyorlardı. Bağırarak köylüleri uyarmaya çabalayan kadın, şimdi kulübesinin kapısının önünde garip bir pozda yerde yatıyordu. Çocuk inanmaz gözlerle, iğrenç kan gölünün içinde yatan solgun yüze bakınca, kadının kafasının arka tarafının uçmuş olduğunu gördü. «Ande!.» Tüfeğin dipçiğini kürek kemiklerinin ortasına yiyen çocuk, hâlâ şaşkınlık içinde, kurumuş çamur döşeli dört köşe alanda toplanan insanların arasına karıştı. Köylülerin çoğu büzülerek yere çömelmiş veya birbirlerine sokulmuş oturuyorlardı. Hepsinin bakışları korku doluydu. Kadınlar çocuklarını sıkıca bağırlarına basmışlar, erkekler ise sessizce dikkat kesilmişlerdi. Köyün muhtarı olan babasının kalabalığın önünde yere çömelmiş oturduğunu gören çocuk gidip onun yanma sokuldu. Köyün önderinden hafif cesaret alan çocuk usulca «Bizden ne istiyorlar?» diye sordu. Yaşlı adam «Sus kımıldama» diye mırıldandı. Davetsiz gelen konuklara, saldırmayı bekleyen köpeğin bıkkın gözleriyle bakıyordu. Adamların bazıları kulübelerin arasında dolaşırken, sekiz on tanesi de, alanda toplanan köylülerin etrafını sarmışlardı. Görünümleri kadar, yürüyüş ve davranışları da yabancı olduklarını açıkça ortaya koyuyordu. Kaba görünümlerini garip giyimler içinde gizlemişlerdi.

Sanki sırtlarmdaki çanta ve silahların ağırlıkları altında ezilmiş gibiydiler. Komutan olduğundan kuşku duyulmayan, iri yarı uzun boylu adam, çocuğun anlamadığı dilde buyruklar verdi. Ve hemen ardından bazı kulübeler ateşe verilince, köy bir alev denizine dönüştü. Dehşet çığlıkları boşlukta titreşiyor, dağlanıp yanan hayvanların deri kokuları havayı sarıyordu. Hayvan sürüleri diri diri ağıllarında kızarıyorlardı. Çocuk telaşla, «Bizden ne istiyorlar?» diye fısıldadı. «Bize ne yapacaklar?» Yaşlı muhtar yanıt vermedi. Başlarına gelecek belanın söylentileri oğlunun kulağına çalınmıştı. O sabah helikopterle gelen beyaz adam ve askerlerinin babasıyla yaptıkları konuşmalardan sonra tartışmalar alıp yürümüştü. Muhtar da tüm şimşekleri üstüne çekmişti. Oğlan ise korku ve merak arasında bocalıyordu, bu güne dek ne beyaz adam ne de helikopter görmüştü. Kumandan alanın diğer ucuna geçmişti. Huzursuzlaşan nöbetçiler, karşılarında titreşerek bekleyen köylülere galiz laflar atmaya başladılar. Adamlardan biri aniden köylülerin arasına dalıp, genç bir kızı bileğinden çekerek ayağa kaldırdı. Şaşkın ve korku içinde beklediği grubun arasından öne doğru itekledi.

Ve elini uzatıp kızın sırtmdaki uzun Khenga’ sini bir çekişte yırtınca, zavallının çırılçıplak vücudu meydana çıktı. Bu görünüm karşısında çaresizlik içinde kıvranan köyün erkekleri utançla başlarını başka yönlere çevirdiler. Kızın, ince ve diri vücudunu gören nöbetçilerin yılışık, adice gülümsemeleri hızla değişiverdi. Yabancılara bakarken yüzü korkudan çirkin bir maskeye dönüşen kız, beceriksizce elleriyle göğüslerini ve cinsel organını örtmeye çalıştı. Fakat askerler kızın duyduğu korkudan tahrik olmuşlardı. Giysiyi yırtan adam, tüfeğinin namlusunu, kızın birbirinin üstüne kavuşturduğu uyluklarının arasına sokup, yukarıya doğru dürtükliyerek bacaklarını açmaya zorladı. Kız duyuğu acıyla inliyerek olduğu yerde kıvranınca köyün yaşlı muhtarı ayağa fırladı. Boğuk ve sert sesle «Kızı rahat bırakın» diye bağırdı. Adamlar şaşkınlık içinde ihtiyardan yana baktılar. «Onu rahat bırakın. İsterseniz beni öldürebilirsiniz ama kadınlarımıza dokunmayın.» Kıza eziyet eden adam, tüfeğini kızın bacakları arasından geri çekip muhtara doğru yürüdü. Gözleri kin ve ihtirasla parlıyordu. Tüfeğini ters çevirip, omuzuna kaldırdı ve silahının dipçiğini yaşlı adamın yüzünden bir kaç santim uzakta tuttu. «Que e que tem, avo?» «Kadınları rahat bırakın.

» Asker sırıtarak, tüfeğin dibçiğini muhtarın yüzüne vurdu. Şaşkınlıktan soluğu kesilen yaşlı adam dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kemiğe kadar yarılan yanağından oluk gibi kan akıyordu. Şaşkınlığını üstünden atan çocuk korku dolu çılgın gözlerle etrafına bakıyordu. İçinde büyüyen panik duygusuyla başlarına neler geleceğinin bilincine varmıştı. Kimse neler olduğunun farkında değil miydi? Yoksa kendilerini, en kötü savaşlarda bile insan oğlunun yapmayacağı bazı şeylerin var olduğuna mı inandırmaya çalışıyorlardı? Babasının davranışının boşa gittiğini biliyordu. Canını önermişti ama, onun yaşamının bir değeri olmadığı yargısına daha önceden varılmıştı. Nöbetçi arkasını dönüp yerdeki adamın yanından uzaklaştı. Fakat şimdi adamların önderi alanın diğer ucundan geri gelmişti. Çıplak kızı görünce, kollarından tutan iki askere sert sesle bir şeyler söyledi. Sonra kanlar içinde yere eğilen yaşlı adama bakıp, kendi dillerinde bir cümle mırıldandı. «Baba hıyanetliğin bedelini bilirsin.» Muhtar korku dolu gözlerle yabancının yüzüne baktı, yanıt vermedi. Komutan parmaklarını şaklattı: adamlar isteksizce kızın kollarını bırakıp, köylülerin arasına ittiler. Tutsakların çevresini saran nöbetçiler, durdukları yerden uzaklaştılar.

Ön tarafta bir kaç kişi kaldı. Buyruk verilince, sert metal şakırtılarıyla, silahlarını havaya kaldırdılar. Zaten hiç sesleri çıkmayan insanların üstüne daha koyu sessizlik çöktü. Alevlerin çıtırdıları ve yanarak ölen hayvanların iniltileri bile kesilmişti. Köylüler korkudan bir araya toplandılar. Çocuk ayağa fırlayıp çılgın gibi koşmaya başladı.İçinde kopan panikle, kör gibi yakındaki iki nöbetçinin arasından geçip koştu. Arkasından birinin bağırdığını duydu. Meydanın ortasında duran adamlardan biri tüfeğini omzuna aldı, ateş etmeden bir an önce durup, köylülerin koşan şekli izlemelerine fırsat tanıdı. Çocuk etini delip geçen kurşunun acısını duydu, sanki birisi şiddetle dizinin altına tekme vurmuştu. Tökezlenerek tozların arasına yuvarlandı, sonra ayağa kalkıp tekrar koştu. Sağ bacağı hantalca sallandığı halde, hâlâ üstüne basıp koşabiliyordu. Köyün kenarındaki rnango koruluğundan pek uzakta sayılmazdı. Çevik adımlarla sendeleyerek, ağaçların arasına dalınca arkasından bağırdıklarını, iki el daha ateş ettiklerini duydu. Mango ağaçlarının arasından kendisini bereleyip zedeliyerek kuzeye, çalılıklara uzanan yolu bulmaya çabalayarak ilerledi.

Kollarına ve şortuna takılan dikenler derisini çiziyorlardı. Çıplak ayakları uyuşana dek dar patikadan yürüdü. Yorgunluktan bacakları kendisini taşıyamıyacak hale gelip de, patikanın kenarındaki diken gibi otların arasına düşünceye, boğulurcasma hıçkırarak soluk alana dek koştu. Sonra kustu. Daha sonra yattığı yerden kalkıp oturunca, ilk kez bacağındaki acıyı hissetti. Kurşun tam sağ diz kapağının altındaki kası delip geçmişti. Kurşun deliklerinden koyu yapışkan kan akıyordu, yaranın etrafındaki et ise morarıp şişmişti. Çok uzaklardan, kulağına bir seri otomatik silah atışı ve çığlıklar geldi. Sonra geride kalan tek tük bağrışmalar da birer kurşun sesiyle susturuldu. Çocuk sırtındaki şortunu çıkartıp, yırttı ve sıkıca dizinin etrafına sardı. Fakat şimdi ayağa kalkmaya çabalayınca, yaranın acısına dayanamıyordu. Bacağı da kendisini taşımıyordu artık. Vücudunun ağırlığını taşıyabilecek bir akasya dalı bulana dek patikada emekliyerek ilerledi. Sol ayağının üstüne basıp yerden kalktı ve yerde bulduğu dala iki eliyle tutunarak, tekrar yere düşene dek sekerek ilerledi. Bu kez artık ayağa kalkacak kadar da gücü kalmadığını biliyordu.

Elinden geldiğince vücudunu sürükleyerek yoldan uzaklaştı ve çalılıkların derinliklerinde bir karınca tepeciğinin yanında çırılçıplak üşüyerek yattı. Düşünceleri geçirdiği şoktan sanki felç olmuştu. Kısa süre sonra birbirlerine seslenerek kendisini arayan adamların çıkardıkları gürültüleri duydu. Kan ızıerini takip etmişlerdi ama, bacağını bağladığı yerde izler birdenbire yok olmuştu. Adamlar araştırmaları fazla sürdürmediler. Çalılıkların arasına dağılıp, üstünkörü bir araştırma yapmak istediler fakat sonra aralarında çıkan bazı tartışmalar yüzünden geri dönüp köye gittiler. Çocuk her nasılda uykuya daldı. Uyandığı zaman şafak söktüğünü görünce şaşırdı. Vücudu berelenmiş, soğuktan kaskatı kesilmişti; bacağı da korkunç şekilde sancıyordu, fakat boğazı paralamrcasma susamıştı. Sopasını eline alıp, yola doğru emekledi, ve ayağa kalktı. Köye dönerse dereden su içebilirdi. Fakat ya adamlar hâlâ orada kendisini bekliyorlarsa ne olacaktı? Kuzeyde ise bir yerlere sığınabilirdi. Çok uzun bir yoldu ama başka seçeneği yoktu. Köye arkasını dönüp patikadan sekerek ilerlemeye başladı. BÖLÜM BİR KASIM 15, CUMARTESİ Güney Afrika sınırından, Lourenço Marques’e üçte iki uzaklıkta bulunan Moambo, köyünden sık sık geçtiğim halde, o güne dek, bir iki düzine toprak renkli ufak binaların, güneş altında kurutulmaya bırakılan çanak çömlek gibi dizildiklerinin farkında değildim.

Köyün tren istasyonu, tek elle çalıştırılan benzin pompası bulunan küçük bir garajı ve Afrikalıların verandasında uyuklayarak vakit öldürdükleri bir tür sürekli kampa dönüştürdükleri, sineklerden göz gözü görmeyen duvarlarında eski politik sloganlar yazan bir kantini vardı. Bu kantinden yirmi yarda aşağıda ise köyün tarlalarına açılan tozlu yolun hemen başında morg bulunuyordu. Morg binasının iki yanında tozlu mor kadife perdeyle kaplı vitrinler vardı. Zenci polis müdürü müfettiş Akimo’ya geçmesi için tel kapıyı açıp bekledim. Adam davranışıma aldırmadan kapıdan içeri girince peşine takılıp onu izledim. Loş morgtaki ışığa gözlerimi alıştırabilmem birkaç saniye sürdü. Duvarlarda morglarda Portekiz zevkini gösteren, yaldızlı çerçeveler içinde ölen kişilerin resimleri ve plastik çiçeklerle süslenmiş şeffaf haçlar asılıydı. Siyah saten ceketli cenaze kaldırıcısı masanın arkasından kalkıp başıyla bizi selamladı. Akimo sert sesle kısaca kendisini tanıştırdı. «Merhum Ricardo Gomez’le mi ilgili?» «Evet. Senyor Joseph Hickey cesedi teşhise geldi.» Cenaze kaldırıcısı mekanik bir şekilde benden yana, «Başınız sağ olsun, başınız sağ olsun» diye mırıldandıktan sonra, «Lütfen bu tarafa gelir misiniz?» dedi. Adam, din ayinlerine gelen yaşlı akrabalara hizmet etmeye alışmıştı. Beni de bunlardan biri sanması içimde açıklamaya gerek duymadığım bir sıkıntı yarattı. Dilim, damağım kurumuştu.

Cenaze kaldırıcısı bizi, içinde tabut dolu küçük bir odadan geçirip, arka tarafta cenazeleri yükleme salonu olarak kullanılan ve Dodge marka eski bir cenaze arabasının durduğu bir yere soktu. Sonra soğuk hava tabutlarının bulunduğu gözlerden birini açtı. Cesedin üstündeki örtüyü çekince Akimo eliyle beni çağırdı. Bir zamanlar ben de polistim. Trafik kazalarında canveren çok ceset gördüğüm için neyle karşılaşacağımı tahmin edebiliyordum. Emniyet kemerini bağlamadan, saatte seksen kilometre hızla giden bir arabanın içinde birdenbire ön camdan fırlamanın herkesin üstünde aynı etkiyi yaptığını görmüştüm. O sabaha kadar Lourenjo Maraues’deki temsilcim olan Ricardo Gomez tanınmıyacak halde değildi. Pek ağır yaralandığı söylenemezdi. Çarpma sonucu ani beyin ve iç kanamasından ölmüştü. Doğrusunu söylemek gerekirse Gomez çok şanslıydı. Yolun kırk yarda uzaklığmdaki beton varillere çarpar çarpmaz ölmüştü. Akimo belirli bir süre saygıyla bekledikten sonra «Evet?» diye sordu. «Evet. O» dedim. «Onun olduğuna kuşku yok.

» «İmzala.» Müfettiş, cahil bir kimse tarafından kargacık, burgacık yazılarla, özel ayrıntılarla doldurulmuş beyaz teşhis belgesini bana uzattı. Kel kafalı, tombul çift gerdanlı, kurt yeniği gibi delik deşik maun yüzlü bu ters adam bir saat önce Johennesburg’dan DETA Havayollarına ait geldiğim uçağı karşılamıştı. Pasaportumu inceledikten sonra, dalgınlıkla gömleğinin üst cebine yerleştirir gibi yapmış ve şimdiye dek geri verme eğilimini göstermemişti. Elimdeki formu cenaze arabasının üstüne koyup imzamı atıp geri verdim. «Hepsi bu kadar mı?» «Şimdilik.» «Zamanınızı boşa geçirmeniz beni ilgilendirmez ama benim vaktim çok değerlidir.» «Boşa geçirmek ha?» Akimo kaşlarını çatıp, kuşkuyla yüzüme baktı. «Eskiden polis olduğunu söyledin… Nerde? Kenya’da mı?» «Çok uzun yıllar önce, daha iyi para kazanacak yolların olduğunu bilmediğim günlerde.» «Kesin teşhisin, ölüm soruşturmalarının ilk adımı olduğunu bilmen gerek.» «Neden beni seçtin? Onu burada daha yakından tanıyanlar vardır.» «Birdenbire hiç kimse tanıdığını itiraf etmek istemiyor. Mozambik’de hiç akrabası da yok.» «Eski karısı var.» «Onu tanıyor musun?»

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir