Peter Handke – Cocugun Oykusu

İleride bir çocukla birlikte yaşamak, yeniyetme için bir gelecek düşüydü. Sessizce sürdürülen birliktelik, bir an süren bakışmalar, onun yanına çömelmek, saçlardaki düzensiz bir yiv ve mutlu bir uyumun yakınlık ve enginliğine ilişkin hayalleri de, bu düşün parçasıydılar. Hep dönüp geri gelen bu tablonun ışığı karanlıktı; yağmurun başlamasından hemen önce, otlardan bir halenin sarmaladığı, kaba bir kumla kaplı boş bir avlunun ortasında, hiç açık seçik görülmeyen, hep sırtında, ardında hissedilen bir evin önü, yüksek, geniş, yer yer uğuldayan ağaçların, sık örgülü yaprakların altı. Çocuk düşüncesi de, geleceğe yönelik belirleyici olduklarına inandığı diğer iki büyük beklentisi gibi, alabildiğine doğaldı; kendisi için yaratıldığına inandığı ve baştan beri bilmediği çevrelerde hep ona doğru yönelen bir kadının ve ona insanca bir özgürlük sözü veren bir mesleğin varlığıyla ilgili diğer iki beklentisi gibi; oysa tabii ki bu üç özlem, bir kez olsun tek bir tabloda, bir arada görünmemişlerdi ona. Arzulanan çocuğun doğduğu gün, yetişkin kliniğin yakınlarındaki bir spor sahasının kenarında duruyordu. İlkbaharda, açık, güneşli bir pazar gününün öğlen öncesiydi; kale önündeki su birikintileri, maç boyunca çiğnene çiğnene, içinden dumanlar yükselen bir balçığa dönüşmüşlerdi. Kliniğe geldiğinde çok geç kaldığını öğrendi; çocuk gelmişti bile. (Belki doğum olayına şahit olmaktan da çekinmişti biraz.) Karısı, tekerlekli yatakta, koridor boyunca önünden geçirildi, ağzı kuruyup bembeyaz olmuştu. Bir önceki geceyi, kendisinden başka hiçbir şey bulunmayan bir acil durum odasında, çok yüksek bir tekerlekli yatağın üzerinde bekleyerek geçirmişti kadın; adam onun evde unuttuğu bir şeyi oraya götürdüğünde, ikisinin arasında, elindeki plastik torbayla kapıda duran adam ve çıplak odanın ortasındaki yüksek metal yatakta yatan kadın arasında, bir an için derin bir sevecenlik doğmuştu. Oda oldukça büyük. Aralarında alışmadıkları bir uzaklık var. Kapıdan yatağa uzanan hat üzerinde, çıplak muşamba döşeme, çiğ ve cızırdayan bir neon ışığıyla parlıyor. Elektrik düğmesine basılınca titreyerek yanan ışıkta kadının yüzü, bir şaşkınlık ya da korku ifadesi göstermeksizin, içeri girene çevrilmişti. İçeriye giren adamın ardında, binanın gölgeli, geniş koridorları ve merdivenleri, geceyansından çok sonra kentin boş sokaklarında da süren, hiçbir şeyin bozamayacağı eşsiz bir barış halesi içinde üzüyorlardı.


Çocuk, camlı bölmenin ardından gösterildiğinde, yetişkin yeni doğmuş bir bebek değil, eksiksiz bir insan gördü orada. (Alışılmış bebek yüzü, yalnızca daha sonraki fotoğraflarda görülüyordu.) Bir kız çocuğu olmasını hemen benimsedi; ancak tersi de olsaydı -bunu ileride anladı- aynı sevinci duyacaktı. Camın ardından ona gösterilen şey, “kızı”, hatta “evladı” değil, bir çocuktu. Şöyle düşündü adam: Çocuk hoşnut. Dünyada olmaktan hoşlanıyor. Çocuğun farklı özelliklerinden bağımsız olarak, salt çocuk olgusu neşe saçıyor – masumiyet ruhun bir biçimiydi!- ve sanki bir hırsız gibi, gizlice dışarıya çıkarak adama da bulaşıyordu; öyle ki orada, bir daha hiç dağılmayacak gizli bir çete kurdular ikisi. Güneş salona vuruyor ve bir tepenin üzerindeler. Adamın çocuğa bakarken duyduğu yalnızca sorumluluk değildi; tersine onu koruma hevesi ve bir yabansılıktı: orada iki ayağının üzerinde durabildiği ve ansızın güçlendiği duyumu. Yetişkin evde, henüz ıssız olan, fakat her şeyin yeni doğmuş çocuğun gelişine göre düzenlendiği dairede, her zamankinden daha uzun süren bir banyo aldı, sanki yaşamının tüm eziyetlerini biraz önce geride bırakmış gibi. Gerçekten de o sıralarda, amaçladığı şeyi, yani doğal, sıradan, ancak bir yasaya da uygun olanı yakaladığına inandığı bir çalışmayı henüz tamamlamıştı. Yeni doğmuş çocuk; başarıyla sona erdirilmiş iş; kadınla geceyarısı yaşadıkları o beklenmedik uyum anı: Orada, buharlaşan sıcak suyun içinde uzanmış insan, kendisini ilk kez küçük, belki gösterişsiz ama kendine uygun bir yetkinlik içinde görüyor. Bu duygu onu dışarıya, caddelerin, şimdi bir kereliğine yurtsadığı bir metropolün yollarına dönüştükleri, açık havaya çekiyor; böyle bir günde, o yollarda bir-başına-yürümek bir şenlik. Kim olduğumu hiç kimsenin bilmemesi de bunun bir parçası. \ Bu, uzun bir süre için, gerçekleşen son uyum oldu.

Çocuk eve geldikten sonra, yetişkin de, çoğunlukla daha küçük kardeşlerinin bakıcısı olarak geçirdiği, boğucu gençliğine geri dönmüş gibi oldu. Geçmiş yıllarda açık yollar, sinemalar ve bunlarla gelen göçebelik duygusu kanına işlemişti; varoluşun serüven dolu ve sözü edilmeye değer bir şey olarak göründüğü gündüz düşlerine, diye düşünüyordu, hiç yer kalmazdı yoksa. Ama başına buyruk olduğu tüm bu zaman boyunca, “yaşamını değiştirmek zorundasın”, hep yakıcı bir cümle gibi etkisi altına almamış mıydı onu? Şimdi yaşam, zorunlu olarak, kökten değişmişti ve başta olsa olsa birkaç küçük değişikliği göze almış olan yetişkin, kendini eve kapatılmış gibi görüyor ve geceleri, ağlayan çocuğu, evin içinde saatler süren daireler çizerek dolaştırırken, tükenmiş imgelemiyle, artık yaşamın uzun bir zaman için bittiğini düşünüyordu. Bundan önceki yıllarda da karısıyla sık sık anlaşmazlığa düşmüştü. İşini yerine getirirken, kadının gösterdiği titizlik ve coşkuya saygı duyuyordu gerçi -işini yerine getirmekten çok, bir büyü yapar gibiydi, öyle ki dışarıdan bakan biri için, işin tüm zahmeti gizli kalıyordu- ve kendini kadından tümüyle sorumlu tutuyordu; ancak yine de içten içe birbirlerine uygun olmadıklarını bildiğine, ortak yaşamlarının bir yalan, bir zamanlar kendisiyle birlikte olacak kadın için kurduğu düşle karşılaştırıldığında, bir saçmalık olduğuna inanıyordu. Bazen bu evliliğe yaşamının yanlışı olarak lanet okuyordu hatta. Ama bu dönemsel ıo uyumsuzluk, asıl çocukla birlikte kesinkes bir bölünmeye dönüştü. Hiçbir zaman doğru dürüst karı koca olamadıkları gibi, baştan beri bir ana baba da olamamışlardı. Geceleri, huzursuzlanan çocuğun yanına gitmek adam için apaçık bir gereklilik iken, kadın böyle yapılmaması gerektiğine inanıyordu ve yalnızca bu bile, kadının hain bir suskunluk, neredeyse düşmanlık içine girmesine neden oluyordu. Her ne kadar deneyimlerin sonucu olsalar da, adamın bir bütün olarak küçümsediği, uzmanların kitaplarıyla davranış kurallarına bağlıydı kadın. Bu kitaplar ve kurallar, adamı, çocukla arasındaki sırlara izinsiz ve küstah bir biçimde karı-şılıyormuşçasına öfkelendiriyorlardı hatta. Daha ilk görüntü bile -yeni doğmuş çocuğun camın ardındaki, kendi tırnaklarıyla çizilmiş, ama yine de alabildiğine dingin yüzü-dünyayı yerinden oynatabilecek kadar gerçek değil miydi; öyle ki bu yüzü bir kez gören herkes yapılacak şeyin ne olduğunu mutlaka bilirdi. Ama şimdi, tam da bundan ötürü durmadan yakınıyordu kadın: Klinikte onu o ilk yol gösterici bakıştan yoksun bırakmışlardı. Yüzeysel şeylerle uğ-raştırıldığı için doğum anını kaçırmış, böylece bir şeyleri sonsuza dek yitirmişti. Çocuk sahici gelmiyordu ona; yanlış bir şey yapmak korkusu ve yabancı kurallara uyması bundandı.

Adam onu anlamıyordu: Çocuk doğar doğmaz, deyim yerindeyse kadının kucağına verilmemiş miydi? Üstelik kadının çocuğa, kendisine oranla hem daha ustaca, hem de daha sabırlı davrandığını da görüyordu. Kadının ilgisi sürekli ve canlı değil miydi? Oysa adam okşayan eliyle, hasta ya da uykusuz olan öteki yaratığa, aradaki sınırları ortadan kaldıracak tek bir nabız atışı üzerinden içini tam bir yaşam ve huzur efsunu gibi aktarabilmişçesine, o kısaıı cık mutluluğu yakalar yakalamaz tüm enerjisini yitiriyor ve ardından, artık yalnızca can sıkıntısı içinde, kendini açık havaya atabilmek için apaçık bir hırs duyarak çocuğun yanında çilesini dolduruyordu. Üstelik böyle bir durumda, dış dünyadan gelen şeylerin neredeyse yalnızca düşman güçler olması, sanki bir kural gereği gibiydi. Sözgelimi, çocuk eve gelir gelmez, caddenin karşı yakasında bir “Büyük Proje”nin inşaatına başlanıyor ve ortalık gece gündüz buharlı şahmerdanların gürültüsüyle inliyor; bunun sonucunda yetişkinin o sıralardaki temel uğraşı müteahhite mektuplar yazmak oluyor; neden sonra tepkisini sadece bir şaşkınlık biçiminde gösteriyor müteahhit: zira “ilk kez vaki oluyordu ki”, vs., vs. Buna karşın bu aksilikler de, insana acı veren kasvet ve tutukluklar da, geçip gittikten sonra yalnızca istekle hatırlanırlar. Geriye kalan ve geçerli olan, belleğin yüceltmeyi amaçlamadan, “Bu benim yaşamım” deme kararlılığı içinde, sanki kalıcı bir zafer kazanmış gibi hep yeniden döndüğü bir imgeydi; bu anı kırıntıları, olaylara bakılacak olsa, aslında bir donup kalma dönemi sayılması gereken o dönemde bile sürüp giden, insanı ileriye götüren bir varoluş enerjisini ortaya çıkarıyordu. -Kadın kısa bir süre sonra yeniden işine başladı, adamsa çocuğu kentte uzun gezintilere çıkarıyordu. Artık alıştığı, kalabalık bulvarın karşı yönünde görülen o eski, kasvetli, birömek mahallelerin arasından yeryüzü çeşit çeşit renklerle parlıyor ve daha önceleri bu kentin hiçbir yerinde görülmemiş bir biçimde, gökyüzünün dokusuna işliyordu. Bu kent, işte asıl bu gö-riintüyle, ve kaldırımla sokak arasında inilip çıkılırken ileri geri çekilen çocuk arabasının kenarındaki manivelayla, çocuğun doğduğu kent oluyor. Yaprakların gölgeleri, yağmur birikintileri ve kar ayazı, şimdiye dek hiç bu denli belirgin algılanmamış mevsimleri imliyor. Paydos saatinde genişleyen alanlarda, tipi altında bir koşturmanın ardından, gerekli ilacın bulunduğu o “nöbetçi eczane” de kendine özgü, farklı bir yer duygusu oluşturuyor. Bir başka kış akşamı evde televizyon açılmış; televizyonun önünde, çevresinde dolaşan ve sonunda bitkin düşerek, üzerinde uyuya-kalan çocukla birlikte adam; kamının üzerindeki küçük, ılık ağırlıkla birlikte televizyon seyretmek, birdenbire zevk oluveriyor. Oldukça uzaktaki banliyö treni istasyonundan akılda (o sıralarda gerçekten de yaklaşmakta olan) bir noel akşamı duygusu kalıyor hatta: Yetişkin, peronda yalnız olduğu halde, orada boş gezen bir meraklı ya da eskiden olduğu gibi, yalnız birisi değil, kendisine emanet edilmiş çocuğa ev arayan bir haberci gibi duruyor (yoksa evlerini değiştirmeleri gerçekten söz konusu değil miydi?). Yadırgatacak kadar boş, bir kristal berraklığıyla beliren bekleme salonu; kapalı, ama zengin büfe; bir yay çizen rayların, uzak ışıklar gibi parladığı aşağıdaki tren yolu kanalında kar ayazı; tüm bunlar, yetişkinin yanı sıra eve götüreceği iyi haberler.

Zaten bu ilk yılın tüm yaşam izlenimleri çocukla ilgili – öte yandan çocuğun kendisi hiçbirinde yer almıyor. Geçmiş rasgele düşünülürken bile soruluyor: Sahi, o anda çocuk neredeydi? Ama eğer hatıra bir sıcaklık ve hatırlanan da, kemerli bir avlu gibi zaman içinde uzayıp giden, koyu bir renk duygusuysa, o zaman şu kesin: çocuk yakınlarda bir yerde, emin ellerde ve güvende. Beton bir kapı aralığından sızıp giriyor o zaman bakış, parlak ışığın mevsime karşın -tüm izleyici sıralarında beyaz nefes dumanları- taze bir yeşile büründürdüğü ve ünlü bir yabancı takımın az sonra bir dostluk maçına çıkacağı dev bir stadyumun çok aşağılarına, henüz boş çimlerine yöneliyor; ya da bir belediye otobüsünün üst katında, yağmurla ıslanmış ön camdan, yol boyunca çeşitlenen kent renklerine; birbirine geçen o renklerde, her zaman alabildiğine karışık olan o sokak kalabalığı nihayet konuksever bir kenti eleveriyor. Kadınla adamın yalnız yaşadıkları dönem, bellekte, çocuktan önceki zamana dönüşüyor hatta: Ressamın, deniz kıyısında duran genç bir insanı çizdiği bir tabloyu andırıyor kadınla adamın imgeleri; tablodaki genç, başını eğmiş, ellerini bir şey bekliyormuş gibi beline dayamış, ardında parlak bir gökyüzünden başka hiçbir şey yok, ama gökyüzü bükülmüş kollann çevresinde, bir izleyicinin kanatlanmış ruhlara benzettiği belirgin anaforlar ve ışınlarla resmedilmiş; daha eski bir zamanın sanatında, ana figürleri çevreleyen kanatlanmış ruhlar gibi: -Ve ileride adam, bir keresinde, karısıyla birlikte görüldüğü bir fotoğrafa da böyle bakacaktı, aralarındaki boşluk, sanki henüz doğmamış çocuğun ruhuyla kanatlanmış gibiydi. O ilk yılın süreğen, belirleyici duygusu uyum değildi tabii, tersine o döneme özgü olayların da adamakıllı gözler önüne serdiği bir kararsızlıktı. Geleneksel yaşam biçimleri, o kuşaktan gelenlerin çoğu için “ölümle” özdeşleşmişti; yeni oluşmakta olan yaşam biçimleri ise, artık yasal bir dış yetke tarafından kararlaştırılmadıklan halde, kendilerini genel bir yasa gücüyle dayatıyorlardı. İnsanın önceleri, odasında, sokakta, sinemada ancak ve ancak yalnız olacağını düşündüğü (ve belki de salt bundan ötürü onca yakın olabildiği) en yakın dostu, birdenbire başkalarıyla birlikte yaşamaya başlıyor, bulvarda bir sürü insanla kol kola yürüyor, eskiden insanı bezdirecek kadar sessizken, şimdi beklenmedik ölçülerde düşmüş çenesiyle herkes adına konuşuyor ve tek olana karşı, kendini mesleğinde bir süre “türünün en son” gülünç örneği olarak bile düşünen, bir başına kalmış adamın haklarına karşı mücadele veriyordu. O zaman, çocuğu, bir iş gibi göründü adama: güncel dünya tarihi karşısında öne sürdüğü bir bahane gibi. Çünkü çocuğu ya da işi olmasa bile, bir eylemci olarak bu insanlara katılmayı baştan beri istemediğini de, bunu beceremeyeceğini de biliyordu. Böylece, söylenen her sözün ruh köreltici bir cürüm olduğu birkaç toplantıya gönülsüzce katıldı ve ötekileri sonsuza dek susturmasını dileyerek hazırladığı ateşli konuşmayı, ayrılırken hep kendine sakladı. Bir keresinde bir gösteriye bile katıldı, tabii birkaç adım sonra uzaklaşmak üzere. Bu yeni toplulukların içindeyken en temel duygusu, bir gerçekdışılık duygusuydu; daha önceleri, daha eski toplulukların yarattığı duygudan bile daha acı verici: Onlar, hiç değilse bir gelecek hayaline olanak tanımışlardı – bunlarsa, kendilerini tek olasılık olarak, zorunlu gelecek olarak sunuyorlardı. Ve kent, deyim yerindeyse, bu çalkantının ana sahnesi olduğu için, bunlardan kurtulmanın bir yolu da yoktu. Adam, belki tam da kendi kararsızlığından ötürü, bu insanlar için bir uğrak yeri oldu. Bu insanlardaki farklı, düşmanca erkin çoktandır farkındaydı ve onları reddetmemeşinin tek nedeni, karşısında mücadele ettikleri şeylerin, ezelden beri adamın da amansız düşmanlan olmasıydı.

Adam, kendini hiç değilse çok geçmeden geriye çekti böylece. Ama tek tük insanlar ya da küçük topluluklar, kenti her gün arşınlarken, sık sık ona uğramayı sürdürdüler. Öteki sistemin temsilcisi olan bu davetsiz konukların -onları böyle görüyordu adam- nadiren de olsa evdeki çocuğu algıladıkları zaman onu süzen bakışları asla unutulmamalı: Özel bir kasıt olmasa da orada yatan yaratığa, onun anlamsız seslerine ve hareketlerine yöneltilen bir tavırdı bu ve gündelik işlerin küçümsendiğini belirtiyordu, adamın hem katıldığı, hem de öfkelendiği bir küçümseme. Bu kararsızlıktı: (belki de asla “buralara uğramayacak olan”) bu kökten yabancılara kapıyı gösterecek yerde, genellikle onlarla birlikte evden çıkıyordu adam -sanki varlıkları, çocuğun soluduğu havayı tüketiyormuş gibi- ve onların evlerinde, ya tıpkı onlar gibi, kafasındaki kulaklıkla sesi kısılmış televizyonun önünde gece boyunca oturuyor, ya da her zaman hem bir komplo kokusu, hem de hafif resmiyet taşıyan bu konuşmaların laf olsun diye, öylesine ortaya söylenmiş her bir kelimesi bile başlı başına bir mahcubiyet nedeniymiş gibi, kibar, suskun tanığı oluyordu. Oysa adam, o sıralarda hakikati bildiğinden kesinlikle emin olduğu ve bunu diğerlerine de aktarmak aşkıyla yanıp tutuştuğu halde, yalnızca aralarında bulunmakla bile, yalan bir yaşamı sürdüren bu yapay varlıkları onayladığı için, her iki durumda da bir suçluluk ve alçalmışlık duygusu taşıyordu. Hiç dostunun olmadığı bir zamandı bu; kendi karısı bile kötü bir yabancıya dönüşmüştü. Çocuğun gerçekliğiyse daha da güç kazanmıştı; bu biraz da, her seferinde, kelimenin tam anlamıyla çocuğun yanına sığınırken, adamın duyduğu pişmanlığın sonucuydu. Kararmış odadan geçerek ağır ağır yatağa doğru yürüyor ve bu sırada, tıpkı anıtsal bir filmdeki gibi, tepeden ve arkadan görüyor kendini. Onun yeri burası. Tüm o sahte topluluklara yazıklar olsun; biricik aidiyetimi hâlâ korkakça reddettiğim ve susarak gizlediğim için lanet olsun bana! Sizin güncelliğinize gösterdiğim işgüzar coşkuya lanet olsun! Böylece, kendisi gibiler için, uyuyan çocuğun hatlarında o dönemde gördüğü bir dünya tarihinin geçerli olduğunu giderek daha iyi anlıyordu. -Ama yine de, çocuğun soluğuyla ısınmış odayı çaprazlamasına bir uçtan bir uca geçişi, gece vakti bir polis ekibinin aşağıdaki sokaktan yükselen saldırı naralarıyla birlikte yerleşiyor belleğine, bundan daha insanlık dışı ve daha gaddar olduğu hiç duyulmamış naralarla. Tüm bunlar etkiledi çocuğun öyküsünü; o bildik anekdotlar bir yana bırakılırsa, yetişkinin aklında, çocuktan kalan en belirgin imge, onun sevinebilmesiydi, bir de duyarlı oluşu. Çocuğun gelişiyle, adamın kısa süre içinde karar vermesini gerektiren bir duruşma başlamış gibiydi. Adamın bir karara varabilmesi, her zaman olduğu gibi uzun sürdü; sonra, bir sonraki kış ortasında kararını verdiğinde, bu karar, yine her zamanki gibi, bağlayıcı bir öneriydi aynı zamanda: O halde bir süre için, üçü birlikte uzaklaşacak, başka bir ülkeye gideceklerdi; adam kafasında bunu canlandırırken, kendini kadın ve çocukla birlikte bir aile olarak görüyor (oysa hep bir “baş belası” olarak bakmıştı aileye). Muhteşem bir mart günü; pencerenin önünde dillere destan çatılarıyla göz alabildiğine uzanan o özlenen kent, boş bir mutfağın beyaz fayanslarına yansıyor.

Elektrik düğmelerinin yerini alan yeni metal çubuklar parlıyor, yanlarında getirdikleri elektrikli aygıtlar, düşük voltajda etkisizce homurdanıyorlar. Yalnızca bir taşınma değil, çocuk için de uygun olan biricik kente, dönüşü olmayan bir göç gibiydi bu. Balkon kapısının önündeki masanın başında, akşamlar da sabahlar da başka hiçbir yerdekine benzemiyor ve orada, birlikte ilk yemeklerini yerken, biraz ürkekçe oturuyorlar, ama ayaklan yere sağlam basıyor ve yeni bir yaşama başlamış oluyorlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir