Peter Handke – Mutsuzluga Doyum

Kaernten ‘Volkszeitung’ gazetesinin Pazar ekinde, ÇEŞİTLİ OLAYLAR sütununda yer alan bir haber: ‘Cumayı cumartesiye bağlayan gece, A. dan (G. Bölgesi) 51 yaşında bir ev kadını yüksek dozda uyku hapı alarak intihar etmiştir.’ Yedi hafta geçti o günden bu yana, bense, cenazede şiddetle duyduğum yazma isteği, intihar haberini aldığım anda olduğu gibi boğucu bir dilsizliğe dönüşmeden işe koyulmak, annem üzerine yazmak istiyorum. Evet, işe koyulmak: çünkü annem üzerine yazma gereksinimi zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkıverse de, henüz öylesine belirsiz ki böyle durumlarda yapacağım gibi daktilo başı!la oturup sürekli aynı harfe basıp durmamak, çalışmak için kendimi zorlamarn gerekecek. Böylesi bir tedavinin bana hiçbir yararı olamayacağı bir yana, beni ancak daha da edilgen, çevreme karşı daha da ilgisiz yapardı. Uzaklara da gidebilirdim-yollarda, yolculukta, avare avare dolaşıp kafasızca uyuklayıp pineklernem daha az sinirime dokunurdu. Her zamankinden daha tedirginim birkaç haftadır, dağınıklık, soğuk ya da sessizlikte ulaşılmaz gördüğüm her yün parçası ya da ekmek kırıntısını kaldırmak için yere eğiliyorum. Kimi zaman elimde 9 tuttuğum şeylerin neden çoktan elimden kayıp düşmemiş olduğunu düşündükçe şaşakalıyorum, bu intihar düşüncesiyle birdenbire böylesine köreliyor duyularım. Yine de özlüyorum böyle anları, körelmişlikler tümüyle yittiğinde beyin aydınlanıyar çünkü. Sayesinde kendimi yeniden iyi hissettiğim bir dehşet duygusu bu: sonunda uzaklaşan can sıkıntısı, dirençsiz bir beden, yarmayan uzaklıklar ve aGı duymadan kayıp geçıveren zaman. Böyle bir anda bana en dayanılmaz gelen şey, birinin bir bakışla, dahası bir sözle ilgisini belirtınesi olabilir: Hemen gözlerini kaçınyar insan, ya da karşısındakinin sözünü kesiyor; o anda yaşadıklarının anlaşılmaz ve iletilmez olduğu duygusuna gereksiniyar çünkü: yaşanılan dehşet, kişiye ancak o zaman gerçek ve anlamlı gelebiliyor. Duruma değinilir değinilmez ise, hemen yeniden boy gösteriyor can sıkıntısı, konu yeniden elden kayıp gidiyor. Gene de zaman zaman insanlara anlamsızca annemin intiharından söz açıyor, karşılık vermeye cesaret ederlerse, öfkeleniyorum. Böyle anlarda konunun hemen geçiştirilmesini, herhangi bir şeyle alaya alınmayı yeğlerdim.


James Bond’a son filminde, az önce merdiven parmaklığından aşağıya savurduğu düşmanın ölüp ölmediğini sorduklarında ‘umarım ölmüştür,’ diye yanıtlayınca, rahatlayarak gülrnek zorunda kaldım ben de. Ölüm ve ölmek üzerine şakalar dokunmuyor bana, dahası iyi bile geliyor. Ürkü anlarıysa hep çok kısa, ürkü anlarından çok sanki gerçek değilmiş duyguları bunlar, birkaç saniye sonra geçiyor yine her şey; hele yanında biri varsa, karşısındakine az önce kabalık etmiş gibi, aklını başı10 na toplayarak, hemen onunla ilgilenmeye koyuluyor insan. Ayrıca, yazmaya başlayalıberi, sanırım onları alabildiğine kesin ve ayrıntılı betimlemeye çalıştığırndan olacak benden uzaklaşmış, ardımda kalmışa benziyor öylesi durumlar. Betimlerken, yaşamın kapanmış bir evresiymiş gibi onları hemen anımsamaya başlıyorum ve bu anımsama ve dile getirme çabası beni öylesine yoruyor ki son haftaların kısa süren düşleri bana şimdiden yabancıtaşmaya başlıyor. Ara sıra öyle ‘durumları’ yaşıyordum işte: günlük düşler, artık yıllanmış o Başlan gı ç düşlerinin bu kim bilir kaçıncı kez yinelenmeleri, birdenbire bölünüp parçalanıyor, sızlıyor bilinç, boşalıveriyordu içi. Artık geçti, öyle durumları yaşamıyorum. Yazarken, kaçınılmaz olarak eskilerden, aşılmış bir şeylerden, en azından yazma süreci boyunca aşılan bazı şeylerden yazıyorum. Her zamanki gibi yazınla uğraşıyorum yine, dışa yönelip, nesnelleşip, bir anımsama ve dile getirme aracına dönüşerek. Ve öyküsünü yazıyorum annemin, hem annemi ve onun ölüme na� sıl sürüklendiğini, bu ilginç intihar olayını, belki de dinsel, ruhbilimsel ya da toplumsal bir düşyorumu çizelgelerinden birinin doğrultusunda kolayca aydınlatabilecek herhangi bir yabancı gazeteciden daha iyi bildiğimi düşündüğümden, hem de kendim için, yapacak bir şeyler olunca canlandığımdan ve sonunda, bu ÖZGÜRCE SEÇiLEN ÖLÜME, başka bir biçimde de olsa, dışarıdan bakan bir gazeteci gibi bir olay gözüyle yaktaşabilmek istediğimden. Kuşkusuz, gelişigüzel açıklamalar bunlar, daha başka, yine gelişigüzel açıklamalarla değiş-tokuş edill lebilirler. Kısa süren dilsizlik anları oluyordu ve onları dile getirme gereksinimi -yazma nedenlerim- oldum olası hep aynı kaldı. Cenazeye gittiğimde, annemin para çantasında 432 numaralı bir posta makbuzu daha buldum. Cuma akşamı eve gidip hapları yutmadan önce taahhüdü bir mektupla birlikte vasiyetnamesini yollaınıştı Frankfurt’taki adresime. (Ama neden ÖZEL ULAK?) Pazartesi günü telefon etmek için aynı postahaneye gittim.

Ölümünün üstünden iki buçuk gün geçmişti, görevli memurun önünde taahhüdü mektup makbuzlarından oluşan sarı tomarı gördüm; geçen sürede dokuz taahhüdü mektup daha yollanmıştı, bir sonraki numara 442’ydi ve bu imge kafamdaki sayıya öylesine uyuyordu ki ilk bakışta allak bullak olup bir an her şeyin geçersiz olduğunu sandım. Birine bunu aniatma düşüncesi beni oldukça neşelendirdi. Hem apaydınlık bir gündü; ve karlı; çorba içiyorduk; ‘Her şey …… ile başladı’; anlatmaya böyle başlanılsa, her şey kurmaca gibi olacaktı, dinleyici ve okuru kişisel bir katılıma zorlamak yerine ona oldukça düşsel bir öykü sunulacaktı. Her şey annemin elli yıldan uzun bir süre önce, öldüğü yerde doğmuş olmasıyla başladı. Yörede kullanılabilecek her şey kiliseye ya da soylu arazi sahiplerine aitti, toprağın bir kısmı küçük zanaatçilere ya da köylülere kiralanmış, yoksulluk o boyutlara varmıştı ki küçük arazilerin mülkiyeri bile hemen hemen olanaksızdı. Kısacası, 1848 öncesi koşullar geçerliydi hala, köleliğin resmen yeni kaldırıldığı zamanın koşulları. Dedem -seksen altı yaşında ve hala hayatta12 dülgerdi ve yanı sıra karısının yardımıyla, karşılığın· da yıllık kira bedelini ödediği birkaç tarla ve araziyi ekip biçtiriyordu. Slav kökenliydi, çoktan ergenleşip de evlenmek için her türlü olanaktan, evliliği yürütmek içinse barınaktan yoksun küçük çiftçi çocuklarının çoğu gibi dünyaya evlilik dışı gelmişti. Hiç değilse annesi oldukça varlıklı bir mülk satın alma olanağına sahip oldu. Kısmen doldurulmuş vaftiz kağıtlarıyla, yabancı odalarda doğup ölen, sahip oldukları tek şeyle, bayramlık giysileriyle gömüldükleri için miras bırakamayan malsız mülksüz hizmetkar kuşaklarından sonra, kendini evinde hissedebilecek bir çevrede, gördüğü iş yüzünden kendine katlanıldığı bilincinden uzak yetişen ilk kişi büyükbabaydı. Kısa bir süre önce, Batı dünyasının iktisadi ilkelerini savunmak amacıyla bir gazetenin iktisat sayfasında mülkün NESNELLEŞMiŞ ÖZGÜRLÜK olduğu bildiriliyordu. O zamanlar ilk mal sahibi, en azından bir dizi yoksulun, dolayısıyla da güçsüzün arasında taşınmaz bir mülkün sahibi büyükbabam için, belki bu, henüz geçerliydi: bir şeye sahip olma bilinci öylesine özgürleştiriciydi ki kuşaklar süren isteksizlikten sonra birdenbire bir istek yeşerebiliyordu: o da özgürleşrnek ve bu, büyükbabamın koşullarında kuşkusuz haklı olarak, mülkün büyütülmesi demekti. İşe başlarken sahip olduğu arazi öylesine küçüktü ki onu yalnızca elinde tutabiirnek için bile bütün gücünü harcaması gerekiyordu. Böylece de hırslı bir mal sahibine bir tek seçenek kalıyordu: para biriktirmek. Büyükbabam da, yirmili yılların enflasyonuyla biriktirdiklerinin tümünü kaybedene değin biriktirdi.

13 Sonra yeniden biriktirmeye başladı, artık arta kalan parayı üst üste koymakla yetinmiyor, kendi gereksinimlerini kıstığı gibi aynı ürkünç tutumluluğunu çocuklarından da bekliyordu; karısı, kadın olarak, doğduğu andan beri başka bir şey düşlemek yetisinden nasılsa yoksundu. Çocuklarının evlenmek ya da meslek sahibi olmak için duydukları GEREKSiNMELERİNİ karşılayıncaya dek biriktirdi. Biriktirilen parayı önceden EGİTİM gibi bir şeye harcamak, en azından kızları için, doğal olarak düşünülemezdi. Dahası oğullarda bile kendilerini her yerde gurbette hisseden yoksulların karabasanları öylesine kökleşmişti ki onlardan biri, düşünülüp tasarlanmıştan çok rastlantı sonucu lisede okuma olanağı bulduğunda bile, evine benzemeyen bu çevreye birkaç gün sonra katlanamayıp, eyaletin başkentinden eve uzanan kırk kilometrelik yolu yürüyerek bir gecede aşıp -günlerden cumartesiydi ve her cumartesi olduğu gibi ev ve avlu temizliği vardı- eve geldiğinde hiçbir şey söylemeden aviuyu süpürmeye başlamıştı; tan ağarırken süpürgeyle çıkardığı gürültü zaten her şeyi açıklıyorrlu ya, yeterdi bu. Sonraları marangoz olarak başarılı ve mutlu bir hayat sürdüğü söylenir. O ve en büyük erkek kardeşi II. Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında göçüp gittiler. Bu arada biriktirmeyi sürdüren büyükbabam, otuzlu yılların işsizliğinde biriktirdiklerini yeniden kaybetti. Biriktiriyordu, bu da içki ve sigara içmemek, hemen hiç kumar oynamamak demekti. Kendine çok görmediği tek oyun, pazar günlerine özgü iskarnbil oyunuydu: ama oyunda kazandığı para da -o denli akıllıca oynuyordu ki 14 hemen her zaman kazanıyordu- biriktiriliyor, çocuk­ . !arına olsa olsa birkaç kuruş kıyıyordu. Savaştan sonra yeniden biriktirmeye başladı ve bugün bile, devletten aldığı emekli aylığıyla biriktirmekten caymış değil. Savaştan dönen tek oğul, yirmi işçi çalıştıran bir dağramacı olarak, biriktirmek zorunda değil artık, biriktirmek yerine yatırımlar yapıyor, istediğince içki içebildiği gibi, kumar da oynayabiliyor, dahası bunları yapması onun durumundaki biri için gerekli de. Yalnızca belediye meclisinde büyük bir geçmişe dayanan ve büyük bir geleceği özleyen ama küçük, unutulmuş bir partiyi temsil etmek için de olsa, yaşam boyu her şeyden elini eteğini çekmiş, dilsizleşmiş babasına karşılık kendine özgü bir dil bile oluşturmuş oğlu üstelik. Kadın olarak böyle koşullarda doğmak daha baştan ölümcüldü.

Ama rahatlatıcı diye de nitelendirilebilir: en azından gelecek korkusu yoktu. Falcı kadınlar kilise günlerinde ciddi ciddi oğlanların yazgılarını okuyariardı ellerinden; kadınlar için ise gelecek, bir şakadan başka bir şey değildi. Hiçbir olanak yoktu, her şey önceden tasarlanmıştı: küçük kırıtmalar, flörtler, kikirdemeler, kısa süren bir kararsızlık, sonra takınılan, zaman geçtikçe de cayılan yabancı, ölçülü bir yüz, ilk çocuklar, mutfaktaki işler bittikten sonra yanlarında biraz daha kalmak, baştan beri duymazlığa gelinmek, giderek söylenenleri dinlememek, kendi kendine konuşmalar, rahim kanseri ve sonunda ölümle kehanetin gerçekleşmesi. Yöredeki kız çocuklarının oynadığı oyunun evreleri bile böyleydi: Yorgun 1 halsiz 1 hasta /ağır hasta 1 ölü. Annem beş çocuğun dördüncüsüydü. Okulda zeki 15 bir öğrenciydi, hocalar en iyi notları veriyor, düzgün yazısını övüyorlardı, derken okul yılları da geçiverdi. Öğrenmek bir çocuk oyunuydu yalnızca, şimdiyse büyüyünce, okul zorunluluğu ortadan kalkınca, gereksizleşiverdi. Kadınlar artık evde kendilerini bekleyen evcilliğe alışmaya başladılar. Karanlıkta ve fırtınada duyulan yeryüzü yaratıklarına özgü o doğal korku bir yana, korku diye bir şey yoktu; yalnızca sıcakla soğuk, nemlilik ve kuraklık, tekinsizlik ve tekinlik arasında değişmeler. Dinsel bayramlar, gizlice dansa gitmek yüzünden yenen şamarlar, erkek kardeşleri kıskanmalar, koroda şarkı söylerken duyulan neşe derken çarçabuk geçip gidiverdi zaman. Dünyada olup biten başka her şey bulanıktı; Kilise’nin çıkardığı pazar gazetesinden başka gazete okunmuyor, kaldı ki orada da bir tek tefrika roman izleniyordu. Pazarları; siyah turp soslu haşlanmış dana eti, iskambil oyunu, kadınların bir köşede öyle sessiz sessiz oturmaları, ilk radyoyla birlikte çekilen aile fotoğrafı. Gözü pek bir kişiliği varmış annemin, fotoğraflarda ellerini kalçalarına dayayıp, kolunu küçük erkek kardeşinin omzuna dolamış. Elinden gülrnek dışında bir şey gelmezmiş gibi durmaksızın gülüyor. Yağmur -güneş, dışarısı- içerisi; dışarısı hemen her zaman avlu, içerisiyse insanın içinde kendi odası bulunmayan kendi evi olduğundan, kadınsı duygular alabildiğine hava koşullarına bağımlı.

Bu yörede çok değişkendir iklim: soğuk kışlar ve bunaltıcı yazlar, ama güneş batarken ya da yaprakların gölgesinde bile ürpermeye başlayabilirdi insan. Sık sık yağan yağmur; eylül başı başlayan, bugün bile öl16 çüleri daha büyük turulmayan küçücük pencerelerin önünden günlerce çekilmeyen sis; çamaşır iplerinde su damlaları, karanlıkta insanın yolunun üzerine sıçrayan kurbağalar, sivrisinekler, böcekler, kimi zaman gündüzleri bile uçuşan yarasalar, odunlukta, kütükterin altından çıkıveren solucanlar ve tespih böcekleri: bağlanmak gerekiyordu bi.itün bunlara, bağlanacak başka bir şey yoktu ki. Ender zamanlarda arzusuz ve nedense yine de mutlu, çoğu zaman arzusuz ve birazcık da mutsuz. Başka bir yaşam biçimiyle karşılaştırma olanakları yoktu, ama ya gereksinimleri?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir