Peter Acrody – Doktor Dee’nin Evi

Ev bana babamdan kaldı. Her şey de bununla başladı. Babamın ölümüne kadar evle ilgili hiçbir şey duymamıştım; dahası, oraya ilk kez bu yaz gittim. Ev, pek bilmediğim bir bölge olan Clerkenwell’deydi ve ben de Ealing Broadway’den Farringdon’a metroyla gittim. Aslında artık taksi masrafından kaçınmam da gerekmiyordu ama bir yerden bir yere yeraltından gitmekten çocukluğumdan beri hoşlanmışımdır. Eski Kent’e ya da Batı Ucu’na doğru yolculuk etmeye o denli alışkınım ki, doğrusu ya, bu özel gezi sırasında -belki de daha güçlü olan değişiklik duygusu dışında- sıradışı bir şey fark etmedim. Notting Hill Gate’te Central Line’dan ayrılıp üstteki Circle Line platformlarına çıkan yürüyen merdivene geçtiğimde kendiliğinden başlayıverir bu duygu. Bu hattaki istasyonlar hep daha yabancı gelmiştir bana; uyum sağlamak için hafif bir ayarlama gereklidir, bu nedenle tren Edgeware Road ile Great Portland Street’ten kentin eski merkezlerine doğru ilerlerken bir başka bilinmezlik örtüsüyle kaplanmayı kabulleniyorum. Otomatik kapılar her kapandığında daha derin bir unutulma -yoksa unutkanlık mı demeliyim?- duygusu yaşıyorum. Diğer yolcular bile dönüşmüş gibi görünüyorlar; kompartımanın genel havası daha donuk, kimi zaman da daha ürkütücü oluyor. Tren Farringdon’a varmadan hemen önce tünelden dışarı çıktı ve bir an için soluk gökyüzünü fark ettim; bana yumuşak ve bunaltıcı Ealing göğünü anımsattıysa da metro istasyonundan çıkıp Cowcross Street’e adımımı atar atmaz bu yanılsama 7 yok oldu. Bunun nedeni, eski kentin ışığının bir yönden diğerine farklılık göstermesidir -batıda inci gibi parlak, güneyde loş, kuzeyde puslu, doğuda keskindir- ve burada, merkezin yakınında, kendisine has dumanlı bir görünümü vardı. Yanık kokusunu neredeyse alabiliyordum. Hiç kuşkusuz, bu durum babamın bana bırakmış olduğu -adresi dışında hakkında bir şey bilmediğim- eve giderkenki sinirliliğimi açıklıyordu. Bir Londra atlasında Cloak Lane’e bakmış ve burayı hayalimde dükkanlar ve bürolarla dolu diğer caddelerin arasına katmıştım; oysa Turmoil Street’ten aşağıya, Clerkenwell Green’e doğru ilerlerken, burasının merkezi Londra’nın başka hiçbir bölgesine benzemediğini anladım.


Bir noktadan sonra bölge harabeye çevrilmiş gibi hem daha açık hem de daha metruk görünüyordu. Cloak Lane’i bulmak da zordu. Green’in otuz metre kadar kuzeybatısında olduğunu tahmin etmiştim ama bu istikamette yürüdüğümde Clerkenwell Close ile St. James kilisesinin çevresinde dolanıp durduğumu anladım. Cuma öğleden sonrasının ilerlemiş bir saatiydi ve kilisenin etrafında kimsecikler yoktu; güney kanadındaki yıkılmış duvarın bir bölümünde üç kedi oturuyordu ve mezar taşları arasından güvercin gurultuları geliyordu ama insanoğluna dair bir yaşam belirtisi görünmüyordu. Daha sonra gördüm onu. Sokağa benzer bir yolun sonunda çorak bir toprak parçası üzerine biçimsizce yayılmıştı ve bir an gözlerimi kapadım; bahçe kapısını açıp ·ona doğru yaklaşmaya hazırlanırken dikkatimin bahçe yolunun kırık taşları arasında büyüyen soluk renkli kahkahaçiçeği, efelek ve ısırganotları üzerine çekildiğini fark ettim. Yabani otlardan hep nefret etmişimdir, çünkü bana çocukluğumu anımsatırlar: babamın bana ölülerin bedenlerinden beslenerek büyüdüklerini anlatışı hala aklımda ve bahçe yolunda yürürken onları ayakkabımla ezdim. Ancak durup bakışlarımı ezilmiş yakupotu kalıntılarından kaldırdığımda bu evin tuhaflığını fark ettim. İlk bakışta on dokuzuncu yüzyıla ait olduğunu tahmin etmiştim ama şimdi herhangi bir döneme ait olmadığını görebiliyordum. Kapı ve yelpaze biçimindeki kapı üstü penceresi on sekizinci yüzyılın ortalarına aitmiş gibi görünüyordu, ama sarı tuğla işiyle üçün8 cü kattaki sağlam görünüşlü silmeler kesinlikle Victoria dönemindendi; aslına bakılırsa ev yükseldikçe gençleşmiş ve birkaç farklı dönemde yeniden yapılmış ya da restore edilmiş olmalıydı. Gene de, en kendisine özgü yanı zemin katıydı; burası diğer katların kapladığı alanın dışına doğru çıkıktı ve daha yakınına gittiğimde bodrum katının da aynı geniş zemine oturduğunu anladım. Evin bu bölümleri tuğlayla örülmemişti; duvarlar masif taştan basitçe biçim verilmiş gibiydi ve on sekizinci yüzyıl l<apısından daha da eski bir tarihe işaret ediyordu. Burada bir zamanlar kendisinden geriye görünür bir zemin katıyla bodrumun kaldığı çok daha büyük bir ev yer almış olmalıydı; sonraki eklemeler daha mütevazı bir ölçüde yapılmıştı, öyle ki orta bölüm her yöne yayılıp büyüyen temelinden dar bir kule gibi yükseliyordu şimdi. Hayır.

Kolları hala iki yönde yere serilmiş durumdayken yukarı yükselen bir insan bedenine benziyordu. Merdivenlere doğru yürürken sanki bir insan bedenine girmek üzereydim. Babamın bana miras bıraktığı anahtarlara uzanıp kapıyı açtım. Bir an için bir esinti sardı beni ve tatlı ya da hoş bir koku aldığımı sandım; bu eski evin tozları nasılsa şurup ya da badem ezmesiyle kaplanmıştı sanki. Sonra hole girdim ve eşiğin hemen ötesine çömelerek dikkatle dinledim. İşin aslı şu ki, farelere -doğrusu boş bir evi işgal edip içinde yaşayan her şeyekarşı özel bir korku duyarım ve o anda en küçük bir ses çıksaydı ya da ufacık bir hareket olsaydı kapıyı çekip gider, bir daha oraya asla dönmezdim. Burayı satmış ve bunu yapmama neden olan mazerete gizli gizli minnet duyuyor olurdum. Ne var ki çıt çıkmıyordu. Ev Farringdon Road’dan yalnızca otuz metre kadar mesafedeydi ve Peabody Trust toplu konutlarına ait küçük bir araziye bakıyordu; gene de tümüyle sessizdi. Ses geçirmez bir odaya girmiş gibiydim. Ayağa kalkıp geniş holde yürüdüm. Solumda bir merdiven ve sağımda da görünüşe bakılırsa bir başka odaya açılan koyu kahverengi bir kapı vardı. Kapı kilitliydi. Kapının kolunu sabırsızca çekelediğimde öbür taraftan yankıya benzer bir sesin gelmesi bu kapının bodruma inen merdivenlere açıldığını düşündürdü bana. Bu nedenle kapıyı bırakıp koridorun sonundaki 9 odaya doğru ilerledim.

Oda beklediğimden de büyüktü ve zemin katın neredeyse tümünü kaplıyordu; gene de tavanı alçaktı ve bu yüzden doğal olmayan bir biçimde sınırlanmış görünüyordu. İç duvarların bahçe yolundan şöyle bir gördüğüm taştan yapılmış olduğunu görebiliyordum ve neredeyse duvarlar kadar eski görünen birkaç yükseltilmiş pencere vardı. Evin iki kanadını birleştirmesi ve holün çevresinde bir tür kapalı avlu oluşturmasıyla odanın kendisi de alışılmadık bir biçimdeydi. Ortalıkta bir iki parça mobilya -bir sandalye, bir kanepe, tahta bir sandıkvardı ama onlar bile ancak bu yerin çıplaklığını ve sessizliğini vurgulamaya yarıyorlardı. Aklım karışmıştı ve sanırım bayağı da canım sıkılmıştı: Şimdi bunun tümüyle benim olduğunu biliyordum ama onunla olası herhangi bir bağ iddia edebilecek gibi de hissetmiyordum kendimi. İyi de sahibi ben değilsem, kimdi? Hole dönüp merdivenlerden yukarı çıktım. Diğer iki katta da ikişer oda bulunuyordu; hepsi de yüksek tavanlı, ışıklı odalardı ve az önce ayrıldığım odayla karşılaştırıldıklarında tümüyle daha ferah bir havaları vardı. Buradaki pencerelerden küçük toplu konut bölgesini ve onun hemen ötesinde yer alan St. James’in çan kulesini görebiliyordum; Clerkenwell Green görülebiliyordu, gerçi “Green”in kendisi bölgedeki görkemli on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl konutlarından bozma dükkanların, büroların ve evlerin ortasında kalmış bir alandan ibaretti. Bu üst katların arka pencerelerinden metronun üstünü örten viyadüğü ve onun ötesinde Saffron Hill ile Leather Lane’e kadar uzanan eski, yokuş caddeleri görebiliyordum. Burada hala bir yabancıydım ve o anda başka ama ilintili bir duygu geçti içimden – her nasılsa bu evin ve içinde olmamla benim, bizi çevreleyen dünyayla hiç ilgimiz yoktu. Babam burada ne yapmıştı acaba? Odaların hepsi basit biçimde döşenmişti ve yakın geçmişte burada yaşandığına dair bir belirti yoksa da ihmale uğramış ya da bakımsız bir durumda değillerdi; lambalar yanıyordu ve zemin kat odasındaki yükseltilmiş alanda yer alan mutfak işler halde görünüyordu. Sanki evin gerçek sahibi dönüşü için her şeyi hazır bırakarak uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Gene de, babam Clerkenwell’de bulunan bir evden hiç bahsetmemişti. Başka o kadar çok mülkü vardı ki belki bunun beni 10 şaşırtmaması gerekirdi – gerçi diğerleri bildiğim kadarıyla hep ticari yerlerdi.

Ayrıca, vasiyetnamesinde bana bıraktıkları arasında ayrıntısıyla açıkladığı tek ev de buydu. Onun için neden bu kadar önemliydi acaba? Son yıllarında -belki de, annemin alaylı bir tavırla söylediği gibi, sürekli “imparatorluğu” ile meşgul olduğundan- babamı pek fazla görmemiştim. Beklentilerini sahip olduğu tek çocuğunun karşılayamayacağını keşfetmekle düş kırıklığına uğramıştı sanırım, gene de bilmiyorum. Babam bu konuyu hiç açmadığı gibi, annem de benimkilerle ilgilenemeyecek denli kendi ilişkilerine dalmış görünüyordu. Babam öldüğünde yanında değildim. Gün boyu British Library’de çalışmıştım ve ben hastahaneye ulaştığımda annem kendi ifadesiyle “ortalığı topluyordu”. Ölüsünü bile. görmedim: sanki öylesine yok olmuştu ortalıktan. Elbette hastalığının son dönemlerinde onu ziyaret etmiştim ama kanser bedenini öylesine yiyip bitirmişti ki tanınır halde değildi. Onu yaşarken son gördüğümde annem de yanımdaydı ve beni hastahane odasında yanağıma belli belirsiz bir öpücük kondurarak karşılamıştı. “Merhaba.” Olabildiğince neşeli davranmaya çalışıyordum ama annemin yanında bir şey beni hep engellerdi. Ne olursa olsun, babamın ölmesini sabırsızlıkla beklediğini ikimiz de biliyorduk. “İhtiyar nasıl?” “Keşke ona böyle demesen. Kötüleşiyor.

” Babamın odasına gidip yatağının iki yanındaki koltuklara oturduk. Babam morfinin etkisiyle irileşmiş gözlerini tavana dikmişti ama annem mutfak masasının etrafında oturuyormuşuz gibi babamın üzerinden konuşmaya başladı. “Sanırım bugün kütüphanedeydin Matty?” Yirmi dokuz yaşındaydım ama annemin genel tavrına ve ses tonuna bakılırsa pekala yeniden çocuk olabilirdim. Annemle işimi konuşmaktan nefret ederdim, bu yüzden dokunmamaya özen göstererek babamla konuşurken buluverdim kendimi. “Elizabeth dönemi kostümleriyle ilgili bir araştırma yapmam istendi. Bir tiyatro grubu için.” Sanırım iç çekiyordu. “On altıncı yüzyılda gençlerin çoğunluk deri şapkalar giydikleri biliyor muydun? Bazı şeyler hiç değişmiyor sanırım.” 11 Dudaklarını araladı ve dilini üzerlerinde gezdirdi. “Buraya, yanıma otur.” Bu düşünce beni dehşete düşürdü. “Olmaz baba. Bütün bu şeyleri karıştırırım.” Burun deliklerine plastik tüpler sokulmuştu, koluna da bir serum bağlanmıştı. “Otur dedim.

” Böylece, annem yüzünde görünüşte tiksintiye benzer bir ifadeyle başım çevirirken ben, her zamanki gibi, ona itaat ettim. Çok yaklaşmak istemiyordum, bu yüzden yatağın kenarına iliştim ve öncekinden daha da hızlı konuşmaya başladım. “Aslında daha önce hiç aklıma gelmemişti,” dedim, “ama kimi insan davranışları aynı kalıyor olmalı.” Genel ya da kuramsal konuları hep babamla konuşurdum; bu tür konuları çözümleyici bir tutkuyla ele alışımız, arkadaşça bir şeyler paylaşmaya en çok yaklaştığımız durumlardı. Annemle ilişkim çok daha farklıydı: görünüşte annemin de hoşlandığı en basit gündelik olayları paylaşmak düzeyindeydi. “Elizabeth dönemi terzi kadınları örneğin. Bağdaş kurup yerde otururlarmış hep. İnsanlar binlerce yıl bu biçimde dikiş dikmişler.” “Singer dikiş makinesi diye bir şey duymadın mı hiç sen Matty?” Babam tüm bunlardan bir şey anlamamıştı ama eğilip bana dokundu. “Örtünün arasından bir şey geliyor” dedi kulağıma. Nefesinde kanserin kokusunu alabiliyordum; yavaşça yatağının yanındaki koltuğuma döndüm. Geriye yaslanıp göremediğim biriyle konuşmaya başladı. “İzin verin de ceketinizi fırçalayayım saygıdeğer doktor. Bu müziği biliyor musunuz? Kürelerin müziği bu.” Bakışları odada dolaştı ve gözü bize iliştiğinde annem de ben de irkildik.

“Bu parıltılı yolları ve sokakları, inci nehrini ve mavi pusa doğru uzanan ışıklı kuleleri biliyor musunuz?” Kendisini çevreleyen plastik tüplere bakıyordu. “Evren ve ilk geldiğiniz şehir kadar yaşlıdır.” “Söylediği şeylere kulak asma.” Annem kararlı bir sesle yatağın diğer tarafından bana fısıldadı. “İnanma ona.” Birden ayaklanıp odayı terk etti. Babama bir göz attım ve bana gülümsüyor gibiyken kalkıp annemin peşinden gittim. Babamın yattığı bölümün koridoru boyunca yürüdük; koridor misketlimonu 12 yeşiline boyanmıştı ve her iki yanda yer alan odalar benzer bir tonda dekore edilmişti. Her yatakta birisinin bulunduğunu biliyordum ama bakmamaya çalışıyordum: yalnızca bir kere bir battaniye altındaki hareketlenme gözümü çeldi. Kuşkusuz tüm bu hastalar da babam gibi morfin düşlerinin içinde kaybolmuşlardı ve burada ölüm, gözlenen ve denetim altında tutulan bir sürecin son aşamasından başka bir şey değildi. Buna ölüm bile denemezdi. “Burası hoş ve huzurlu bir yer” dedi annem. “Her şey denetim altında.” Babamın taşkınlığı beni öylesine sarsmıştı ki, anneme karşı epeyce haddimi aşarak konuştum. “Üstüne bir de org müziği isterdin herhalde.

Hepsi pembe pijamalar giyer ellerinde de balonlar tutardı.” Bir hemşire geçerken sustum. “Kutsal ölüm denen bir şey var, değil mi?” Tatsız bir ifadeyle bana baktı. “Tıpkı baban gibi konuştun.” “Neden olmasın?” “Sanırım eskiden onun yaptığı gibi, eski bir kilise bahçesinde oturmak istersin. Hayaletler ve buna benzer saçmalıklardan bahsederek.” Babamın böyle tanımlanması şaşırtmıştı beni, ama bir şey söylememeyi yeğledim. “Onu seviyor musun Matty?” “Hayır. Bilmiyorum. Herkes kullanıyor bu sözcüğü, ama bana kalırsa bir anlamı yok.” Bu sözüm üzerine garip bir biçimde rahatlamış göründü. “Ben de aynı kanıdayım.” Birlikte, babamın göremediğim biriyle heyecanlı bir biçimde konuştuğu odaya döndük. “Çürümüşlüğümün kokusunu alıyor musunuz? Değişim zamanımın geldiği, yenileneceğim anlamına geliyor bu. Bunu siz başardınız saygıdeğer doktor.

Tümüyle sizin başarınız bu.” “Keşke burada gerçek bir doktor olsa” dedi annem. “Birisini çağırsana.” Babam elimi tutmuştu ve ciddiyetle bana bakıyor gibiydi. “Bu harika şehrin taşından yayılan ışığı hissediyor musun? Her şeyde bulunan gerçek ateşin sıcaklığını hissedebiliyor musun?” Bu hayalleri dinlemeye daha fazla dayanamazdım; anneme başka bir şey söylemeden elimi çekip odayı terk ettim. Babamı bir daha hiç görmedim. 13 Ama sonra her şey bana kaldı. Belki daha yerinde bir ifadeyle, anneme hiçbir şey bırakmadı; hepimizin yaşadığı Ealing’ deki ev bile bana bırakılmıştı. Annemden ne de çok nefret etmiş olmalı. Vakit geçirmeden anneme orayı evi gibi görmesi gerektiğini söyledim tabii, ama bana karşı duyduğu öfkeyi ve nefreti yatıştırmaya yaramadı bu. Aslına bakılırsa, tutumum yalnızca bu duyguları iyiden iyiye güçlendirdi, çünkü annem zaten kendisine ait olan bir şeyi ona sunduğuma inanıyordu. Duygularını, her zaman yaptığı gibi, abartılı ve kaba bir yaklaşımın ardına gizlemeye çalıştı, ama içindeki şüpheyi, kırgınlığı ve öfkeyi görebiliyordum. Cenaze töreninden kısa bir süre sonra erkek arkadaşını -kendi deyimiyle, “sevgili”yi- bizimle birlikte yaşaması için eve davet ederek beni sınadı. Sesimi çıkarmadım. Ne diyebilirdim ki? Gene de, babamın Clerkenwell’deki evini ziyaret etmeye o zaman karar verdim.

“Canım” diyerek söze başladı birkaç gün önce. “Sevgili ve ben yeni bir araba düşünüyorduk.” Konuşurken kendince görgülü saydığı, ama başardığı kadarıyla kulağa hep yanlış ve uygunsuz gelen bir tarz kullanırdı. “Ne tür bir araba?” Ne söylememi beklediğini biliyordum ama onu şüphe içinde bırakmaktan da zevk alıyordum. “Ah, bilmiyorum. Sevgilinin canı bir Jag çekiyor.” İşte her seferinde kendisini böyle ele verirdi; “canı çekiyor” ve “Jag” gibi sıradan sözcük dağarcığı ile incelikli tavırları sürekli çelişirdi. Ben hala duymak istediğini söylememiştim. “Yeni bir model mi anne?” “Ah tatlım, taşıtlardan hiç anlamam. Açıklaması için sevgiliyi getireyim mi?” “Hayır” dedim aceleyle. Daha fazlasına dayanamazdım. “Elbette benim ödememe izin vermelisin.” “Bunu yapmamalısın tatlım … ” “Babam da böyle olmasını beklerdi, değil mi?” “Sanırım öyle. Bu açıdan bakarsan. Prensip olarak, bu benim de param sayılır.

” Onun öyküsü de bu olmuştu işte; babam ona hiçbir şey bırakmamıştı ama “prensip olarak” her şey onundu. Babamın, batıl itikatlı bir Katolik olarak onu terk etmeyi reddetmişken, 14 ondan neden bu kadar tiksindiğini şimdi anlıyordum. Geoffrey, “sevgili”, içeri girmişti. Yeni arabanın finans sorunu tatmin edici biçimde çözülene dek dışarıda bekliyor olduğundan şüphelendim, ama şimdi konuyu açacak değildi. Onu kurtaran bir niteliği dışında çok sıradan bir adamdı – sıradan olduğunun farkındaydı ve içten içe her zaman bu gerçekten utanır bir hali vardı. Londra’nın bir ilçe belediyesinde sürveyandı; hantal, çekingen bir yapısı vardı ve. parlak giyimli annemin yanında daha da silikleşiyordu. Garip olan, ikisinin de bu durumdan hoşnut· görünmesiydi. İyi de, Clerkenwell’deki evde oturmuş neden bu insanları düşünüyordum? Benim zayıflığımdan yararlanıp ortaya çıkmış hayaletlerden ibarettiler; sesleri bu zemin kat odasının biçimi ve kalın taş duvarlarının dokusu kadar bile gerçek değildi. Nihayet burada bir özgürlük şansı vardı. Son yirmi dokuz yıldır – yani tüm yaşamım boyunca- beni engellemiş ve örselemiş olan Ealing’deki o korkunç evi terk edebilir ve en azından benim için geçmişi olmayan bir yere gelebilirdim. Bu ani coşkunlukla kendi kendime konuşmaya başlamışım: “Ölüler ölülerini gömsün.” Oysa bu sözler ağzımdan çıkarken bile ne söylediğimin farkında değildim. O sırada bir şey fark ettim. Odadaki gölgeler, kendilerini oluşturan nesnelerle uyumlu biçimde hizalanmamışçasına, garip bir açıyla düşüyor gibiydiler.

Dahası, içime anlaşılmaz bir korku düştü – her nasılsa, olmaması gereken yerlerde gölgeler vardı. Hayır, gölge değillerdi. Bu yaz akşamının değişen ışığına aniden yakalanan toz desenleriydiler. Demek babam da gizlice buraya gelip bu odaya giriyordu? O da benim gibi başı öne eğik mi oturmuştu acaba? Hem bir seferinde bana tozun ölü deri kalıntısı olduğunu söylememiş miydi? Karanlık ve gölgelere gitgide daha çok gömülerek tüm gece orada kalabilirdim, ama silkinip trans halinden çıktım. Bavulunm holde bırakmıştım; çökmekte olan akşam karanlığında gidip bavulumu aldım ve merdivenleri yavaş yavaş tırmandım: ilk katta bitişiğinde banyo bulunan bir yatak odası vardı ve bir yabancının evindeymişim gibi elbiselerimi özenle çıkarıp yerleştirdim. Gene de, öylesine yorgundum ki, bu küçük işi bile ta15 mamlayamadım. Yatağa uzandım ve gözlerimi kapar kapamaz kendimi Cloak Lane’de yürürken buldum. Her şeyi hayalimde yaşamıştım meğer; babamın bana bıraktığı eve henüz girmemiştim. Evin dört kapısı vardı; birincisi siyah, ikincisi beyaz ve kristal kadar saydam, üçüncüsü yeşil ve dördüncüsü de kırmızıydı. İlk kapıyı açtım ve evin baruta benzer siyah bir tozla dolu olduğunu gördüm. Beyaz kapıyı açtım; içerideki odalar soluk renkli ve boştu. Üçüncü kapıyı açtım ve sanki ev bir fıskıyeymiş gibi bir su bulutu belirdi. Ardından dördüncü kapıyı da açtım ve bir ocak gördüm. Hareket etmeme ya da bir şey yapmama kalmadan, yakınımdan gelen bir sesin belli belirsiz şöyle dediğini duydum: “Tümüyle mahvoldun küçük adamım.” Uyuyup düş görmüş olmam gerektiğini anlayana kadar, bir anlığına sesin odadan bir yerden geldiğinden emin, doğrulup oturdum.

Ama bu kısa dinlenme beni huzursuz etti; bu yaz akşamında oda soğuk değildi ama ben uyurken soğuk her nasılsa içeri girmişti. Huzursuzluğuma neden olan hortlağı kovacağını umarak dar yataktan kalkıp ışığı açtım ama bu sefer de ortalık çok aydınlık oldu; oda on dokuzuncu yüzyıl başlarında inşa edilmiş olmalıydı ve bu ışık yanlıştı. *** Ertesi sabah, kendimi hayatımda hiç olmadığı kadar aç hissederek uyandım. Yanımda yiyecek bir şey getirmediğim halde canım evden dışarı çıkmak istemiyordu: her nedense evi bir daha hiç bulamayacağımdan korkuyordum. Yatağa uzanıp bekledim. İyi de, kimi ya da neyi bekliyor olabilirdim? İçimdeki istek ne denli güçlü olursa olsun, bir on altıncı yüzyıl keşişi gibi kendimi buraya kapatacak halim yoktu; böylece sonunda ayaklandım. Yatakta tümüyle giyinik olarak uyanmıştım ve üzerimdeki elbiseler içime bir dehşet duygusu saldı: onları çıkarıp bir köşeye özenle bıraktım. Dışarıdaki havaya çıkmayı göze almadan önce yıkanıp yeniden giyindim. Cloak Lane’e doğru geldiğim yolu izledim ama dönüp eski eve bakma duyguma direnemedim. Şimdi benimdi, biliyordum, ama dönüp baktım, çünkü çoktan kaybolmuş olabileceği yolunda garip bir korku vardı içimde. 16 Dikkatlice kilisenin çevresinden dolanarak Clerkenwell Green’e yaklaştım ve dönüp arkama baktım. Bölge bir kere daha boş, nasılsa çorak görünüyordu ve Clerkenwell Road’a doğru Jerusalem Passage’dan yürürken tek görebildiğim, tahta kaplama binalar, kapalı iş yerleri ve kuşkusuz çorak bölgeyi kısmen gizleyen yıpranmış reklam panolarıydı. Bir süpermarketin, hatta bir bakkalın varlığına dair bir belirti yoktu ve sanki tüm bölge kentin kalanından ayrılmıştı. Küçük St. John Manastırı’nın kalıntılarının altında nefeslenmek için durakladım, ama Charterhouse Meydanı’nı ve Smithfield civarındaki dar caddeleri geçtikten sonra alışveriş yapılabilecek bir bölgeye ulaştım.

Ne lazımdı? Ekmek. Çorba. Peynir. Süt. Tereyağı. Meyve. İnsanlara her zaman lazım olan şeyler işte.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir