Philip Roth – Öfke

Sovyetler Birliği ve Çinli komünistler tarafından silahlandırılmış, iyi eğitimli Kuzey Kore birliklerinin 25 Haziran 1950’de 38. enlem üzerinden Güney Kore’ye girmesiyle Kore Savaşı adıyla anılan büyük felaket başladıktan yaklaşık iki buçuk ay sonra Newark şehir merkezindeki küçük bir üniversiteye, on yedinci yüzyılda Newark’i kuran kişinin adım almış olan Robert Treat Üniversitesi’ne kaydımı yaptırdım. Ailenin yükseköğrenim görmek isteyen ilk üyesiydim. Kuzenlerimden hiçbiri liseden ileri gidememiş, ne babam ne de üç erkek kardeşi ilkokulu bitirebilmişti. “On yaşımdan beri” derdi babam “para kazanmak için çalışıyorum.” Beyzbol sezonu dışında ve üyesi olduğum münazara takımıyla okulumuzu temsilen müsabakalara katılmak zorunda olduğum öğleden sonraları haricinde, yani neredeyse bütün lise hayatım boyunca siparişlerini bisikletle dağıttığım mahalle kasabının sahibiydi babam. Ocak aymdaki lise mezuniyetimden eylül ayında üniversite başlayana kadar haftada altmış saat çalıştığım dükkândan ayrıldığım günden itibaren, yani neredeyse Robert Treat’te derslere girmeye başladığım andan itibaren, babamı öleceğime dair bir korkudur aldı. Amerikan silahlı kuvvetlerinin eğitimsiz ve yeterince silahlandırılmamış Güney Kore ordusuna saldırılarda destek olmak için Birleşmiş Milletler himayesinde katıldığı savaş yol açmıştı belki bu korkuya; belki de bölüklerimizin komünist ateş gücü karşısında vermeyi sürdürdüğü ağır kayıplar ve bu çatışma İkinci Dünya Savaşı kadar uzun sürerse benim de İkinci Dünya Savaşı’nda şehit olan kuzenlerim Abe ve 13 Dave gibi Kore muharebe meydanında çarpışıp can vermek üzere savaşa gönderileceğim endişesi. Belki de bu korkusunun kökeninde maddi kaygılar vardı: önceki yıl, ailemizin koşer kasabından sadece birkaç blok ötede mahallenin ilk süpermarketi açıldığından beri hasılatımız istikrarla azalmaya başlamıştı; bunun nedeni kısmen, süpermarketteki et ve tavuk ürünleri reyonunun babamdan daha ucuza satış yapması kısmen de savaş sonrasında evini koşer kurallara riayet ederek çekip çevirme kaygısıyla et ve tavuk ihtiyacını sadece New Jersey Koşer Kasaplar Federasyonu üyesi bir kasabın haham onaylı dükkânından karşılayan ailelerin sayısındaki düşüştü. Belki de öleceğime dair korkusu, kendi ölüm korkusundan kaynaklanıyordu, çünkü elli yaşma kadar çok sağlıklı bir yaşam sürmüş olan bu güçlü, küçük adam elli yaşından sonra geçmek bilmeyen, ağır öksürük krizleri geçirmeye başlamış, ama annemin yazıklanmalarına rağmen, bütün gün dudağının kenarında tuttuğu sigarayı tüttürmekten de vazgeçmemişti. Evvelki mülayim ebeveyn tavırlarındaki ani değişimi tetikleyen neden veya nedenler demeti ne olursa olsun, bu korkusu, boyuna nerede olduğumu sorgulama şeklinde tezahür etti. Neredeydin? Neden evde değildin? Dışarı çıktığında nereye gittiğini nereden bileyim? Önünde parlak bir gelecek uzanan bir çocuksun – öldürülme ihtimalin olan yerlere gitmediğini nereden bileyim? Bunlar çok gülünç sorulardı çünkü lise yıllarımda, sadece en hanım hanımcık kızlarla çıkan, yaşadığımız çevrede ve okulda hüküm süren ergenlik normlarına memnuniyetle riayet eden, mantıklı, sorumluluklarını bilen, gayretli, çalışkan, hep en yüksek notu alan bir öğrenci, müzakere takımının adanmış bir üyesi, okulun beyzbol takımında her pozisyonda oynayabilen bir saha içi oyuncusu olmuştum. Bu sorular, gülünçlükleri bir yana, beni çileden çıkarıyordu – bunca yıldır o kadar yakın olduğum, dükkânda yanı başında büyüdüğüm babam, oğlunun aslında ne veya kim olduğuna dair hiçbir fikri yokmuş gibi davramyordu. Dükkânın müşterileri, bir zamanlar -babasının, eline bir parça yağ verip, onu kör bir bıçakla da olsa “büyük bir kasap gibi” kesip dilimlemesine izin verdiği günlerde- kurabiye getirdikleri ufaklığın gözlerinin önünde büyüyerek etleri kıyma makinesine atan, yere talaş serpip süpüren, babası “Mrs. Falan Filan için iki 14 tavuk hazırlasana Markie” diye seslendiğinde uysalca duvardaki kancalarda asılı ölü tavukların boyunlarında kalmış tüyleri yolan, terbiyeli, nazik bir delikanlıya dönüşmesini izlemenin ne büyük zevk olduğunu söyleyip onu ve annemi mest ederlerdi.


Üniversiteye başlayana kadar yanında çalıştığım yedi ay boyunca bana eti kıyma makinesinde çektirmekten ve tavukları yoldurmaktan daha fazlasını yaptırdı. Kuzu sırtından pirzola yapmayı öğretti, her bir kaburgayı nasıl sıyıracağımı, bıçak kemiğe dayanınca kalan parçaları satırla nasıl sıyıracağımı gösterdi. Hep çok müşfik bir tavırla verirdi dersini. “Satırı eline vurmadığın sürece bir şey olmaz” derdi. Müşkülpesent müşterilere, özellikle de eti satın almadan önce her açıdan incelemek isteyen, tavuğun temiz olduğundan emin olmak için kıç deliğini görebilsinler diye ayaklarından tutup havaya kaldırmamı talep eden müşterilere karşı sabırlı davranmayı öğretti. Bana, “Bu kadınların bazılarının tavuk satın alırken sana neler çektirebileceğini aklın hayalin almaz” derdi. Sonra da onları taklit ederdi: “Çevir şunu. Hayır, baş aşağı çevir. Dibini göster.” Görevim sadece tavukları yolmak değil, aynı zamanda içlerini de temizlemekti. Tavuğun kıçına bıçakla bir kesik atar, elini içine sokar, iç organlarını kavrayıp dışarı çekersin. İşte işin bu bölümünden nefret ediyordum. Mide bulandırıcı ve iğrençti ama yapılması gerekiyordu. Babamın bana öğrettiği, ondan seve seve öğrendiğim şey buydu: Yapman gerekeni yapardın. Dükkânımız Newark’taki Beth Israel Hastanesi’nin sokağının bir blok ötesindeki Lyon Meydanı’na bakıyordu; camekânmda arkadan öne doğru hafif eğimli, geniş bir buzluk raf vardı.

Gezici buz kamyonundan kırık buz alıp o rafa doldurur, insanlar dükkânın önünden geçerken görsün diye buzun üzerine yerleştirirdik. Üniversiteye gitmeden önce dükkânda tam gün çalıştığım yedi ay boyunca babam için vitrini düzenledim. Camekân hakkında yorum yapanlara “Marcus’un eseri” derdi babam. Her şeyi oraya koyardım. Biftekleri koyardım, tavukları koyardım, kuzu butlarım koyardım – elimizdeki bütün ürünleri “sanatsal” bir model oluşturacak şekilde camekâna yerleştirirdim. Hastanenin karşısındaki çiçekçiden aldığım eğreltiotlarıyla etleri süslerdim. Eti kesmekle, dilimlemekle, satmakla ve camekânı et 15 parçalarıyla süslemekle kalmadım, babamın asıl yardımcısı olan annemin yerine geçtiğim o yedi ay boyunca sabahları erkenden babamla birlikte toptan satış pazarına gidip et satın almayı da öğrendim. Babam haftada bir kez, sabah beş-beş buçuk sularında toptan satış pazarına giderdi, çünkü oraya gidip kendi elleriyle seçtiği eti, dükkâna kendisi götürüp dolabına yerleştirince, nakliyat ücretinden tasarruf ediyordu. Dörtte bir sığır, kuzu pirzola için kuzu ön gövdesi, bir tam dana, biraz dana ciğeri, tavuk ve tavuk ciğeri alırdık, birkaç müşterisi olduğundan beyin de alırdık. Dükkânı sabah saat yedide açar, akşam yediye, sekize kadar çalışırdık. On yedi yaşında, genç, hevesli ve enerjiktim ama saat beşte pilim tükenmiş olurdu. Babamsa bütün gücüyle çalışmaya devam eder, elli kiloluk öngövdeleri omuzlayıp dolaba girer, kancalara asardı. Bıçakla etleri kesip dilimler, satırla döver, saat yedide, ben yere yığılma raddesine gelmişken siparişleri hazırlamaya devam ederdi. Benim görevim de eve gitmeden hemen önce kasap tezgâhını temizlemekti, üzerine biraz talaş atıp demir fırçayla fırçalar, içimde kalan son enerji kırıntısını da harcayarak dükkânın koşer olması için tezgâhtaki kanı tek bir leke kalmayana kadar kazırdım. Şimdi geçmişi anarken o yedi ayı hayatımın muhteşem bir dönemi olarak görüyorum – tavukların içini temizlemek zorunda olduğum anlar dışında.

Aslında o bile kendince muhteşemdi, çünkü yapılması gerektiği için yaptığım, hem de iyi yaptığım, bundan dolayı bana hiç zor gelmeyen bir işti. Yani o işten de çıkarılacak bir ders vardı. Hem ben derslere bayılırdım – derse doyamam! Ve babamı seviyordum, o da beni seviyordu – hem de daha önce hiç olmadığı kadar. Dükkânda öğle yemeği hazırlardım, ikimiz için. Yemeğimizi dükkânda yemekle kalmaz, orada, arka odada eti kesmek için kullandığımız tezgâhın hemen yanındaki ızgarada pişirirdik. Bizim için ızgara tavuk ciğeri yapardım, bizim için ızgarada küçük biftekler pişirirdim ve ikimiz de birlikteyken hiç olmadığımız kadar mutluyduk. Ama kısa bir süre sonra aramızdaki yıpratıcı mücadele başladı: Neredeydin? Neden evde değildin? Dışarı çıktığında nereye gittiğini nereden bileyim? Önünde parlak bir gelecek uzanan bir çocuksun – öldürülme ihtimalin olan yerlere gitmediğini nereden bileyim? O sonbahar Robert Treat’te birinci sınıfa başladım; gece eve babamın öngördüğünden yirmi dakika geç gelirsem, hem ön hem arka kapıyı iki kez kilitlediği için kendi anahtarlarımla açamaz, eve girebilmek için iki kapıdan birini yumruklamak zorunda kalır ve babamın çıldırdığına kanaat getirirdim. Ki çıldırmıştı da: el üstünde tutulan tek çocuğunun, erkekliğe adım atan herkes gibi yaşamın tuzaklarına hazırlıksız yakalanacağı endişesi onu çıldırtmıştı; küçük bir oğlan çocuğunun büyüdüğü, boyunun uzadığı, hatta ana babasının boyunu geçtiği zaman artık ele avuca sığmayacağı, dışarıdaki hayata salınması gerektiği yolundaki korkutucu gerçekle yüzleşince çıldırmıştı. Sadece bir yıl orada okuduktan sonra Robert Treat’ten ayrıldım. Ayrıldım, çünkü babam tek başıma karşıdan karşıya bile geçemeyeceğime inanır olmuştu. Ayrıldım, çünkü babamın sürekli beni gözetlemesi dayanılmaz hale gelmişti. Normalde soğukkanlı bir adam olan, nadiren tepesi atan babam, ondan bağımsızlaşma ihtimalimle karşı karşıya kalınca, onu hayal kırıklığına uğratmam durumunda şiddete başvurmayı kafaya koymuş gibiydi; benim -serinkanlı, mantıklı kişiliğiyle lise münazara takımının dayanak noktası olan benim- onun bu mankafalığı ve mantıksızlığı karşısında tek yapabildiğim, öfkeyle zırıl zırıl ağlamaktı. Onu kendi ellerimle öldürmemek için oradan uzaklaşmam gerekiyordu – babam üzerindeki etkisinin benimki gibi beklenmedik şekilde azaldığını gören perişan haldeki anneme hırsla böyle açıkladım durumu. Bir gece, saat dokuz buçuk sularında şehir merkezinden otobüse binerek eve döndüm. Robert Treat’in kendi kütüphanesi olmadığından, Newark Halk Kütüphanesi’nin ana binasında çalışmıştım.

O sabah sekiz buçukta evden çıkmış, bütün günü okulda derslere girerek geçirmiştim ve beni görünce annemin söylediği ilk şey “Baban seni aramaya çıktı,” oldu. “Neden? Nerede arıyor?” “Bir bilardo salonuna gitti.” “Ben bilardo oynamayı bilmem ki. Ne sanıyor? Ders çalışıyordum, Tanrı aşkına. Yazılı ödevimi hazırladım. Gece gündüz ne yaptığımı sanıyor ki?” “Bugün Mr. Pearlgreen’le Eddie hakkında sohbet ettikten sonra zıvanadan çıktı.” Babası tesisatçımız olan Eddie Pearlgreen liseden benimle birlikte mezun olmuş, beden eğitimi öğretmeni olmak için 17 East Orange’daki Panzer’da bir üniversiteye gitmişti. Çocukluğumdan beri birlikte top oynardık. “Ben Eddie Pearlgreen değilim,” dedim. “Ben, benim.” “Ama ne yapmış, bir bilsen. Kimseye haber vermeden babasının arabasını alıp Pennsylvania’ya, oradaki özel bir bilardo salonunda bilardo oynamak için Scranton’a gitmiş.” “Tamam da, Eddie bilardo hastası. Scranton’a gitmesine hiç şaşırmadım.

Sabah dişlerini fırçalarken bile bilardo düşünmeden edemez. Bilardo oynamak için aya gitse şaşırmam. Eddie, kendini tanımayan adamları, onlarla aynı seviyede bir oyuncu olduğunu söylerek kandırır, sonra maç başına yirmi beş dolara bilardo oynarlar ve hepsini hezimete uğratır.” “Mr. Pearlgreen sonunda işi araba çalmaya kadar götüreceğini söyledi.” “Ah, anne, saçmalık bu. Eddie ne yaparsa yapsın, benimle hiçbir ilgisi yok. Ben de mi sonunda araba hırsızı olacağım yani?” “Tabii ki hayır tatlım.” “Eddie’nin sevdiği oyunu sevmem, onun hoşlandığı ortamlardan hoşlanmam. Benim düzeysiz insanlarla işim olmaz anne. Ben önem taşıyan şeylerle ilgileniyorum. Bir bilardo salonuna adımımı bile atmam. Bak, bir kez daha kim olduğumu, kim olmadığımı açıklamayacağım. Bir daha kendimi anlatmayacağım. Başkaları için niteliklerimin bir listesini çıkaracak ya da kahrolası görev bilincimden bahsedecek değilim.

Bu gülünç, ipe sapa gelmez saçmalığı artık kaldıramam!” Tam bunun üzerine, babam sahneye çıkma sırası gelmiş bir aktör gibi arka kapıdan eve girdi; hâlâ kendinde değildi ve buram buram sigara dumanı kokuyordu, beni bilardo salonunda yakaladığı için değil de, arayıp da orada bulamadığı için burnundan soluyordu. Şehir merkezine inip halk kütüphanesine bakmak aklına bile gelmemişti – çünkü kütüphanede birinin bilardo ustası olduğum için bilardo sopasıyla kafamı yarması ya da, Gibbon’m Roma İmparatorluğunun Çöküşü ve Yıkılışı’ndan ödev verilen bölümü akşam saat altıdan beri okuduğum için bana bıçak çekmesi olası değildi. “İşte buradasın,” dedi. “Evet. Garip, değil mi? Evdeyim. Burada uyuyorum. Burada yaşıyorum. Ben senin oğlunum, hatırladın mı?” “Öyle misin? Her yerde seni arıyordum.” “Neden? Neden? Lütfen biri bana neden ‘her yerde’ beni aradığını açıklasın.” “Çünkü eğer sana bir şey olursa – eğer başına bir şey gelecek olursa “Ama hiçbir şey olmayacak. Baba, ben bilardocu, it ko18 puk takımından Eddie Pearlgreen değilim! Hiçbir şey olmayacak.” “Tanrı aşkına, sanki ben bilmiyor muyum senin o olmadığını. Senin gibi bir oğlum olduğu için ne kadar şanslı olduğumu herkesten iyi ben bilirim.” “O zaman, bütün bu olanların nedeni nedir baba?” “Nedeni yaşam, en ufak yanlış adımın feci sonuçlara yol açtığı bu yaşam.” “Tanrım, içinden fal çıkan kurabiyeler gibisin.

” “Öyle miyim? Öyle miyim? Evladı için telaşlanan bir baba gibi değil de, bir fal kurabiyesi gibiyim, öyle mi? Oğlumla önünde uzanan ama herhangi bir şeyin, en önemsiz görünen şeyin mahvedebileceği geleceği hakkında konuşurken böyle oluyorum.” “Of, boş ver, yeter artık!” diye bağırdım ve Scranton’a gidip bilardo oynamak ve hazır gitmişken bir de belsoğukluğu kapmak için nereden araba çalabileceğimi düşünerek evden fırlayıp çıktım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir