Pierre Loti – İzlanda Balıkçısı

Deniz ve salamura kokan, loş bir bölmede dirsek dirseğe vermiş içen irikıyım beş kişiydiler. Boylarına göre oldukça alçak olan bu barınak, içi boşaltılmış1 büyük bir martı gibi uzayarak uca doğru daralıyordu; tekdüze bir sızlanmanın eşliğinde, uyku yavaşlığında hafif hafif sallanıyorlardı. Dışarıda deniz ve gece olmalıydı fakat bulundukları yerden pek anlaşılmıyordu: Tavana açılmış tek açıklık, tahta bir kapakla kapatılmıştı; adamları, yukarıdan sarkan eski bir lambanın titreşen ışığı aydınlatıyordu. Bir mangalda ateş yanıyor; kurumakta olan ıslak elbiselerinin üzerinde tüten buharlar, kilden pipolarından tütmekte olan dumanlara karışıyordu. Yekpare masaları yaşam alanlarının tamamını kaplıyordu; geriye yalnızca geminin meşe duvarlarına sabitlenmiş dar sandıkların üzerine oturabilmek için etrafından dolanacak kadar yer kalıyordu. Hemen Üzerlerinden, neredeyse kafalarına değecek koca koca kirişler ge1. İlk paragraftan itibaren romanın anıtsal kurgusuna hazırlık niteliğindeki bu hayranlık uyandıran “içi boşaltılmış büyük martı” imgesinin alanı çizmemek elde değil. Balıkçı gemisinın “barınağı” (daha şimdiden “burada yatıyor” cümlesinin yankısı olarak işittiğim) o andan itibaren adeta içi boşaltılmış bir beden gibidir. Denizciler bedensel bir kılıfın boşluğunda yaşamaktalar. (Y.N.) 11 çiyordu; arkalarında ise geminin kalın iskeletine oyulmuş izlenimi veren ve ölülerin konulduğu mezar oyuklarını andıran yatakları bulunuyordu. Tüm bu ahşap doğramalar, kaba ve aşınmış, rutubet ve tuz içlerine işlemişti; ellerinin sürtünmesiyle zamanla yıpranmış, parlıyorlardı. Kaselerinin içinden şarap ve elma şarabı içmişlerdi, yiğitlik ve dürüstlük okunan yüzlerini ise yaşama sevinci aydınlatıyordu. Şimdiyse masada oturmuş, kadınlar ve evlilik hakkında Bretonca sohbet ediyorlardı.


Bir duvarda, başköşede, tahta bir levhaya sabitlenmiş fayansa işli Meryem Ana tasviri asılıydı. Denizcilerin koruyucu anası biraz eskimişti, nahif bir üslupla resmedilmişti. Ne var ki tasvirler, gerçek insanlardan daha uzun ömürlü olur; Meryem Ana’nın kırmızılı mavili elbisesi, bu ahşap fakirhanenin tüm koyu gri gölgeleri arasında küçücük, çok taze bir nesnenin esintisini yayıyordu. Sıkıntılı zamanlarda birden fazla hararetli dua işitmiş olmalıydı ki hemen önüne, iki adet yapay çiçek buketi ve bir tane de tespih çivilenmişti. Bu beş adamın da üzerinde birbirinin tıpatıp aynı, dar, yünden, kalın, mavi ve pantolonlarının içine soktukları bir kazak vardı; başlarında lodos şapkası 1 da dedikleri (güneybatıdan esen ve bizim yarımkürede beraberinde yağmuru getiren rüzgara verilen ad) muşambadan yapılmış bir tür başlık vardı. Yaşları birbirinden farklıydı. Kaptan kırkında olabilirdi; diğer üçü ise yirmi beş ila otuz arasında sayılabilirlerdi. Adı Sylvestre veya Lur’lu olan beşinci kişi ise henüz on yedisindeydi. Boyu ve gücü itibariyle şimdiden erkek sayılırdı; oldukça seyrek ve kıvırcık siyah bir sakal yanaklarını kaplıyordu; bir tek, son derece yumuşak ha1. Kafayı, boynu ve enseyi koruyan su geçirmez muşamba Japka. (Y.N.) 12 kışlarıyla saf, çocuksu ve gri mavi renkli gözlerini muhafaza etmişti. Yerin dar olmasından dolayı barınaklarında böyle büzüşüp dip dibe olmaktan memnun görünüyorlardı. … Dışarıda deniz ve gece olmalıydı, derin ve karanlık suların sonsuz ıssızlığı.

Duvarda asılı duran bakır saat on biri gösteriyordu, gecenin on biri olmalıydı kuşkusuz; ahşap tavanda yağmurun sesi işitiliyordu. Neşeyle, fakat edepsizce bir şey söylemeden, kendi aralarında evlilikle ilgili meselelerden konuşuyorlardı. Anlatılanlar, hala çocuk olanlara göre projeler veya memlekette yapılmış düğünler sırasında gerçekleşen gülünç hikayelerden ibaretti. Bazen kahkahalar eşliğinde sevme hazzıyla ilgili fazlasıyla açık oldukları imalar patlattıkları da oluyordu. Ne var ki, her türlü güçlüğü görüp geçirmiş erkeklerin anladığı biçimde aşk, daima tertemizdir ve üzerine yapılan kabalıklar bile iffetli sayılır. Bu arada Sylvestre’in canı, bir türlü gelmek bilmeyen bir başkası, Jean yüzünden (Bretonların Yann diye telaffuz ettikleri bir isim) sıkılıyordu. Sahiden, neredeydi bu Yann; hala yukarıda iş başında mıydı? Neden aşağıya inip eğlenceden payına düşeni almıyordu? “Halbuki, neredeyse gece yarısı oldu,” dedi Kaptan. Ayağa kalktı ve Yann’a seslenmek üzere tahta kapağı başıyla kaldırıverdi. İşte o zaman, yukarıdan içeriye çok tuhaf bir ışıltı yayıldı: “Yann! Yann! Huu! Adam!” Bir anlığına açılan bu kapaktan içeriye sızan solgun ışık, gün ışığına çok benziyordu. “Neredeyse gece yarısı … ” Oysa gerçekten de, güneş ışıltısı; gizemli aynalar tarafından çok çok uzaklardan yansıtılan alacakaranlığın aksi gibiydi. Delik kapanır kapanmaz yine gece oldu, tepeden 13 sarkan küçük ampul yine sarı sarı parlamaya başladı ve adamın kocaman botlarıyla ahşap merdivenden aşağıya indiği işitildi. Tıpkı koca bir ayı gibi iki büklüm girdi içeri; çünkü dev gibiydi. İlk yaptığı, salamuranın keskin kokusundan dolayı burnunu tıkayarak suratını ekşitmek oldu. Özellikle, bir kazık kadar dimdik olan sırtından dolayı erkeklerin ortalama boyutlarını haydi haydi aşmaktaydı; cepheden bakıldığında, mavi kazağının yüzeyinden belli olan omuz kasları, kollarının üst kısmında sanki birer top gibi durmaktaydı. Oldukça hareketli, vahşi ve kibirli bakan, kahverengi, iri gözleri vardı.

Kollarını Yann’a dolayan Sylvestre, çocukların yaptığı gibi onu kendisine doğru şefkatle çekiverdi; Yann’ın kız kardeşiyle nişanlıydı ve onu ağabeyi gibi görüyordu. Diğeri ise bembeyaz dişleriyle gülümseyerek karşılık veriyor ve sevilmek isteyen bir aslan edasıyla kendini onun şefkatli kollarına teslim ediyordu. Diğer erkeklere göre yan yana sıralanacak daha çok yeri bulunan dişleri biraz aralıktı ve bu durum küçücüklermiş gibi algılanmalarına neden oluyordu. Hiç kesilmemiş olmasına rağmen, san bıyığı oldukça kısaydı; ince ve zarif kenarlı dudaklarının üstünde simetrik iki ayrı bukle biçimindeki bıyığı gür ve kıvırcıktı; ağzının her iki yanındaki çukurlara doğru kıvrılıyorlardı. Sakalından geriye kalan yerler traşlıydı ve pembe yanakları henüz kimsenin dokunmadığı meyveler gibi kadifemsi bir körpelikteydi. Yann oturduğunda bardaklar yeniden dolduruldu, pipolar tekrardan harmanlansın ve yakılsın, diye miço çağrıldı. Bu yakma işlemi, miço için biraz da olsa tütün içmek anlamına geliyordu. Miço, gürbüz, yuvarlak hatlı, öyle ya da böyle akraba sayılan bu denizcilerin her birinin kuzeni sayılabilecek bir oğlandı; yeterince zor olan 14 görevinin dışında, aynı zamanda geminin şımarık çocuğuydu. Yann, ona kendi bardağından içki içirttikten sonra yatması için geri gönderdi. Ardından, evliliklerle ilgili büyük sohbete kalındığı yerden devam edildi. “Peki ya sen Yann?” diye sordu Sylvestre, “Senin düğününü ne zaman yapacağız?” “Utanmıyor musun?” dedi Kaptan. “Senin gibi kazık kadar olmuş, yirmi yedi yaşında bir adam hala bekar! Seni gördüklerinde kim bilir kızların akıllarından neler geçiyordur?” Yann ise, kızları son derece hor gören bir ifadeyle omuzlarını silkeleyerek yanıt verdi: “Ben düğünü geceleri yaparım; bazen gündüzleri de yaptığım oluyor. Hangisi denk gelirse artık.” Yann, devlete olan beş senelik borcunu 1 henüz tamamlamıştı ve donanmanın topçu deniz eri olduğu sırada, Fransızca konuşmasını ve kuşku duyulmasına yol açan cümleler kurmasını öğrenivermişti. Dediğine göre on beş gün süren son düğününü anlatmaya koyuldu.

Nantes’ta bir şarkıcıyla birlikteydi. Bir akşam denizden döndüğünde, biraz da karamsarlıkla bir alcazar’ a2 gitmişti. Kapıda, yirmi franklık bir Louis altını fiyatına devasa çiçek buketleri satan bir kadın duruyordu. Ne yapacağını pek bilmeden bir tane satın almış ve içeriye girer girmez, sahnede şarkı söyleyenin suratının ortasına basbayağı fırlatıvermişti; ac;lında fazla da güzel bulmadığı bu boyalı bebeğe alay edercesine yapmış olduğu beklenmedik bir itiraftı yaptığı. Kadın anında yere çakılmış ve takip eden üç hafta süreyle ona doymak bilmemişti. 1. 1889 yılına dek devam eden 1872 yasasına göre askerlik karada da denizde de beş seneye çıkartılmıştı. (Y.N.) 2. (Fr.) Kabare ya da benzeri eğlence mekinlanna verilen ad. (Y.N.) 15 “Hatta, oradan ayrılacağım zaman, bana bu altın saati armağan etti,” dedi ve herkese göstermek için saati masanın ortasına önemsiz bir oyuncakmış gibi fırlatıverdi.

Hikayeyi kaba kelimeler ve kendisine özgü imgelerle anlatmıştı. Bununla birlikte, sivil yaşamın bu bayağılığı, denizin derin sessizliğiyle çevrelerini kuşattığı bu ilkel adamlar için aykırı kaçıyordu. Yukarıdan hayal meyal görülen ışıltılı gece, kutup yazının bitmekte olduğunun habercisiydi. Ayrıca, Yann’ın bu tür davranışları Sylvestre’i hem şaşırtıyor hem de üzüyordu. O, Ploubazlanec kasabasındaki bir balıkçının dul eşi olan yaşlı ninesi tarafından, dini inançlara saygılı olarak büyütülmüş, bakirliğini koruyan bir evlattı. Küçükken her gün onunla birlikte annesinin mezarına gider ve dizlerinin üzerine çöküp dua ederdi. Uçurumun tepesinde bulunan bu mezarlıktan bakınca ufukta, babasının vaktiyle bir gemi kazasında kaybolduğu Manş Denizi’nin gri suları görülüyordu. O ve ninesi fakir olduklarından, çok erken yaşta balıkçı gemilerinde çalışmaya başlamıştı, bütün çocukluğu açık denizde geçmişti. Hala, her akşam dua ederdi; gözleri o dini saflığını koruyordu. O da yakışıklıydı ve Yann’dan sonra güvertenin en güçlüsüydü. Yumuşacık sesi ve küçük bir çocuğunkini andıran vurguları, uzun boyu ve simsiyah sakalıyla tezat oluşturuyordu; çok hızlı geliştiğinden, birdenbire bu kadar uzun boylu ve iri olmaktan utanır gibiydi. Yakınlarda Yann’ın kız kardeşiyle evlenmeyi tasarlıyordu ama henüz ona kur yapan hiçbir kıza karşılık vermemişti. Gemide, biri iki kişilik olmak üzere, sadece üç yatak vardı; geceleri dönüşümlü olarak uyuyorlardı. Koruyucuları Meryem Ana’nın göğe yükselişini kutladıkları bu eğlenceleri sona erdiğinde, saat gece yansını biraz geçmişti. Üçü, mezarı andıran, karanlık küçük ya16 taklarına uyumak için çekilirken diğer üçü -Yann, Sylvestre ve hemşerileri Guillaume- ara verdikleri avlanma işine devam etmek için güverteye çıktılar.

Dışarıda gün doğmuştu, sonsuz aydınlıktı. Ancak bu ışık başka hiçbir şeye benzemeyen öylesine soluk, öylesine açık renkte bir ışıktı ki, nesnelerin üzerinde ölgün bir güneşin ışınlan dolanıyordu. Etraflarında renksiz, derin bir boşluk uzanıyordu ve gemilerinin tahta döşemeleri dışında her şey berrak, elle tutulamaz bir düş izlenimi veriyordu. İnsanın gözü denizi zar zor seçebiliyordu: Önce, yansıtacak hiçbir görüntüsü olmayan titrek bir tür ayna gibi olurken sonra ufka doğru, buhardan bir vadiyi andırıyordu; ne ufuk ne de ötesi, hiçbir şey görünmüyordu. Rutubetli havanın serinliği, insanın içine gerçek bir ayazdan daha yoğun ve daha çok işliyordu ve soludukça yoğun bir tuz tadı hissediliyordu. Her şey sakindi, yağmur artık dinmişti; yukarıda bulunan biçimsiz ve renksiz bulutlar sanki kendini gizleyen, açıklanamaz bu ışıkla dolu gibiydi; gece olmasına ve etraftaki solgunluğa rağmen görüş mesafesi iyiydi, her şey ayrıntısına kadar seçilebiliyordu. Orada bulunan üç adam, çocukluklarından beri hayatlarını denizin üzerinde, belli belirsiz ve bulanık hayali görüntüleri andıran bu fantasmaların ortasında sürdürüyorlardı. Daracık ahşap evlerinin etrafındaki bu değişken sonsuzluğun oynadığı oyunlara alışmışlardı; gözleri de enginlerde yaşayan büyük kuşlarınki kadar alışmıştı bunlara. Gemi usul usul, tıpkı uyuyakalmış bir adamın rüyalarının arasında mırıldandığı Bretonca bir şarkı gibi, aynı tekdüze ritmi çıkartarak olduğu yerde sallanıp duruyordu. Yann ve Sylvestre hemencecik iğne ve oltalarını hazırlamışlardı, aynı anda diğeri de bıçağını bileyerek bir fıçı tuz açıp beklemek üzere arkalarına oturuvermişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir