Ray Bradbury – Yakma Zevki

Bir süre sonra aşağılık kompleksinin üstesinden geleceksin. Belki. Bu konuda yapabileceğin bir şey yok. Geceleri dolaşmaya dikkat et sadece. Kızgın güneş seni zorlayacaktır muhakkak. Ve yaz geceleri de kolay geçmeyecektir. Dolayısıyla iyisi mi, serin havalan bekle, tik altı ay en iyi dönemin. Yedinci ayda suyun çekilmeye ve kurtçuklar oluşmaya başlayacak. Sekizinci ayın sonunda işlevselliğin azalacak. Onuncu ayda yorgunluktan tükenmiş bir halde uzanacak ve kederinden ağlayacaksın, ama gözlerinden bir damla bile yaş akmayacak; işte o zaman bir daha hiç hareket edemeyeceğini anlayacaksın. Ama tüm bunlar yaşanmadan önce düşünmen gereken çok şey var ve bitirmen gereken çok sayıda iş. Şakaklarındaki etler düşmeden önce birçok düşünceyi yeniden gözden geçirecek, eskiden hoşlandığın ve hoşlanmadığın birçok şeyi zihninde çevireceksin. Senin için yeni bir şey bu. Yeniden doğuyorsun. İçinde bulunduğun rahim ipek astarlı; mis gibi sümbül ve keten kokuyor.


Sen doğmadan önce, topraktaki milyonlarca böceğin kalp atışları dışında tek bir ses duyulmuyor, tek bir çıt çıkmıyor, içinde bulunduğun rahim ahşap, metal ve kadife; toprak ananın bağrında bir cep, kasvetli ve amansız bir hava boşluğundan başka bir yaşam desteği sunmuyor sana. Artık tek bir şekilde yaşayabiliyorsun. Harekete geçmen için sırtına vuran duygusal bir el olmalı. Bir arzu, bir ihtiyaç, bir duygu. Sonra bir bakmışsın ki silkmiyor, doğruluyor ve alnını ipek kaplı ahşaba çarpıyorsun. O duygu tüm bedenini sarıyor, seni çağırıyor. Yeterince güçlü değilse o duygu, bitkinlikle olduğun yere yığılacak ve bir daha uyanmayacaksın. Ama bir şekilde onunla büyürsen, yukarıya doğru tırmalarsan, uzun uzun, yavaş yavaş, bıkmadan usanmadan günler boyu çalışırsan, üzerindeki toprağı santim santim atmanın bir yolunu bulur ve nihayet bir gece, karanlığı yarıp dışarı çıkar ve yıldızlan görürsün. Şimdi ayaktasın ve radyo dalgalarının yönlendirdiği ince bir antenin titreşimleri gibi, o duygu sana yön gösteriyor. Omuzlarını hizalıyor, yeni doğmuş bir bebek gibi sendeleyerek adım atarken tutunacak bir şeyler arıyor ve mermer bir levhaya yaslanıyorsun. Titreyen parmaklarının altında kazınmış bir yazı, kısaca, çok kısaca, yaşam öykünü anlatıyor: Doğdu-Öldü. Bir sopa yutmuş gibisin. Gevşemen ve tekrar doğal bir şekilde yürümeyi öğrenmen kolay değil. Ama bunu dert etmiyorsun. İçindeki bu duygunun çekim gücü o kadar kuvvetli ki, tuğladan duvarların yanından yürüyerek, taşlı yollardan geçerek, anıtlar ülkesinden alacakaranlık caddelere, soluk kaldırımlara doğru ilerliyorsun.

Bir şeylerin eksik kaldığını hissediyorsun. Bir yerlerde, görmek istediğin ama henüz görülmemiş bir çiçek, içine atlamanı bekleyen bir havuz, avlanmayı bekleyen bir balık, öpülmemiş bir dudak, daha önce farkına varılmamış bir yıldız var. Bir yere geri dönüyorsun; her ne eksik kaldıysa, onu tamamlamaya… Bütün caddeler bir garip olmuş. Daha önce hiç görmediğin bir kentte yürüyorsun; bir gölün kıyısındaki bir tür rüya kentinde… Artık yürüyüşünden biraz daha eminsin, hızlıca ilerleyebiliyorsun. Hafızan geri geliyor. Bu caddenin her taşı bildik. Yazın fırın gibi sıcağında, asfaltın betondan fışkırdığı her köşe bildik. Yemyeşil baharda, demir direklere bağlanmış atların durduğu yer bildik; aradan o kadar uzun bir zaman geçmiş ki, beynindeki çelimsiz kurtçuklar gibi bu hatıralar. Üzerinde, bu ıssız noktaya ışıktan bir ağ ören parlak bir örümceği andıran bir lamba asılı bu kavşak… Çok geçmeden bu ağdan kurtulup bir çınar altının kasvetine sığınıyorsun. Dikenli bir çit, onu yoklayan parmaklarının altında ruhsuzca dans ediyor. Burada, çocukken elinde bir sopayla, makineli tüfek sesi çıkartarak koşar, güler, eğlenirdin. Bu evler, içinde insanlar ve insanların hatıraları olan bu evler… Şurada oturan Bayan Hanlon’ın limon kokusunu hatırladın mı? Porselen dişleri, dolabın raflarına yansıyan kendi pırıltılarına sırıttıklarında dişetleri de solgunlaşan, solgun elli solgun bir kadındı Bayan Hanlon. Her gün petunyalarının arasından geçen kestirme yolu kullanmaman konusunda solgun bir nutuk çekerdi sana. Şimdiyse, yanmış bir antika kitabın sayfaları gibi, tam anlamıyla solmuş durumda. Yanan bir kitabın nasıl göründüğünü hatırlıyor musun? İşte artık o da mezarında aynen öyle görünüyor; katman katman kıvrılan, bükülen, siyah ve sessiz bir çürümüşlüğün ızdırabı içinde… Cadde, üstünde yürüyen bir adamın adımları dışında sessiz.

Adam köşeyi dönüyor ve hiç beklemediğiniz bir anda çarpışıyorsunuz. İkiniz de geri çekiliyorsunuz. Bir an için birbirinizi inceliyor ve birbiriniz hakkında bir şeyi fark ediyorsunuz. Yabancının gözleri, aşınmış bir duyun derinliklerinden fışkıran ateş toplan gibi. Uzun boylu, zayıf, koyu renk şık bir takım elbise içinde, sarışın ve çıkık elmacık kemikleriyle ateş gibi beyaz. Biraz sonra gülümseyerek hafifçe eğiliyor. “Sen yenisin,” diyor, “seni daha önce görmedim.” Ve o an onun ne olduğunu anlıyorsun. O da ölü. O da yürüyor. O da tıpkı senin gibi ‘farklı’. Farklılığını hissediyorsun. “Böyle acele acele nereye gidiyorsun?” diye kibarca soruyor. “Konuşacak vaktim yok,” diyorsun; gırtlağın kuru ve büzüşmüş. “Gidiyorum işte bir yere.

Lütfen yolumdan çekil.” Dirseğinden sıkıca kavrıyor seni. “Sen benim ne olduğumu biliyor musun?” Sana doğru biraz daha eğiliyor. “Aynı gruba ait olduğumuzun farkında değil misin? Yürüyen ölüleriz biz. Kardeş sayılırız.” Sabırsızca kıpırdanıyorsun. “Benim… benim zamanım yok.” “Evet,” diyerek onaylıyor seni, “benim de harcayacak zamanım yok.” Ondan sıyrılıp yoluna devam ediyorsun ama ondan kurtulamıyorsun, çünkü seninle birlikte yürüyor. “Nereye gittiğini biliyorum.” “Biliyor musun?” “Evet,” diyor gelişigüzel. “Çocukluğunda sıklıkla vakit geçirdiğin bir yere gidiyorsun. Bir nehre. Bir eve ya da bir hatıraya. Belki de bir kadına.

Eski bir arkadaşının yazlığına. Ah, biliyorum işte! Senin gibiler hakkındaki her şeyi biliyorum,” diyor aydınlıkla karanlık arasından salınan ışıkta kafasını sallayarak. “Biliyorsun, öyle mi?” “Ölüler hep aynı nedenle yürürler. Bunu ben keşfettim. Ölüler, vampirler, yürüyen kadavralar hakkında yazılmış onca kitabı düşünürsen, bu çok değerli eserlerin yazarlarının hiçbirinin, ölülerin neden yürüdüğüne ilişkin gerçek sırrı bulamamış olması garip. Oysa neden hep aynıdır: bir hatıra, bir arkadaş, bir nehir, bir dilim pasta, bir ev, bir yudum şarap… Yaşamla ve YAŞAMAKLA ilgili her şey ve herhangi bir şey!” Sözcüklerini sıkıca kavramak istercesine yumruğunu sıkıyor: “Yaşamak. Gerçekten YAŞAMAK!” Sen, tek kelime etmeksizin hızlanıyorsun, ama onun fısıltısı yine de yakalıyor seni: “Bu gece bana katılmalısın arkadaşım. Bu gece diğerleriyle buluşacağız, bu gece, yarın gece, zaferimizi kazanana kadar her gece.” Telaşla, “Diğerleri de kim?” diye soruyorsun. “Diğer ölüler.” Sözlerinde şiddet var. “Hoşgörüsüzlüğe karşı örgütleniyoruz.” “Hoşgörüsüzlük mü?” Hararetle açıklıyor: “Biz azınlığız. Biz yeni ölmüş, yeni yıkanmış ve yeni gömülmüşler, dünyada bir azınlığız; zulme uğrayan bir azınlık. Bize karşı yasalar çıkartıyorlar.

Hiçbir hakkımız yok!” Beton ayaklarının altında yavaşlıyor. “Azınlık mı?” “Evet.” Kolunu sana bir sır verircesine tutuyor ve her yeni açıklamada biraz daha sıkıyor. “İsteniyor muyuz? Hayır! Seviliyor muyuz? Hayır! Bizden korkuyorlar! Koyunlar gibi mermer ocağına sürülüyoruz, bize bağırıyorlar, taş atıyorlar ve Almanya’nın Yahudileri gibi zulme uğruyoruz. İnsanlar korkuları nedeniyle bizden nefret ediyorlar. Sana söylüyorum, haksızlık bu!” İnliyor. Ellerini öfkeyle kaldırıyor ve yumruklarını hızla indiriyor. Şimdi kıpırdamadan duruyorsun. Seni durduran şey onun çektiği acı ve acısını sana boca ediyor, tüm bedeniyle, etkili bir şekilde… “Hak, hak, hak! Hakmiş! Hak bu mu, adalet bu mu? Hayır! Sorarım sana; biz, bir azınlık olarak mezarlarımızda çürürken, kıtanın geri kalanı gülüyor, dans ediyor, oynuyor, dönüyor, fırıldıyor, sarhoş oluyor. Adil mi bu? Onlar sevişirken bizim dudaklarımızın soğuktan titremesi, onlar birbirlerini okşarken bizim parmaklarımızın taşa dokunması, onlar birbirlerini gıdıklarken bizi kurtçukların eğlendirmesi; sorarım sana, hak bu mu, adalet bu mu? “Hayır! Avazım çıktığınca söylüyorum: Haksızlığın daniskası bu! Kahrolsunlar! Bizim azınlığımıza işkence ettikleri için kahrolsunlar! Biz de aynı haklara layığız,” diye bağırıyor. “Neden biz ölelim? Neden onlar ölmesin?” “Haklı olabilirsin.” “Bizi bir çukura atıp, beyaz yüzlerimizi toprakla kapatıyorlar ve ağırlık yapsın diye bağrımıza oymalı taşlar koyuyorlar; eski bir teneke kutuya çiçek sokuşturup, onu da senede bir defa toprağa gömüyorlar. Senede bir. defa mı? Bazen onu bile yapmıyorlar! Tanrım, nasıl da nefret ediyorum onlardan! Yaşayanlara karşı duyduğum bu nefret nasıl da yükseliyor, serpilip gelişiyor içimde anlatamam! Salaklar! Kahrolası salaklar. Biz yok olmaya yüz tutmuş ve çaresiz bir ihtirasla boylu boyunca yatarken, onlar tüm gece boyunca dans edip sevişiyorlar! Adil mi bu?” “Böyle düşünmemiştim,” diyorsun kararsızca.

“Ama bakacağız çaresine,” diye homurdanıyor. “Ne yapacaksın?” “Bu gece binlercemiz Elysian Park’ta toplanacağız ve lider de benim! İnsanlığı yok edeceğiz!” diye bağırıyor, omuzlarını geri atıp başını meydan okurcasına kaldırarak. “Bizi çok uzun süredir ihmal ediyorlar ve biz de onları öldüreceğiz. Doğrusu bu! Biz yaşayamıyorsak, o zaman onların da yaşamaya hakkı yok! Sen de geleceksin, değil mi arkadaşım? 1 ‘ diye soruyor umutla. “Çok kişiyi zorladım, bir sürüsüyle konuştum. Sen de gelecek ve yardım edeceksin. Zaten senin de kafan bozuk bu ölü yıkama ve zulme uğrama meselesine, öyle değil mi? Öyle olmasa bu gece dışarıda olmazdın. Katıl bize. Tüm kıtanın mezarlıkları aşın olgunlaşmış elmalar gibi patlayacak ve ölüler seller gibi akıp köyleri silip süpürecek! Gelecek misin?” “Bilmiyorum. Evet. Belki gelirim,” diyorsun. “Ama şimdi gitmem lazım. Daha bulmam gereken bir yer var. Tamam, gelirim.” “İyi,” diyor, sen yürümeyi sürdürüp onu ardında gölgeler içinde bırakırken.

“İyi, iyi, iyi.” Şimdi elinden geldiğince hızla tepeye tırmanıyorsun. Neyse ki, bu gece yerküre üzerine bir serinlik hakim. Sıcak bir gece olsaydı, senin durumundaki biri için yer üstünde olmak korkunç bir hal alırdı. Mutlulukla nefesini tutuyorsun. Büyükannenin pansiyonerlerini ağırladığı ev, orada, bütün rokoko ihtişamıyla karşında duruyor. Çocukken, 4 Temmuzlarda, o evin balkonunda oturup, havai fişeklerin ateşten köpükler çıkartarak yükselmelerini izlerdin. Fırıldaklar kıvılcım saçar, gürültü çıkartmaya bayılan ve sırf elle sardığı sigaralarıyla patlatmak için 50 dolarlık maytap satın alan Bion Amca’nın metal topu kulaklarını tırmalardı. Hatırlamanın verdiği bu duyguyla ürperiyor ve ölülerin neden yürüdüğünü artık anlıyorsun. Bu tür şeyleri tekrar görmek için. Burada, çiyin otları istila ettiği böyle akşamlarda, güreşen çocuk bedenleriniz, çiçekleri, otlan ve yapraklan ezerdi ve sen şimdinin, şimdinin, BU GECENİN! tadını çıkarırdın. Yarın kimin umurunda? Yarın hiçbir şey. Dün geçti ve bitti. Bu geceyi yaşa, bu geceyi! O büyük, eski, uzun evde inanılmaz cumartesi akşamlan yaşanırdı; Boston usulü fırınlanıp koyu ve lezzetli bir sosa bulanmış ve domuz pastırmasıyla kaplanmış koca fasulye yığınları… Evet, tüm bunlar. Ve dişlerinin üzerinde müzikal bir diş hekimliği uygularcasına gezindiğinde ağlayan kocaman siyah piyano… İşte burası, işte tam burası oğlum, hatırladın mı? Burası Kim’in evi.

Arkadan gelen sarı ışık, onun odası, içeride, kitap okurkenki halini resmediyor olabilir şimdi, farkında mısın? Bir an için o eve bak, verandaya, Ağustos gecelerinde oturduğun kapının önündeki salıncağa. Bir düşün. Kim, karın. Biraz sonra onu yeniden göreceksin! Bahçe kapısını çarparak açıyor ve hızla yürüyorsun. Seslenmek geliyor aklına, ama onun yerine sessizce evin yan tarafından dolanıyorsun. Annesiyle babası senin görürlerse çıldırırlar. Kim’in geçireceği şok zaten yeterince kötü. Odası burası. Parlak, kare, yumuşak ve boş. Tadını çıkar. Onu yeniden görebilmek hoş, değil mi? Nefesin camın üzerine kaygının bir işaretini çiziyor; soğuk cam buğuyla kaplanıyor ve onun oradaki tam ve mükemmel varlığının ayrıntılarını bulanıklaştırıyor. Buğu dağıldıkça odasının şekli belirginleşiyor. Alçak ve yumuşak yatağa serili pembe örtü, kiraz ağacından pırıl pınl cilalı rabıtalarla kaplı zemin; ortaya serilmiş, parlak ve bol tüylü uyuklayan köpekleri andıran kilimler… Ayna. Sessiz bir pantomimle büyüsünü yaptığı küçük tuvalet masası. Bekliyorsun.

Odaya geliyor. Saçlan yanan bir lamba gibi, kulaklarının arkasından tokayla tutturulmuş, hareketlerine bakılırsa yorgun gözüküyor, göz kapaklan yan açık ve gözleri bu belli belirsiz ışıkta bile mavi. Elbisesi kısa ve bedenini sarıyor. Nefesini tutarak soğuk camın arkasını dinliyorsun ve denizin derinliklerinden gelen bir şarkı duyar gibi oluyorsun. O kadar yumuşak söylüyor ki, daha ağzından çıkmadan bir yankıya dönüşüyor sesi. Şarkı söylerken ve aynanın karşısında saçlarını tararken ne düşündüğünü merak ediyorsun. İçindeki soğuk okyanus çırpınıyor. Kalbinin soğuk gümbürtüsünü duyuyor olsa gerek! Düşünmeden cama vuruyorsun. Senin, camın dışındaki sonbahar rüzgârı olduğunu zannederek, saçlarını taramayı sürdürüyor. Heyecanla, biraz da korkarak, bir kez daha vuruyorsun pencereye. Bu kez tarağını ve fırçasını bırakıp, ne olduğuna bakmak için serinkanlı ve kendinden emin bir şekilde yerinden kalkıyor. İlk başta hiçbir şey görmüyor. Gölgede kalıyorsun. Pencereye doğru yürürken, gözleri pencerenin parlak karelerine odaklanmış durumda. Derken, pencereden dışarı bakıyor.

Işığın ötesinde karanlık bir şekil görüyor. Hâlâ tanımıyor. “Kim!” Kendine hakim olamıyorsun. “Benim! Ben buradayım!” Suya batmış bir bedenin kara bir akıntıya doğru hareketlenip, pırıldayan kapkara gözlerle ve muzaffer bir edayla ansızın yüzeye çıkması gibi, hevesli suratın da ışığa doğru hamle ediyor. Bir anda Kim’in yüzünün rengi atıyor. Garip kanatlarla uçup giden akıl sağlığını serbest bırakmak istercesine ellerini açıyor. Kalan son sağlıklı düşüncesini yakalamak istercesine ellerini yeniden kapıyor. Bağırmıyor. Sadece gözlerini açıyor; aniden bastıran yaz yağmurunda düşen yıldırımın aydınlattığı, beyaz bir evin o korkunç gücü yansıtan boş ve gölgesiz camlar gibi bakıyor gözleri… “Kim!” diye bağırıyorsun. “Benim!” Adını söylüyor. Donakalmış ağzını kıpırdatıyor. Ama sesini ikiniz de duyamıyorsunuz. Kaçmak istiyor ama onun yerine, senin ısrarınla camı açıyor ve sen hıçkıra hıçkıra yukarı, ışığa doğru tırmanıyorsun. Camı çarparak kapıyor ve orada sallanarak duruyorsun. Kim odanın öteki köşesinde, korkudan çarmıha gerilmiş gibi duvara yaslanmış, öylece duruyor.

Düzensiz bir şekilde hıçkırıyorsun. Ellerin eskiden kalma bir açlığı ve ihtiyacı belirtecek şekilde ona doğru uzanıyor. “Kim. O kadar uzun zaman oldu ki…” ZAMAN VARLIĞINI YİTlRMİŞ. Tam beş dakika boyunca hiçbir şey hatırlamıyorsun. Sonra bu durumdan çıkıyorsun. Kendini Kim’in yatağının kenarında oturmuş, yere bakarken buluyorsun. Kulaklarında onun hıçkırıkları. Aynanın önünde oturuyor. Ağlarken, omuzlan da ızdırap içinde, uçmak isteyen kanatlar gibi hareket ediyor. “Biliyorum ölüyüm. Öyle olduğumu biliyorum. Ama bu soğuğa karşı ne yapabilirim? Senin sıcaklığının yakınında olmak istiyorum Kim, soğuk ve büyük bir ormanda, ateşin yanında olmayı istemek gibi… ” “Altı ay,” diyerek nefes alıyor, inanamayarak. “Altı ay önce terk ettin bu dünyayı. Tabutunun suratına kapandığını gördüm.

Toprağın, davula vurur gibi tok seslerle tabutunun üstüne düştüğünü gördüm. Ağladım. İçimde boşluktan başka bir şey kalmayıncaya dek ağladım. Şimdi burada olamazsın…”’ “Buradayım ama. 1 ‘ “Ne yapsak?” diye soruyor endişeyle, elleriyle vücudunu sararak. “Bilmiyorum. Şimdi seni gördükten sonra, geriye dönüp yeniden o kutuya girmek istemiyorum. Tahtadan yapılmış berbat bir koza o, Kim. O türden bir dönüşüm istemiyonım… 1 ‘ “Neden, neden, neden geldin?” “Karanlıkta kaybolmuştum Kim, ve toprağın derinliklerinde seninle ilgili bir düş gördüm. Ergen bir çekirge gibi kıvrandım rüyamda. Bir şekilde geri dönmeliydim.” “Ama burada kalamazsın.” “Şafak vaktine kadar kalabilirim.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir