Robert Fulford – Anlatinin Gucu

Hikâyecilik tüm edebi sanatların anasıdır ve okuyan herkes zaman zaman onun kalıcılığı üzerine düşünür. Benim bu konuya karşı ilgim pek de rastlantısal değil; bu kitapta dile getirilen sorularla yıllardır ilgileniyorum, fakat onlara çekidüzen verene dek benim için ne kadar önemli olduklarını fark etmemiştim. Görünüşe bakılırsa, yarım asırdan uzun süredir bu muazzam konu üzerine düşünüyormuşum. Anlatma güdüsünü etraflıca araştırma imkânına Canadian Broadcasting Corporation (CBC) tarafından bir Massey konferansçısı olarak seçildiğim 1999’da kavuştum. Massey Konferansları, güzel sanatların büyük hamisi ve Kanada doğumlu ilk Kanada genel valisi Vincent Massey’i onurlandırmak üzere 1961’de hayata geçirildi. Her sonbahar, yazarlar, öğretmenler ya da önemli kişiler arasında seçilen bir isim, çalıştığı alanla ilgili radyoda birer saatlik beş konuşma hazırlıyor. Geçtiğimiz yıllarda, Vincent Massey tarafından kurulmuş Massey College bu konuşmalara müdahil oldu, House of Anansi Press de onları yayımladı. Zaman içinde bu konuşmalar için bir çeşit standart oluştu ve konuşmalar her biri yaklaşık 7500 kelimeden müteşekkil, birbiriyle bağlantılı beş ayrı bölüm şeklinde düzenlenmeye başladı. Konular oldukça çeşitli; örneğin aile hayatının sorunları, teknolojinin getirdikleri ya da kapitalizmin önümüzdeki yüzyılda alacağı biçim gibi. CBC ve Massey College’la birlikte çeşitli yaklaşımları değerlendirdik ve hikâyeciliği araştırmam konusunda uzlaştık. Bence kültürümüzün bu hayati öğesine hak ettiği önem verilmiyor, çünkü hayatımızın her alanına sindiği için genellikle onun kökenini ve yaşamımıza kattıklarını çok da iyi değerlendiremiyoruz. İletişim kurma yöntemlerimiz arasında, hikâye en rahat, en işlevsel ve belki de en tehlikeli olanıdır. Kültürleri ve nesilleri aşan, yüzyıllardır insanlığa eşlik eden hikâyeler hepimize temas eder. Olayları bir masal şeklinde bir araya getirmek yediden yetmişe hepimizin hoşuna giden tek iletişim ve eğlence yöntemidir. Hikâyeler hiçbir zaman tanışmadığımız atalarımızla, on ya da yirmi bin yıl önce yaşamış insanlarla bağlantı kurmamızı sağlar.


Yazılı kültür öncesi toplumlar hakkındaki araştırmalar, hikâye anlatmanın insanın yazı yazmayı öğrenmesinden çok daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. Milyonlarca isimsiz hikâyeci anlatıyı yarattı; gözlemleriyle bilgilerini hikâye yoluyla başkalarına aktarmayı öğrendiklerindeyse medeniyet tarihi başlamış oldu. Bu konferansı oluştururken, anlatıya birkaç alışılmadık perspektiften bakmayı, hatta mümkünse konuyu genişletmeyi amaçladım. Öncelikle, anlatının diyalog yoluyla ortaya çıkan dizginlenemez ve doğrulanamaz biçimlerinin, özellikle de –doğru ya da yanlış fark etmez– kendimiz ve tanıdıklarımız hakkında anlattığımız hikâyelerin ne kadar değerli olduğundan bahsetmek istedim. Bana kalırsa, edebiyatı değerlendirmek için kullandığımız yöntemlerden amatör hikâyecilik konusunda da yararlanabiliriz. Kitabın ilk bölümü çokça kötülenen o sanatın, yani dedikodu biçimindeki anlatının temellerini inceliyor. Bu bölüm, dedikoduyu kurgunun biraz daha sofistike hâliyle ilişkilendirerek, insanların kendi kişiliklerini inşa ederken uydurdukları hikâyeleri ele alıyor. Anlatıyı bir besin zinciri olarak düşünürsek, en alt katmanın ardından 2. Bölüm’de büyük hırslar arenasına, Edward Gibbon, H. G. Wells, Arnold Toynbee ve medeniyetin akışını büyük anlatılarıyla değiştirmeye çalışan diğer yazarların dünyasına adım atıyoruz. Kendi mesleğim olan gazetecilik 3. Bölüm’ün odağında bulunuyor ve söz konusu bölüm, sürprizlerle dolu bir edebi tür olan şehir efsanelerini de mercek altına alıyor. 4. Bölüm Vladimir Nabokov ve Ford Madox Ford tarafından benimsenen “güvenilmez anlatıcı” kavramını inceliyor.

Bu konu, her birinin bir diğeri hakkında yorum yaptığı postmodern akademik teoriyle iç içedir. Son olarak 5. Bölüm’de, Sir Walter Scott’ın Ivanhoe’da kullandığı romantik anlatıdan başlayıp, anlatının külfetinin yirminci yüzyılda keşfedilen o istisnai karakterlere, yani televizyon ve sinema yıldızlarına devredildiği günümüz kitle kültürüne uzanan o görkemli hattın izini sürüyorum. Umarım bunlar amacımı gerçekleştirmeme, yani büyük ya da mütevazı kamusal anlatıları kendi hayatlarımızın gerçek hikâyeleriyle birleştiren anlamsal bağları belirlemeye yardımcı olur. Bu kitabın yazım sürecinde bana çok yardımı dokunan isimleri zikretmek benim için bir zevk. CBC Fikirler serisinin başyapımcısı Bernie Lucht, 1999 Massey konferansçısı olacağımı müjdeledi, daha sonra da konuyu seçip bir taslak çıkarmama yardımcı oldu. Yine Fikirler serisinden Richard Handler, yazma süresince bana mükemmel bir koçluk yaptı, vicdanımın sesi oldu ve beni teşvik etti; aynı zamanda radyodaki konuşmaların prodüktörlüğünü de o yaptı. House of Anansi Press’ten Martha Sharpe’a önerileri için ve Janice Weaver’a mükemmel düzeltisi için minnettarım. Geraldine Sherman, Sarah Fulford ve Rachel Fulford ilk müsveddeleri okuyup çok değerli eleştiriler sundular. Maclean’s için bir makale yazmamı isteyen Robert Lewis beni bu konuya yönlendiren kişidir. Katherine Ashenburg, John Fraser ve Barbara Moon zekice yorumlarını, Richard Landon da çok faydalı bir araştırmayı benden esirgemediler. Web sorumlusu Margaret Fulford teknik destek sağladı. Beverley Slopen da her zaman olduğu gibi hem menajer hem de amigo rolü üstlendi. Robert Fulford, Toronto, Eylül 1999 robert.fulford@utoronto.

ca I. Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları Hiç şüphe yok ki anlatı dünya üzerindeki varlığına dedikodu, yani bir kişiden ötekine anlatılan basit hikâyeler biçiminde başladı. Dedikodu, varlığını edebiyatın halk sanatındaki karşılığı, olayları özetlemenin ve anlamlarını araştırmanın kestirme yolu olarak sürdürdü. Hikâye anlatmanın daha ihtişamlı diğer biçimleri gibi, dedikodu da endişelerimizi ve korkularımızı ifade eder, ahlaki yargılar ortaya koyar ve tıpkı muhteşem yazarların en büyük eserlerinde olduğu gibi, yalnızca kısmen anlayabileceğimiz ironiler ve belirsizlikler barındırır. Dedikodu yaparken, hakkında konuştuğumuz insanlar kadar aslında kendimizi de yargılarız. Dedikodu yazın sanatını her daim besledi. Romancı Mary McCarthy, ünlü makalesi “The Fact in Fiction”da [Kurgudaki Gerçeklik] en önemli romanlarda bile bir dedikodu havası bulunduğunu iddia eder. Savaş ve Barış’ın ilk paragrafında bir kadın Napolyon’dan tam da dedikodu yapar gibi söz eder. Bu konuşma, “Otur ve anlat,” diye sona erer, böylece okuyucular olarak dedikodunun devam edeceğini anlarız. Tolstoy, Flaubert, Proust ve tüm diğer büyük romancıların, bizimle birbirine bir skandaldan söz eden komşular edasıyla konuştuğunu söyler McCarthy. “Şimdi neler olacağına inanamayacaksınız,” derler aslında bize. “Durun da anlatayım.” McCarthy, üzerine “skandal kokusu” sinmemiş bir kitabın muhtemelen roman sayılamayacağını öne sürer. Saul Bellow’un geçtiğimiz elli yılda Amerika’da yayımlanmış en önemli kitaplardan biri sayılan romanı Herzog bu konuda oldukça iddialıdır. Herzog bir skandalın ürünüdür ve gittiği her yere skandal taşır.

Onun romanlığından bir şey kaybettirmez bu, hatta McCarthy’nin dediklerini kabul edersek kitabın değerini artırır. Ancak ne olursa olsun, bu durum edebiyatla dedikodu arasındaki yakın ilişkiyi gözler önüne serer. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Alfred Kazin’in yayımlanan günlüklerindeki hikâyeyi ele alalım. Kazin edebiyatın toplumda çok önemli bir rol üstlendiğini düşünüyor, ama dedikoduya da herkes kadar ilgi duyuyordu. A Lifetime Burning in Every Moment [Her Ânı Yanan Bir Ömür] gibi klasik ve ihtişamlı bir başlıkla 1 yayımlanan günlük, tek bir sıradan olayın tarihini ana hatlarıyla çizer. Tek bir hadisenin nasıl toplumsal olarak dolaşıma girdiğini ve edebiyatın kast sisteminde, dedikodunun taşralılığından dünya edebiyatının aristokrasisine nasıl çabucak tırmandığını anlatır. 1964’te bir gün, Kazin günlüğüne yıllar önceden tanıdığı bir kadın hakkında birkaç kelime yazar. Kadın çekicidir, biraz da gösterişçi ve kendini beğenmiş. Kazin bunu sinir bozucu ve yüz kızartıcı bulur. “Kendisiyle o kadar meşguldü ki biri tarihsel bir vakadan bahsetse parmağını ısırıp nazikçe, ‘Bakalım ben o zaman kaç yaşındaydım?’ derdi,” diye yazar Kazin. Kadın ilgiyi kendi üzerine çekiyordu, ama aslında belki de tarihle bağlantı kurmaya çalışıyordu. Biz de bazen ABD başkanı Kennedy öldürüldüğünde ya da Ay’a ilk ayak basıldığında nerede olduğumuzu hatırlarız; işte onun bu alışkanlığı muhtemelen bizim hissettiklerimizle benzer. Kadın alışılmadık bir biçimde de olsa tarihle bir bağlantı kurmaya çalışıyordu. Ama tarihsel olaylardan bu şekilde bahsederken, aynı zamanda tarihte, özellikle de edebi tarihte bir rol oynuyordu. Kazin de bunu sonradan öğrenecekti.

Günlüğündeki kadın Alexandra Tschacbasov’du; Sasha, Sandra ya da Sondra adlarıyla da biliniyordu. 1950’lerde Kazin onunla tanıştığında Saul Bellow’un ikinci karısıydı. Aynı zamanda Winnipegli yazar ve öğretmen Jack Ludwig’in de gizli âşığıydı. Ludwig, Bellow’un yakın arkadaşı ve tutkulu bir hayranıydı. Bu gizli aşk ilişkisi ikilinin arkadaşlığını mahvetmekle kalmadı, onyıllar boyunca âşıkların, onların eşlerinin, çocukları ve torunlarının, arkadaşları ve tanıdıklarının da hayatlarını etkiledi. Sasha dışında olaydaki en önemli üç dört aktörü tanıdığımdan, bana bile uzaktan etkisi oldu. Kimilerine göre olay bir skandaldı; kimilerine göre evlilikte meydana gelebilecek melankolik vakalardan biri; olaya belli bir mesafeden bakanlar içinse tipik bir müstehcen öykü. Fakat dolaşımda olduğu yıllar içinde üzerine küçük yorumlar eklendi ve bu anekdot ağır ağır büyüdü. Sonunda Aristoteles’in anlatı tanımına uygun hâle geldi: Anlatı hem aşinalık içermeli, bildiğimiz bir şeyden bahsetmeli, hem de ani bir dönüş barındırıp büyük bir değişimden söz etmelidir. Söz konusu anlatıda zina ve ihanet var, ki edebiyatta ve dedikoduda daha fazla aşina olabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Ani dönüşse, Kazin’in aptal bulduğu marjinal genç kadının yıllar boyu anlatılacak bu öykünün merkezinde yer almasıdır. Bir deneyimden ziyade bir öykü olarak benim ilgimi çekiyor bu. Söz konusu iki şey birbirinden farklı. Öykünün bir biçimi, çerçevesi ve sınırları olur; deneyiminse sınırları belirsizdir ve benzer deneyimlerle birleşme eğilimindedir. Deneyimler genelde bizim yaşadığımız şeylerdir; öykülerse başkalarının başına gelir.

Deneyimler fazlasıyla karmaşıktır ve hatırlanması güçtür. Mesela ben arkadaşlarımın ilk boşanmalarını kendi deneyimime kıyasla çok daha net aktarabilirim, çünkü kendi geçmişim hakkında çok fazla bilgiye sahip olduğumdan, bu olaya onu basitçe anlatabilecek kadar mesafeli bakamıyorum. Öykülerinse, ö y k ü hâline gelebilmeleri için basitleştirilmeleri, gereksiz detay ve duygulardan arındırılmaları gerekir. Başkalarının hayatları söz konusu olduğunda bunu yapmak bize daha kolay gelebilir, fakat bazen bunu kendi geçmişimiz için de uygulayabiliriz. Sasha’nın öyküsünün beni bu kadar büyülemesinin bir sebebi de, bu öykünün, “gerçek” insanların kurgusal birer roman karakterine dönüştürüldüğü roman à clef özelliği taşıması. Simone de Beauvoir’nın savaş sonrası Paris entelektüellerini anlattığı Mandarinler kitabını okurken, Henri Perron adlı karakterin birçok bakımdan Albert Camus’ye benzediğini, Robert Dubreuilh’ünse Jean-Paul Sartre’ı temsil ettiğini fark ederiz. Ayrıca bu iki karakter arasındaki mücadelenin, Camus ile Sartre arasındaki gerçek çekişmeyi kurgusal düzeyde yeniden canlandırdığını da biliriz. D. H. Lawrence’ın Âşık Kadınlar’ını okurken, aşağılık Hermione karakterinin Lawrence’ın arkadaşı Leydi Ottoline Morrell’den esinlendiğini anlarız. Böyle romanları okurken iki öykü katmanını aynı anda özümsemeyi öğreniriz: biri yazarın bariz olarak anlattığı, diğeri de öykü içinde öykü niteliği taşıyan roman à clef. Bu ikincisi, kişiler arasındaki ilişkilerin ve yazınsal politikaların izlerini taşır. Dedikodu edebiyata dönüştürülmüştür. Saul Bellow karısıyla arkadaşı arasında geçenleri öğrendiğinde ortaya bir roman à clef çıktı. Aşağılanmış hisseden Bellow o kadar büyük bir hiddet duydu ki, biyografisini yazan James Atlas’ın söylediğine göre bu öfke Herzog’un duygusal yakıtı oldu.

Hışmını, eşi tarafından aldatılmış ve sinirsel çöküntü içindeki tuhaf akademisyen Moses Herzog’un ruhuna aktardı. Bellow romanda eski eşini ve eski arkadaşını acımasızca alaya alıyor ve bu sayede onlara duyduğu kızgınlığı dışa vuruyordu. Böylelikle roman Amerikan toplumunun bir portresine ve modern hayatın yüzeyselliğinin eleştirisine dönüştü. Bellow romanında en sevdiği konuyu, Herzog’un deyişiyle “birey olmanın ve kişisel gelişimin yarattığı tarif edilmez yükü”, inançsızlık çağının insanların omzuna yüklediği ağırlığı irdeliyordu. Herzog pek çok okuyucuyu etkiledi. Eylül 1964’te raflarda yerini alınca, New York Times onu bir başyapıt olarak adlandırdı. Times’ın çoksatanlar listesine girdi; bir entelektüel tarafından bir entelektüel hakkında yazılmış bir roman için mükemmel bir performans sergiledi ve bir yıl boyunca listede kaldı. Dönemin en çok övülen kitaplarından biri olarak, William Faulkner ve Ernest Hemingway’in birkaç yıl önce ölmeleriyle boşalan tapınağa Bellow’un yerleşmesini sağladı. Bellow Herzog’u insanın davranışlarını aklama ihtiyacının bir dışavurumu olarak tanımlıyordu. “Şikayet etmek,” diyordu, “en büyük dünyevi sanatlardan biri… İnsanın içinde haklı olmaya yönelik şiddetli bir ihtiyaç var.” Güçlü bir kurguya dönüşmüş bir şikayet olarak Herzog, Bellow’un 1976 Nobel edebiyat ödülünü kazanmasını sağladı. Yani Sasha, Saul ve Jack’in hikâyesi, başkahramanın asla öngöremeyeceği bir şekilde ilerledi. Sasha’nın Herzog’la ilişkisi şimdiye dek pek çok kez tartışıldı ve hiç kuşku yok ki daha pek çok kez tartışılacak. Tarihi anlarda kendisinin nerede olduğuna ilişkin, ilgi çekmeye yönelik soruları sonunda yeni bir cevap buldu: Oradaydı ve bir bakıma edebi tarihi yazıyordu. Zina, aşk ya da edebiyatın nasıl yapılması gerektiği hakkındaki düşüncelerimize bağlı olarak, Sasha’nın hikâyesini her birimiz farklı algılarız.

Öyle ya da böyle, söz konusu olayları kendi ilkelerimiz bağlamında değerlendiririz, çünkü hikâyeler mutlaka ahlaki bir tutum almamızı gerektirir. Öylesine bir hikâye diye bir şey yoktur. Bir hikâye daima anlam yüklüdür, öbür türlü hikâye değil, basit bir olaylar dizisi sayılır. Bir sosyal bilimcinin değer yargılarından bağımsız bir sosyoloji yaratma hayali mümkün olabilir, ama değer yargılarından bağımsız hikâye diye bir şey olamaz. Ayrıca bir hikâyeyi anlatabilecek kadar iyi biliyorsak o hikâyenin bizim için bir anlam taşıdığına emin olabiliriz. W. H. Auden’in kitaplar için söylediğini hikâyeler için tekrarlamak mümkün: Bazı hikâyeler hak etmedikleri hâlde unutulabilir, bazıları da hak etmediği hâlde hatırlanır. Geçici heveslerin kaprisleri yüzünden yok olurlar. Bir hikâye insanlık bilincinin o engin okyanusunda onyıllar, yüzyıllar, hatta binyıllardır yüzüyorsa, bulunduğu yeri hak etmiş demektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir