Sebnem Isiguzel – Eski Dostum Kertenkele

Her şey, her şey o kadının yüzünden oldu. Ne güzel paraları göğsüme bastırmıştım. Yumuşacıktılar. Başparmak ıslık çalar çalmaz dışarıdaydım. Sanki bir kuklaymışım, bacaklarım tahtaymış gibi gümüş rengi yolda koşuyordum. Birden o uğursuz kadın çığlığı dolaştı tahta bacaklarıma. Rüzgârımla mavi yağmurluğum şişti. Tanrı’dan, rüzgârla şişen yağmurluğumun bir çift kanat olmasını diledim. Olmadı. Balon da olabilirdi. Bir karış açık ağzımdan içime yanan bir kibrit çöpü salınıverdi. Ciğerlerim, boom! Göğüs boşluğum bir bardak sıcak su içmiş gibi yandı. Koşmaya devam ediyordum ve her şeyi çift görmeye başlamıştım. Önümde iki gümüş rengi yol uzanıyordu. Karşımda iki köprü vardı.


Meydandaki heykelin yanında aynısından bir tane daha vardı. Tavşan kaç, tazı tut. Tavşan kaç, tazı tut. Tavşan kaç, tavşan kaç… Çocukluğumdan hatırladığım bu çığlıklar arasında benimki de olmalı. Çocuk çığlıkları ağzımdan girip patlayan ciğerlerimin yerine yerleşiyor. Bir soluk daha. Ancak çocuklar iki yüzlü. “Taşvan kaç, tazı tut,” diyorlar. Tazılar beni yakalıyor. Karakolda bacaklarım titriyor. Korktuğumu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, tazı beyler. Korkan kim? Korksam bu soygunu yapar mıydım? Tanrı’dan, titreyen tahta bacaklarımın birer koltuk değneği olmalarını diliyorum. Dileğim yerine geliyor, ama onlar bile beni ayakta tutmaya yetmiyor. Kopuyorum. Her şeyi hatırlar hale geldiğimde kendimi bir sandalyenin üzerinde oturur buluyorum.

Komiser soru soruyor. Cevap vermek yerine başımla yamuk bir daire çiziyorum. Başım öne düştüğünde görüyorum ki, önce tahta bacağa, sonra koltuk değneğine dönüşen bacaklarım birer sandalye bacağı olmuş. Bu duruma çok üzülüp ağlamamak için dudağımı ısırıyorum. Hırsızlık yapmaya kıçı yeten adam ağlar mı? Hiç böyle bir adam, hapishaneye mi gideceğim, ne olacak diye düşünüp ağlar mı? Ama hırsızlık yapan adam, bacakları oturduğu sandalyenin bacakları olmuşsa ağlayabilir. Ben de bunun için ağlıyorum. Sonra beni yakalayan tazı beylerin sesini duyuyorum: “Götürelim komiserim, daha on altı yaşında.” “Arkadaşını benzin istasyonunun sahibi yakalamış. ‘Komiser, bunu da göndersin,’ diyormuş.” Mavi yağmurluklu tavşan, kafesine girip oturmuş. Sonra çok uykusu gelmiş, yağmurluğunu çıkarıp katlamış, başının altına koymuş ve uyumuş. Kendime anlattığım masaldaki gibi uykum gelmiyor. Annem ve dayım gelene kadar mavi yağmurluklu tavşan masalını kendime anlatıp duruyorum. Tam masalın, “Mavi yağmurluklu tavşan o parayı ne yapacakmış?” sorusunun geçtiği yerine geldiğimde annemle dayımın geldiğini haber veriyorlar. Karşılıklı oturuyoruz.

Dayım, tazı beylerden rica ediyor: “Çocuğa su verebilir misiniz? Çok korkmuş.” Kim korkmuş? Mavi yağmurluklu tavşan mı? Suyun yanında çay da geliyor. Mavi yağmurluklu tavşan, yumuşak, pembe patilerini sıcak çay bardağıyla ısıtmaya çalışıyor. Masala, annemin iç çekişiyle ara veriyorum: “Burada kalacak mıyım?” Dayım cevap verdiğinde, gümüş rengi yolda keşke daha hızlı koşsaydım, diye düşündüğümden, Başparmak’ı düşündüğümden, anlayamıyorum. Ancak dayım, omzuma vurup gıcırlığı gitmiş, bu yüzden yumuşacık olmuş parayı patilerimin arasına sıkıştırınca kafeste kalacağımı anlıyorum. Kafesimde beklemeye başladım. Soğuktu, üşüdüm. Mavi yağmurluğumu çıkardım. Katladım. Ayakucuma koydum. İçinde ateş yanan mavi bir tenekeye dönüşmesini diledim. Ahlâklı kullarını seven Tanrı pes demiş olmalıydı. Kutsal kitapların yasaklamış olduğu bir şeyi yapmama rağmen iyi bir genç olduğum için, Tanrı mavi yağmurluğumu içinde ateş yanan mavi küçük bir teneke kutuya çevirdi. Isındım. Kendime de söz verdim: Artık dişini sık, Tanrı’dan bir şey isteme.

Sonra kendime güldüm. İçimde bir insan varmış gibi konuşup kendimi eğlendiriyordum. Bu; dans etmek, şarkı söylemek, hatta bir kere yapmış olmama rağmen sevişmek, yine yalnızca bir kere yapmış olmama rağmen hırsızlık gibi bir şeydi. Beni adliyeye götürecek olan araba geldi. Yanımda, tazı beylerden birisi. Savcıya işlediğim suç anlatıldı. O da kısa ve anlaşılır olduğu için hoşuma giden bir şey söyledi: “Tutuklayın, cezaevine. Mahkemesi 27’sine…” Cezaevine gönderildim. Başparmak’ın ağabeyini görebilirim belki, dedim. Dört yıldır içerideydi, ölünceye kadar içeride kalacaktı. Anlatılanlara bakılırsa dört yılın sonunda kafayı çoktan yemişti. Bildiğim kadarıyla âşık olduğu kadını çizmişti. Biraz derinden çizince de içeri girmişti. Çiziktirmenin hikâyesi, annemin güzel sözüyle, “Her gün doğan güneş gibi,” herkesinkiyle aynıydı. “Şu aşk denilen şeyi çizmek gerekirmiş hayatta.

” Başparmak, ağabeyinin böyle söylediğini anlatırdı. Ağabeyiyle ilgili her şeyi sokak başındaki Dumanaltı Kahve’de anlatırdı. Kahvenin dumanı, soğuklardan sonra ısınmaya başlayan havaların şehrin üzerine serdiği sis gibiydi. Bu sis köprüleri, evleri, burnunuzun ucunu nasıl yutuyorsa, kahvedeki duman da orada geçmekte olan zamanı yerle bir ederdi. Zamanın kıçına bağlı hayatlarımız, it kuyruğuna bağlı teneke kutular gibi tıngırtılar çıkararak geçer giderdi. Kahvede, dumanaltında yüzlerimiz kaybolur kaybolmaz, Başparmak yoksullara yakışır bir iç çekişle, cezaevinde ziyaret ettiği ağabeyinin söylediklerini tekrarlardı: “Şu kahvenin dumanaltından kopmamak için iki kolumu kestirirdim.” Ben o zaman mutlu olurdum. Bu mutluluk, yoksul mahallemizin kıyısındaki 800 yıllık dört mezarı görmeye gelen iyi giyimli insanlara bakıp, “Her gün gördüğüm mezarları görmek için geliyorlar,” dediğimde hissettiğimle aynı şeydi. Kütüphane memurlarının da böyle benzer bir nedenden dolayı mutlu olduğunu düşünmüştüm. İlkokuldayken öğretmenimiz kütüphaneye götürmüştü. Kitaplarda, kimsenin bana anlatmadığı hikâyeler vardı. Başka bir hayat vardı. Bu yüzden kütüphaneye gitmeye, kitap okumaya başladım. Sakallarım çıkmaya başladığında okulu çoktan bırakmış, ama şehrin bütün kütüphanelerini gezmiştim. Kütüphanede hiç arkadaşım olmadı.

Kitaplar, dan çok şey öğrendim. Bunları kimseyle konuşmadım. Dumanaltı Kahve’deki muhabbetlerde, roman kahramanlarının, tarihin, coğrafyanın, mitolojinin, Platon’un düşüncesinin adı bile geçmedi. Bu, Başparmak’ın gittiği filmleri kimseye anlatmaması gibi bir şeydi. İki gün önce, şehrin en büyük kütüphanesinde staja gelen öğrenciler arasında bir kızla tanıştım. Son günlerde daha çok şehrin tarihiyle ilgili kitaplar okuyordum. Bizans döneminde şehrin altında uzanan tünelleri merak ediyordum en çok. Bu tünellerle ilgili en doğru kitabı o verdi. Kitabın üzerindeki ismi okşadı. Yazar, babasıymış. Tarih öğrencisi olup olmadığımı sordu. Sonra bir harita getirdi. Şehrin, Bizans dönemindeki durumunu anlatan bu haritada parmağını kâğıt üzerinde, nedense beni çok etkileyen bir biçimde hareket ettirdi. Haritadaki surları hızla yeniden çizen parmağı bir çocuğa aitmiş gibi duruyordu. Bu çocuk toprakla oynamıştı.

Oyununun neşesi, ince bir kir tortusu olarak kısa tırnağıyla eti arasına sıkışmıştı. Sonra topraklı ellerini kolonyalamış olmalıydı bu çocuk. Tepemizde dönüp duran pervane, kütüphanedeki sessizliği eşit parçalara bölüyor, kitapların sayfalarını yerinden bile oynatamıyordu. Pervane o an tek bir işe yarıyordu: Kızın kolonya kokusunu yüzüme çarpmaya. Kitabı olurken bütün tünellerde, gizli geçitlerde kolonya kokulu kızı aradım. Kitabı teslim ettiğimde saatine baktı. “On dakika sonra getirseydiniz kitabı, benim de işim bitmiş olacaktı. Konuşurduk,” dedi. “Okuduğum şeyler üzerine pek konuşamam. Daha doğrusu, okumadığım şeyler üzerine de konuşamam. Konuşamam işte.” “Konuşuyorsunuz ya… Bakın, bana fazla konuşmaktan hoşlanmadığınızı anlattınız.” “Ama şehrin altında uzanan gizli geçitlerin nerede başlayıp nerede bittiğini anlatamam.” “Belki ben sorarım, siz cevap verirsiniz. Saraydan surlara uzanan kaç tünel var?” “Dört.

İkisi kuzeyden, birisi doğudan, birisi güneyden. Batıdaki tünel, gizli bir geçit gibi sadece stadyumun altına kadar iniyor.” Sonra ikimiz birden gülümsedik. Kitaba yarın da devam edip etmeyeceğimi sordu. Yarın başka bir kütüphaneye gideceğimi söyledim. Ve onun için kütüphaneye haftada üç gün gitmeye karar verdim. Elbette âşık oluyordum. Kitaplarda buna benzer aşk hikâyeleri okumuştum. Kızı düşündükçe aklıma yüzü, saçları değil de, italik harflerle yazılmış bir kitap geliyordu. Düşündüğüm her şeyi kelime kelime okuyordum. Tırnağı kirli bir işaret parmağı, okuduğum kelimeleri hızla takip ediyordu. Kitabın sayfaları kolonya kokuyordu. Akşam annem, dayımın bir elektrik tesisatçısında bana iş ayarladığını söyledi. Kütüphaneye gidemeyeceğimi düşünüp korktum. Birden kütüphanede kitapların üzerine eğilmiş sessizce okuyan çocuk olmaktan çıkıp Başparmak gibi konuştum: “Bırakın askere kadar rahat edeyim.

” Annem sinirlendi. Paradan söz etti. “Biz nasıl rahat edeceğiz?” dedi. Kapıyı çarpıp çıktım. Dumanaltı Kahve’ye gittim. Başparmak’la dertleştim. Başparmak, demirdenmiş, çok ağırmış ve bir türlü kapanmıyormuş gibi duran çenesini nasıl olduysa bir hamlede kapatıp bir hamlede açarak, “Arasıra annene para götürüp sesini keseceksin,” dedi. Bunu söylerken, “Nasıl?” sorusunun cevabını, boşlukta duran bir şeyi hızla alır gibi bir hareketle verdi. Herkes hırsızlık yapıyordu. Dumanaltı Kahve’nin bir köşesinde asılı duran gonglu saatin vuruşuyla aynı anda Başparmak şunları söyledi: “İki elin var. Kör de değilsin.” Başparmak, filmlerde izlediği adamları taklit ediyordu. En çok sevdiği gibi saçlarını ortadan ayırıyor, yumuşakça yüzüne döküyordu. Aort damarını şişirme tikini de bu artistin son filminden kapmıştı. Filmlerdeki gibi iyiyle iyi, kötüyle kötü olmaya çalışıyordu.

Ancak Başparmak’ın oynadığı senaryo, iyilerin, yeri geldiğinde kazıklanması gerektiğini yazıyordu. Filmin çekilecek sahnesinde Başparmak, en iyi arkadaşına birlikte soygun yapmayı teklif ediyordu. Televizyonun sesi yükseldi. Kadının teki şarkı söylüyordu: Seni içime çektim bir nefeste* Yüreğim yıkıldı, gönlüm kafeste, Yanacağız ikimiz de ateşte, Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk. Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk. Başparmak dışarı çıkalım işareti yaptı. Kahvenin önünde kavak ağaçlarının altında durduk. Televizyonun sesi gelmeye devam ediyordu: Allah’ım**, Allah’ım ateşlere yürüyorum. Allah’ım acı ile aşk ile yürüyorum. Başparmak sigara verdi. Kavakların rüzgârı kibrit alevini yedi. Sigarası dudağının kenarında düştü düşecekmiş gibi duran Başparmak kavak ağaçlarına çattı: “Bu ağaçların sesi de konuşuyorlarmış gibi.” Kavak ağaçlarının konuşabileceklerini düşünmüş olması hoşuma gitti. Başparmak sadece film yıldızı değil, roman kahramanı da olabilirdi. Çünkü böyle cümleler daha çok okuduğum kitaplarda geçiyordu.

Ancak Başparmak söze, “Bir filmde görmüştüm,” diye başladı. Olsun, kitaplarda böyle yazabilirdi. “Bir filmde görmüştüm. İki kişiler. Seninle benim gibi. Dükkânı kestiriyorlar gözlerine. Dükkân kaçta kapanıyor, dükkânın başka girişi var mı, kasa nerede? Bütün soruların cevaplarını biliyorlar. Sonra dükkânı soyuyorlar. Paralarla ne yapıyorlar, biliyor musun? Pırıl pırıl elbiseler giymiş kızları kucaklarına oturtuyorlar. Beyaz arabalara biniyorlar.” Kasadan çıkan para, kızlara ve gıcır arabalara yetiyor mu? Bu soru Başparmak’a bir film sahnesinde olmadığını göstermek olurdu. Benim kitaplarla kurduğum o dünyadan sonra düştüğüm karanlık ve keskin soğuk boşluk gibi. Başparmak’ı bu boşluğa itemezdim. “Kızlar ve gıcır bir araba olmasa bile,” dedim. Başparmak soygun için beni kafalamış olmaktan dolayı sevinçli, şımarıkça, “Neden kızlardan kaçıyorsun? Onlar çok tatlı,” dedi.

Başparmak, pırıl pırıl elbiseler giymiş kızları kucağından kaldırmak istemiyor, beyaz arabadan inmemeye yeminli görünüyordu. Bana soygun planını anlattı. “Yarın uzun uzun yeniden konuşuruz,” dediği için onu dinlemedim. Şehrin altındaki gizli geçitleri düşündüm. Mutlaka bazıları kalmıştır. 0 dev sarnıcı bulan arkeolog bu gizli geçitleri de araştırıyormuş. Kızın söylediğine göre, saraydan, şehrin sınırlarını belirleyen surlara kadar gidenini bulmuş. Kazılar için ödenek bulamadığından, tek başına yeraltına inip farelerle birlikte kazıya devam ediyormuş. Yepyeni bir şehir üzerinde eğlenirken, sevişirken, nefret ederken, bayram kutlarken, arkeolog, yüzyıllar öncesinin geçitlerinde insanı boğan rutubetli havayı soluyarak mor elbiseli imparatoriçenin hayaletini kovalıyormuş. Başparmak’la evin önünde ayrılıyoruz. Evdekiler televizyon izliyor. Ortalıkta yanık yağ kokusu var. Hepsi bir ağızdan çığlık atıyor. Beni gördüklerine değil, televizyona çıkan teyze kızına. Teyzemin kızı hazırladığı haberi anlatıyor.

Üzerinde sarı bir ceket, boynunda turunculu bir eşarp. Annem, “Anasının genç kızlık eşarbı,” diyor. Saçlarını dümdüz omuzlarına dökmüş. Kameraya korkarak, gözlerini açarak bakıyor. Yoksulluktan çıkmış, düşlerini ufalamış, bu yüzden çok yorgun. Parlak makyajı güzel bir maske yüzünde. Bu maske yüzünden çocukken oyuncakları olmuş, kitapları, boya kalemleri olmuş, dayak yememiş, aç kalmamış gibi. Büyüklerle * Sezen Aksu şarkısı. ** Sezen Aksu şarkısı. verdiği savaşın tahrip ettiği yüzünde her maske şeffaflaşıyor. Sudan çıkmış bir balık gibi gövdesini yere çarpıyor. Gövdesini çarptığı toprağa güvenle ayak basanlar başka türlü yemekler yiyor, başka başka düşünüyor, onun yeni yeni öğrendiği ressamları, şairleri çoktan biliyorlar. Kendisini eksik sanıyor, oysa sadece genç. Bunu, televizyonda renkli ceketlerle gördüğüm teyzemin kızına söylemek istedim. Ama onu pek göremiyorum.

Çocukluğumuzda da o hep ayrıydı. Kendisi için kurduğu bir bahçesi vardı. Neşeliydi. Birlikte oynadığımız oyunlara katılırdı. Yine de kendisini o bahçeye kapatır, boyumuzu aşan bahçe kapısını kilitlerdi. Kimse o bahçede ne olup bittiğini bilemezdi. Bir keresinde yolda karşılaşmıştık. Sevinmişti beni gördüğüne. Yaralı bir hayvan gibiydi, kan kaybediyordu, inliyordu. Sonra hastalandığını duymuştum. Günlerce uyuduğunu. Teyzemin çorba pişirdiğini, onun o çorbaları içmediğini. Kısa cümlelerle çok yorgunmuş gibi konuştuğunu, bazen soruları cevaplamadığını duymuştum. Onun o ölümlü hali konuşulurken asmanın ürpertici bir gölge çizdiği balkonda halam altın dişlerini göstererek, “Aşk,” demişti. Sonra Pamuk Prenses’e elmayı yediren cadı gibi sinsice gülümsemişti.

Aşkın kara bir büyüye dönüşmesi biz yoksulların dünyasında mümkündü. Teyzemin kızı, renkli ceketleri ve sessizce akan bir su gibi düz saçlarıyla televizyona çıksa da, şeker olmadığı için çayın reçelle karıştırıldığı yerden, yoksulların arasından geliyordu. Kamera karşısında zayıf göğüs kafesinden çıkacakmış gibi atan kalbiyle teyzemin kızı hâlâ bizim dünyamıza aitti. Oysa çok sevdiği insanlar, âşık oldukları, kendisinin balık olduğu dünyadandılar. Aşkın ve sevginin anlamları çok değişikti. Teyzemin kızının tüm bunlara aklı ermedi. Altın diş pırıltısı yakıcılığındaki aşk, onu yatağa düşürdüğünde, boş bir kibrit kutusunun içinde yanmış bir kibrit çöpü gibi görünüyordu. Ey sevip de karşılık göremeyen prenses.* Bu şiiri bir dua gibi mırıldanıp durdum onu öyle görünce. Annemle teyzem nedense insana huzur veren bir mırıltıyla konuşuyorlardı. Ben odamdaydım. Sağlıklı genç bir delikanlı gibi uzanmıştım yatağıma. Beni yıkacak aşk ortada yoktu. Mırıltıları koltukaltlarımı gıdıklayacak kadar yumuşaktı: “Sonra adam eski sevgilisini evine getirmiş. Kız, onun evine yerleşmiş.

Sevdiği adam bizimkine, ‘Evden atmışlar onu, hasta,’ demiş. Olabilir. Sonra içi içine sığmamış. Ben onu çok severken nasıl başka kadınla yaşar, diye üzülmüş hep. Adamı da çok sevdiği için bitsin bu iş diyememiş.” Annem, “Aptal!” diyor çok sevdiği yeğeni için. “Aptal, adam için paraladı kendini.” Teyzemle annemin mırıltısını mermer kadar sert iç sesimle paramparça ediyorum. Bir güvercin idin sen, dev gibi ruhu olan**. Kanatların kırıldı, sen ona can verirken. “Bizimkinde suç. Adam böyle bir şeye karar vermiş. Ne biliyorsun, belki ikisini de seviyor. Ama benim kızım istiyor ki sırça köşkü olsun, âşığı yanında olsun. Olmamış işte! Birileri de takılmış, sen o adamı seviyorsun, ama bu nasıl iş, diye.

Bilemiyorum işte… Sıkılmış, sıkılmış… Kanser gibi, yara gibi büyümüş yavrumun içinde sıkıntısı.” Uysal bir şehzadeye benzesin isterdin aşk.2 Eteğini tutsun da gelsin öyle peşinden. “Adam, ona bir şey demiş mi, sen artık hayatımdan çık diye?” “Yok, dememiş. Adam ikisini de sevmiş. Bizimkisi anlamamış adamın dilinden.” “Aptal işte. Dilinden anlamadığın adamı ne seversin!” Yok senin için yuva***. Yok hüzünlü bir şarkı. “Adam paylamış bizimkini bir gün. Telefonu yüzüne kapatmış. Öbür kız yüzünden. Sonra da üzülmüş. Aslında adam çok iyi bir insan. Kalp meselelerini insan bilemiyor ki… Bizim kız da düşmüş.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir