Şebnem İşigüzel – Gözyaşı Konağı

1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler. Evin kadınlan baba ve ağabeyime küçük bir hikâye takdim ettiler. Para kazanma hırsıyla yaşayan babam yokluğumu dikkate alacak vaziyette değildi zaten. Sadece ağabeyim bir süre uzaklarda olacağımı duyunca şaşırmış. Sofrada kızılcık hoşafım kaşıklarken bir an donup kalmış. Ona öyle anlatıldığı üzere, güya, talihsiz bir kaza neticesinde saçlarım tutuşup yandığından, Bedriye Kalfa ile halamın Beyazıd’daki konağına gideceğime, bu sayede kendimi biraz olsun toparlayacağıma inanıvermiş. Evin kadınlarının sunduğu hikâyeyi içinde karanfil tanelerinin yüzdüğü hoşaf gibi yutması güç olmamış. Annem babamı iyi tanıyordu. Ağabeyimi söz konusu bile etmiyorum. Peşime düşmez, beni merak etmez, ölsem özlemezlerdi. Yeni yapılan köşkümüzde kalacaktım. Babam köşkün iç düzenlemesini anneme bırakmıştı: “Ne istersen, nasıl istersen öyle yap. Ama artık beni kaz gibi yolma. Değirmenin suyu bitti!” Eğer benim zorunlu ikametgâhım söz konusu olmasa, annem köşkü olduğu kadarıyla yaza hazır ederdi.


Şimdi babama bahaneler uydurmakla meşguldü: “Biraz daha para verseydin her şey gönlüme göre olurdu. Ben konak yaptırdım, elâlem köşk diyor. Duvarları en usta elden kalemişi istiyordum. Şimdi ucuz olsun diye çırağını bekleyeceğiz.” Babamın bir an önce Ada’ya çıkmak gibi bir arzusu yoktu. “Ben para kazanırken dinleniyorum,” diyordu. Saraya borç para vermekle gururlanıyordu. “İtalyanların otelinde kalmaya devam ederiz, ziyanı yok.” Yediğiyle, içtiğiyle, haberimiz yok bildiği ikinci kadınıyla ilgiliydi, başka bir şeyle değil. Gayrimeşru hamileliğim mevzusunda annem ve ablalarımla dayanışma içerisinde değildim. Bu müşkül durum onların itibanm ve cemiyet hayatlarını etkileyeceğinden, beni gizlemek istiyorlardı. İlkin bir ihtiyarla evlendirmek istediler. Öncesinde bebeğin kimden olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Hepsinden tuhafı bütün bunları evin erkeklerinin ruhu duymadan yaptılar. Üçü bir olup beni dövdüler, babama merdivenden düştü dediler.

Halam bana acıdı. Annemle Fatma’yı oldum olası sevmez, Hicran’ı sinik bulurdu zaten. “Yazık,” demişti kan oturmuş yüzüme bakarken, “ne hale getirmişler kızı.” Gerek onlara verdiğim azap gerek üzerimdeki baskı artık dayanılmaz olunca, gecelerden bir gece kendimi bir meşale gibi tutuşturmak istedim. Yanıp kül olursam her şey sona erebilirdi. Upuzun saçlarım vardı. “Nah bileğim kalınlığında maşallah,” derdi hamamdaki natır. “İstanbul’un bütün hanımlarım yıkarım. Görmedim böylesini. Gürül gürül akan su gibi.” Bir anda çıra gibi tutuşuvermiştim. Talihi varmış. Çişe kalkan Bedriye Kalfa görmüş, söndürmüş.” Saçlarım yanmıştı. Bunu kendi irademle yapmış olsam bile can havliyle alevleri tutuvermemden ellerim de yanmıştı.

Başımı ve ellerimi Doktor Agop’un terkip ettiği pomatlara buladık. Ellerime pamuktan dikilmiş eldivenler giydirildi ve bir ay içimi çeke çeke derin bir sızı, tarifi imkânsız bir acıyla uyuyup uyandım. Tek teselli vücudumun ve yüzümün yanmamış olmasıydı. “Kurşun döktürün, muska yazdınn, nedir kızın başına gelenler?” diyen babamı duydum. Kendimi tutuşturduğum gece evde yoktu, ikinci kadınındaydı. Bedriye de çişe kalkmamıştı. Topal ayağını sürüyerek kendisini çağıran sarhoş ağabeyimin yatağını ısıtmaya gitmişti. Ağabeyim her gece sarhoş gelirdi. Biraz daha az içse annem onu kolayca evlendire-bileceğini söylüyordu. Ağabeyimin odamın kapısından başını uzatıp bakışını, annemin yeni moda kırmızı halı döşettiği merdivenlerden inerken söylediklerini işitmiştim: “Allah korumuş zavallıcığı.” Allah’ın beni bir şeyden koruduğu yoktu. Çocukken aldığımız Kuran okuma dersinde Hicrana. “Ben inanmıyorum,” demiştim. O da gidip Fatma’ya yetiştirmiş, ilk dayağımı böy-lece yemiştim. Tabiatı itibarıyla her fırsatta annemle ittifak kuran Fatma, et suyu çorbayı kaşık kaşık bana içiren Bedriye Kalfanın yanında durmuş söyleniyordu: “Akılsız.

Kendini yaktığı yetmezmiş gibi bizlerin talihini de bedbaht edecektin. Cemiyet hevesimizi kursağımızda bırakacaktın. Yazıklar olsun sana, tüh! Zina ederken akim neredeydi? Paşayla evlenecek Hicranı da mı düşünmedin, a günahkâr, a kaltak, a orospu, a uçkursuz şeytan!” Oysa her şey onları korumak içindi. Hicran, Fatma ve annem gibi değildi. Hicran m nasıl birisi olduğunu anlamak için annem ve Fatma’nın nasıl birisi olduğunu anlamak lazım gelir. Annem babamdan gök gürültüsünden korktuğundan daha çok korkardı. Hayatınız boyunca korkarak yaşamak nasıl bir şeydir bilir misiniz? İşte böyle yaşamak insanı annem gibi yapar. Nasıl yapar? Ürkek, tedirgin, karar vermekte güçlük çeken, çaresiz, mutsuz ve hepsinin neticesinde fevri, bir tür sinir hastası, asabiyetten mustarip, Fransızların söylediği usulde tanımlayacak olursak, manyak! Sizi hayatta bu duruma tek bir şey getirebilir: Bir koca ve evlilik hayatı. Annem mutsuzdu. Kocası tarafından kalbi kırılıp duran bütün kadınlar gibi hüzünlü, uzak, tatmin edilmeyen bir kadın. Sevilmemek ve aşağılanmak kimi tahammülsüz yapmaz ki? Kendisini elmaslarla, bohçacı kadınlarla, çay saatleriyle, alafranga eşyalarla, esvaplarla, mesire yerleriyle ve babamın tükettiği ömrünün rüşveti tek atlı arabasıyla avutan bir kadın. Fatma sinir hastası olmaktan başka çaresi kalmamış bir kadının, annemin ilk çocuğu olmaktan dolayı sert mizaçlıydı. Çünkü babam için, çocuğu olunca değişir demişler. Annem hayal kırıklığı içerisinde hıncını Fatma’dan almış. Ağabeyim ise akılsız kalmış.

Ailenin biricik erkek evladı olmaktan dolayı korunmuş. Onun da canına babam okumuş, o ayrı. Anlayacağınız Hicran ve bana gelene kadar ok yaydan çıkmış. Biz büyürken annemin gözü bizi görmemişti. İkimiz o sayede paçayı kurtardık. Paçayı kurtardığımız şey, mutsuz bir kadının enkazı altında kalmak felaketiydi. İşte Fatma o felakete uğrayıp gaddar oldu. Evlendi ama aradığını bulamadı. Gelin gittiği Kayseri’de hastalanıp yataklara düştü. Hele ilk çocuğu havale geçirip titreye titreye ölüverince, kimse onu oralarda tutamadı. Geri döndü. Babam boşanmasına razı gelmedi, enişte bey içgüveyi olmayı kabul etmedi derken, Fatma altı ayda bir kendisini görmeye gelen kocasıyla bir tuhaf evlilik hayatı yaşamaya mecbur kaldı. Hicran’a gelince… Annemle Fatma’ya tabi olmaktan başka çaresi yoktu. Olamazdı. İmkânsızdı.

Başucuma oturmuş, nasıl böyle parlak, iri ve yusyuvarlak düştüğüne şaştığım gözünün yaşıyla ağlayıp sormuştu: “Bu fenalığı sana kim yaptı kardeşim, hatınm için söyle.” Söyleyemezdim. “Kendi rızanla mı oldu, söyle!” Söyleyemezdim. “Zorla mı oldu, yoksa ırzına mı geçildi, söyle!” Söyleyemezdim. Niye söyleyeyim? Her şey söylenmez. Gayrimeşru bebeğin nasıl ve kimden olduğunu öğrenmekten umudunu kesen annem, kiler defterini doldurduğu kargacık burgacık yazısıyla kaderimi de yazıverdi: “Ada’ya gider, doğurur. Sonra hal çaresine bakarız” Böylece, Bedriye Kalfa ile yola koyulduk. Kaim peçemi taktım. Hayattan umudunu kesmiş yaşlı bir kadın gibi sardığım başımı önüme eğdim. Vapuru dolduran, sayfiyeye çıkmanın mutluluğu içindeki yaşıtım kızlar ne kadar da süslüydü. İğneli hotozlar, etekleri yerleri süpüren Î terzi elinden yeni çıkmış ipekli feraceler, ucu dantelli eteklikler, annemin birer tane de bize yaptırdığı İncili yaşmaklar ve Fransız hanımlarından özenip edindiğimiz ağzı büz-meli çantalar, herkesin ne yapıp ne edip birbirine gösterdiği iskarpinler. Batılı gezginler “Türk kadınlarının yüzü artık sır değil,” demekte haklıydı. Tülden yarım bir peçe, biçimli ağızlan hafifçe kapatmaktaydı o kadar. Çırpıntılı deniz, güverteyi dolanan rüzgâr, arsız edepsiz martılar, deniz üzerindeki gümüşi pırıltılar kadar kadınlar da güzeldi. Ama neden kendileri için üzerindeki esvaplardan çok daha güzel bir şeyi, hürriyetlerini istemiyorlardı? “İsteyenin bir yüzü.

Sen iste o zaman a salak!” demişti Fatma bir keresinde. Keşke hürriyet ve serbestlik arşın arşın satılan, diktirip üzerimize giyebileceğimiz bir şey olsaydı. Evlenince kocan alsın, a maymun iştahlı, a açgözlü, a olmayanı isteyen! ” Fatma yla aramızda altı yaş vardı. Hicran ve ben, ona nasip olmayan şeyden faydalanmıştık: Evde eğitim. “Kızlarını ileride paşa olacak adamlara vermek istiyorsan onları iyi eğitmelisin.” Annem çevresinin bu nasihatini dinlemiş, babamı bize kadın hoca tutması konusunda ikna etmişti. Tabii buna gelene kadar, Fatma benim yarım akıllı olduğumu düşündüğünden, anneme öyle olduğum yönünde tesir etmişti. Okumayı, yazmayı, dikiş dikmeyi, piyano çalmayı kolayca öğrenebilmeme şaşmıştı. Çok geçmeden babam “Eğitim bunlan hür yapıyor,” deyip kitaplarımızı yırtınıştı: “Hür olan yoldan çıkar. Her şeyi ister.” Piyano da gerisin geriye götürülmüştü. Oysa babam çok değil beş yıl sonra ikinci kadınının çaldığı pivanoda huzur bulacaktı. Annem ise Zellich Kitabevi’nin vitrininde hasbelkader bir yağlıboya resim görüp beğenmiş, satılık olup olmadığını soracak kadar cahil davranıp satıhk olduğunu öğrenince almak istemişti. Büyükada’yı ilkin İtalyan bir ressamın eserinde sevmişti annem. Ressam tesadüfen oradaydı ve eserinin satılışını ilgiyle karşıladı, yanımıza kadar gelip kınk dökük diliyle: “Bunu Sultan’a hediye yapmıştım.

Kısmet.” dedi. “Neee!” dedi annem, “Biz vani şimdi Sultan ın almak istediği resmi mi aldık?” “Öyle değil hanımefendi.” dedi ressam. Annemin korktuğunu düşünmüştü çünkü. Oysa annem kendisine gurur payesi çıkaracak bir şev bulmuş, bunun sevinciyle basmıştı çığlığı. İyi niyetli ressam gerekli gördüğü düzeltmeyi yaptı durdu: “Cömert bir insan. Maliye Nazın Müsteşan yaptırdı bana bu resmi. Sultan’a hediye etmek istiyordu. Ancak Sultan’ın gazabına uğrayınca… Yani Sultan almış değil. Hani yani siz Sultan ın hakkını gaspediyor sayılmaz.” Annemin gözleri bahçe tulumbasının ağzı gibi yaşlarla do-luvermişti. Denizin ve gökyüzünün maviliğine doğru bükülmüş iki yalnız ağaç onu niye bu kadar hüzünlendirmişti ki? Ressam tanımadığı bu kadın için üzülmüş, hemen cebinden mendilini çıkarıp uzatmıştı. Annemin uluorta ağlayıverme-si karşısında, onun yerine kendisi mahcup olmuştu. Bir insanın başkasının hisleriyle, kalbiyle, ruhuyla ilgili olmasının ne demek olduğunu ilk o zaman görmüştüm.

“Neresi burası?” diye sormuştu annem, gözlerinin yaşını silerken. “Ada efendim. Vapurla her geçişimde, gölgesinde güzeli seven şair ruhlu birinin yaşadığı o iki görkemli ağaca sevgiyle bakarım.” Yağlıboya tablo alınmış, paketlenmiş, annemin koltuğunun altında yola çıkmıştı. Bizimkilerin dükkândan çıkışını kollayıp ressama bir soru sormuştum: “Hiç yapmayı isteyip de yapamadığınız bir resim oldu mu?” “Güzel soru,” demişti ressam. Ressam tam cevap verecekken Fatma dönmüş bakmış, beni ressamla konuşurken yakalamış, annemi dürtüp şikâyet etmişti. Ah Fatma, hep Fatma, yine Fatma! Zaten en güzel rüyalarımdan bile o uyandırır beni. Ressamın dudakları aralanmıştı, soruma cevap vermek üzereydi. Hatta cevap bile değil, belki bir sır verecekti. Resme her baktığımda bu sorunun merakıyla kıvranıp durdum. Ben resmin karşısına geçip aval aval bakarken, Hicran çok daha başka bir şey sormuştu anneme. Bakın şimdi aklıma geliverdi: “Anne bu resimde seni ağlatan şey ne?” Aferin Hicran. Onda başkalarının kalbinden geçenleri anlama gayreti vardı. Annem yine yaşaran gözlerle bakınışti tabloya. Onu derin hisler içinde görmek pek ender şeydir doğrusu.

Çünkü o hislerini gömmüş, söndürmüş kadınlardandır: “Bu tablo bana anne ve babamla ilgili son hatıramı çağrıştırıyor.” “Hangi annen, baban?” Yerden göğe haklı bir soru sormuş ama annemi kızdırmıştım. Annem kızınca bir kaşını havalandırır. Bunu hiçbirimiz beceremeyiz. Fatma bile! Annem kendisini kızdıran sorumu duymazdan geldi. Çünkü o da gerçek ana-baha-sınm kim olduğunu artık karıştırır olmuştu: Saray’dan sürgün edilen kuşbaz mı? Yoksa köle olarak satılmazdan evvelkiler mi? Hangisi? “Köle tüccarı beni ana-babamdan almış götürürken, dönüp arkama bakmıştım. Bana el sallıyorlardı. Beni İstanbul a götürüp satacağını söyleyen köle tüccarına vermeye mecburlardı. Benim hepsinden iyi yaşamamı istiyorlardı. Beni seçmişlerdi çünkü ben hem akıllı hem güzeldim. Ellerim, ayaklarım minicik, tırnaklarım kakma sedefler gibi pırıl pı-rıldı. Annem ve babam konuyu bana açmışlardı. Kararlarına rıza gösterip anneme sarılmıştım. Köle tüccan köye gelene kadar, ballandıra ballandıra masallardaki gibi bir hayat yaşayacağımı anlatıp durdular. Tüccarın atının terkisinde geride bıraktığım anne-babama el sallarken fikrimi değiştirivermiştim.

Gitmek istemiyordum. Ailemden ayrılmak istemiyordum. Kaçıp kurtulup geri dönmek istedim ama bu imkânsızdı.Tekrar arkama dönüp baktığımda el sallayan anne-babam yoktu. Onların yerine bu tablodaki gibi iki ağaç vardı.” İşte tablodaki ağaçlar! Annemin Ada manzarası içinde her gördüğünde söylediği gibi, işte yine oradaydılar! Bir an annem, Fatma ve Hicran la yolculuk ettiğim günleri düşünüp hüzünlendim. Annem mutlaka bir paşa karısının yanma yöresine otururdu ki yolculuğun sonunda bu ağaçların yağlıboya tablosunun kendisinde olduğunu söyleyebilsin, “Sultan için yapılmış ama ressam gözvaşlanma kıyamayıp bana sattı,” diyebilsin. Pek tabii, ardından bizi takdim edebilsin: “İki bekâr kızım. Fransızca konuşur, mükemmel piyano çalarlar.” Şimdi benim gözlerim doluvermişti toprağın derinlerinden su çeken bir tulumba gibi. Buna rağmen kendimden bahsetmem, geçmişi hatırlamam, Bağdat isimli Ada vapurunu dolduran kadınları güzel bulmam hayatta kalacak olmamın işareti sayılabilirdi. Bir daha kendimi öldürmek istemeyecektim. Öyle olmasını hararetle istedim. Ben ve ağaçlar hayatta kalmalıydık. Ancak karnımdaki bebeği istiyor değildim.

Buna rağmen bebeğin doğduktan sonra binlerine verilmesi ihtimali hoşuma gitmiyordu. Kederliydim. Oysa mutlu olmak istiyordum. Halam bana, “Sen kendine tutunacak bir dal bulursun,” derken haklıydı. Etrafımda kaybolan gençlik neşemi, anne ve ablalanma ayak uydurma gayretimi arıyor, bu hevesle diğer kadınlara, yaşıtlarıma bakıyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir