Serif Mardin – Turkiyede Toplum ve Siyaset

“Sivil toplum”, Batı’dan aldığımız siyasetle ilgili kavramlar arasında, ülkemizde en çok yanılgı yaratanlardan biridir. Kavramın karşıtı, birçok kez zannedildiği gibi, “askerî” toplum değildir. Terimin vurgusu “şehir âdabı”dır, karşıtı, olsa olsa “gayrımedenî” olabilir. “Sivil toplum”daki “sivİL”in kökü şehir hayatının beraberinde getirdiği haklaRI ve yükümlülükleri ifade eder. Bu vurguyu anlama yolunda bir başlangıç noktası olarak şehirlilik âdabının -bir bakımasistematikleştirilmesi olan Justinien’in Corpusjuris Civüis’ini alabiliriz (6. yüzyıl). Bu hukuk kodu Roma’da ve erken Bizans’ta şehir ilişkileri çerçevesi içinde teşekkül eden bir hukuk düzeninin ifadesidir. Batı Avrupa’da, 12. yüzyıldan itibaren şehirlerin yeniden önem kazanmaya başlamasıyla, şehir hayatını düzenleyen Roma Hukuku yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu canlanmanın beraberinde getirdiği “sivil” köklü kavram ve uygulamalar, bu defa yepyeni bir dinamik de oluşturdu. 17. ve 18. yüzyılda Batı düşünürleri araSINda bu kökün artık “hürriyef’lerden sözaçıldığINda kullanılmaya başlandığını görüyoruz. “Sivil toplum” etrafında kümelenen tarihî ve felsefî kavramlar ise Hegel’in ve MaRX’ın kullanımlarında ortaya çıkmıştır. Böylece kavramın, 1) Bir “medenîlik” anlayışıyla, 2) Batı Avrupa’nın toplumsal tarihinde çok önemli bir sosyal tarih aşamasıyla, 3) Tarih felsefesi alanında bir tartışmayla ilgili olduğu görülüyor.


Bir Batı Toplumsal Aşaması Olarak “Sivil Toplum” Batı yakın tarihinin belirleyicilerinden biri, feodal düzendir. Feodal düzenin siyasî açıdan en önemli karakteristiği ise dağınık ve dağılmış bir sistem olmasıdır. Feodalizmi düşündüğümüz zaman önümüze gelen imgelerden biri, zayıf bir kral ve ülke içinde asayişin feodal asiller sınıfı tarafından sağlanmasıdır. Feodalizmin bu aşamasında, Avrupa’nın çoğu yerinde şehirler ve şehir hayatına bağlı olan ticaret son derece sönük bir varlık göstermektedir. Çizdiğimiz bu tablodaki ilk önemli değişiklikler de şehirlerin ve ticaretin yeniden canlanmasına bağlıdır. Bu gelişme feodal sisteme en ağır darbeyi indirmiştir. Gelişmeyi 12. yüzyıldan itibaren izlemeye başlayabiliyoruz. Değişikliği yaratan çapraşık etkenler arasında, Ortaçağ’da güvenliğin artmasıyla gelişen ziraati ve ziraat için gerekli olan ve yalnız şehirlerde imal edilebilen ziraat aletlerinin şehir imalâtmdaki rolünü sayabiliriz. Şehirlerin gelişmesiyle birlikte ticaret de geliştiğinden, şehir faaliyeti toplumun tümü için yeni bir zenginlik kaynağı oldu. Feodal asiller de o zamana kadar görmedikleri ve mekanizmasını bilemedikleri bu yeni kaynaktan yararlanmak istediler. Fakat yararlanabilmeleri için tüccarın, küçük esnafın ve üreticinin korunması gerekiyordu. Şehrin üretken sınıflarıysa asillere verdikleri yeni imkânların karşılığını almak istiyorlardı. Böylece, asillerle şehir ahalisi arasında 10 bir uzlaşma ortaya çıktı. Şehirliler şehir hayatının sürdürülmesini mümkün kılacak haklar ve imtiyazlar istediler ve bunları elde ettiler.

Bu hakların başta gelenleri, asillerin şehir hayatına karışmamaları, şehirlerin kendi milislerini (askerî güçlerini) örgütleyebilmeleri, hukuk kurallarının şehir duvarları içinde şehrin tayin ettiği şekilde işleyebilmesi ve kendi mahkemelerini kurabilmeleriydi. Bu aşamada ortaya çıkan şehir özgürlükleri, Batı tarihsel gelişmesinin en önemli karakterlerinden birini oluşturur. Verilen hakların her birine bir “hürriyet” adını verirsek, belirli bir “hürriyet” anlayışının şehirlerde odaklaşmaya başladığını da hatırlarız. Bu haklar içinde belki en önemlilerinden biri şehir içinde olgunlaşan grupların, bu grubu teşkil eden fertlerden ayrı olarak, bir “hükmî şahsiyet” kimliği kazanabilmesi ve bu kolektif kimlikle, kimliğin verdiği savunma kabuğunun arkasına sığınarak iş yapabilmeleriydi. Burada hemen belirtmemiz gereken bir husus, bu tip “hürriyet”lerin Osmanlı İmparatorluğu’nda son derece güdük kaldığıdır. Osmanlı “kamu hukuku”nda hükmî şahsiyet bir dereceye kadar dinî birimlerin kazandığı bir hüviyettir. Ancak, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’da hükmî şahsiyetin çok daha geniş bir boyut kazanması, genel olarak ülkenin “vatandaş” haklarının tabiî bir boyutu sayılması Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun “klasik” devirleri yapısında yoktur. İmtiyazlar sayesinde bir “hükmî şahsiyet” kazanan şehirlerin kendileri de bundan sonra kendi kendilerini idare eden birimler olarak geliştiler. Birkaç şehir aynı amaçlar etrafında birleşince de Ortaçağ asillerinin hiç beklemedikleri güç kümelenmeleri ortaya çıktı. Asiller, Ortaçağ’dan kalma kurumları, gelişen yeni süreç doğrultusunda şekillendirmeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Sonuç olarak şehirde, şehrin dışına taşarak bir bölge’nin yargı fonksiyonunu üzerine alan yeni yargı organları (parlements’lar) ve yeni danışma 11 organları (etats’lar) ortaya çıktı. Avrupa’da genel bir gelişme olarak karşımıza çıkan bu kurumların yetkileri feodal-son-rası Batı dünyasında meşruiyetin -hiç olmazsa zımnen ve bir dereceye kadar yeni gelişmekte olan devlet teorilerinde-üçlü bir kaynaktan oluşturulmasını sağladı. Bu üçlü egemenlik kaynağında şunları görebiliyoruz: 1) Şehirlerle irtibat kurarak asillere karşı yeni buldukları bu güç kaynağıyla güçlerini pekiştirmeye çalışan krallar, 2) £tots’larda temsil edilen eski feodal sınıfların devamı kilise ve asiller, 3) Şehir önderlerinin çıkarlarını ortaya çıkaran etots’laRIn “üçüncü kamarası” ve gene de -hukukçulardan teşekkül etmesi açısından- aynı güçlerin dünya görüşünü büyük çapta yansıtan bölgesel yargı ve hukukî tefsir organları (parlemenFlar). Görüldüğü üzere, bu noktada, feodal devirlerde asiller arasında şahsî anlaşmalara bağlı olan kamu düzeni yavaş yavaş bir coğrafî alanı kapsamaya başlıyor. Şahısların anlaşmaları olmaktan çıkıp “kamu” gibi bir soyut kavramla ilgisi oranında da değişiyor, özetle yepyeni bir varlık olarak ortaya çıkmaya başlıyor.

Bu sistemin Avrupa’da görülen genel çizgilerine Alman kamu hukukunda Stândestaat sistemi denmiştir; fakat kavramın Batı’daki bir toplumsal evreyi ifade etmesi bakımından daha genel bir kullanımı mevcuttur. Bütün bunlar olurken, Avrupa’da taşra kapsamındaki küçük birimlerin gittikçe büyüyen bir krallıklar sistemi haline gelmeleri bir diğer yenilik çığIRI açtı. Başlangıçta, krallar şehirlerle birlikte çalışmışlardı. Fakat yeni devletler sistemi içinde her millî devletin kendisini millî sınırları içinde savunması sorunu durumu değiştirdi. Şehir ahalisinin millî savunma konularıyla ilgilenmesi mümkün değildi. Savunma -ve saldırı- örgütlenmesinin bir merkezden idare edilmesi gerekiyordu. Eski milislerin yerini millî bir ordu almaya başlamıştı. Şehir ahalisi bu değişikliği desteklemeye hazırdı ve destekledi de. Ancak, krallar bu sayede güçlendikçe 12 şehir ahalisinden “hürriyetleri” yavaş yavaş geri almaya başladılar. Böylece, Stândestaat sistemi gittikçe güçlenen bir merkeziyetçi-bürokratik devletler sistemine dönüştü. Fakat şehirlere verilen imtiyazların izi Batı Avrupa’da hiçbir zaman tamamen silinmedi. Devlet ne kadar güçlenirse güçlensin, üretici sınıfların desteğine muhtaçtı. Yeni devletler şehirlilerin iktisadî verimliliğini kısıtlayan uygulamalardan kaçındılar. Orta sınıfların palazlanmasına yol açık bırakıldı. Hatta orta sınıflardan çok fazla fedakârlık istendiği zaman devletle orta sınıflar arasında bir çatışma çıktı, ingiltere’de 1640’larIN ayaklanması, Fransa’da 1789 ayaklanması (değişik bir bileşimi olmasına rağmen) genelinde bu çatışmaların ürünü olarak gösterilebilir.

İktisadî sınıfların devlet • birimi içindeki bu özerklikleri bize “sivil toplum”la -kavramı tarihî bir gelişme açısından incelediğimiz zaman- neler kastedildiğini anlatır. AnahatlarıNI anlattığımız dengede, böylece, a) Devlet dışındaki hayatın akışının garanti altına alınması ve b) İktisadî faaliyetlerin millî hayatın çerçevesi içinde bile bir özerkliğe sahip olması gibi unsurların belirdiğini görüyoruz. Çağdaş Sivil Toplum Kavramı 17. ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa düşünürlerinin “sivil” köklü ifadeler (“sivil hürriyetler” gibi) kullanmaya başladıklarını görüyoruz. Bu ifadeler Stândestaat zamanında elde edilen hürriyetlerin daha genel bir plana intikal ettirilerek kamu hayatının gerekli bir özelliği olarak göstermenin, aldığı yeni bir biçimdir. Şimdi sivil toplum teorilerde bir medeniyet aşaması olarak ele alınmaktadır. Toplumun vurgulanan özelliği de, “siyasî”nin sultasından kurtulabilmiş ilk toplumsal sistem oluşudur. Sivil Batı’nın bütün “hürriyet” anlayışında, “siyasî güçlerin sultasından kurtulma” bu kö13 keni dolayısıyla önemli bir yer kapsar. Genç Osmanlı İmparatorluğu ve devrimiz Türkiyesi’yle bir karşılaştırma yaparsak, bu “kurtulma” fikrinin bizde hiçbir zaman Batı’da olduğu kadar derin köklere sahip olmadığı görülür. Alman filozofu Hegel (1770-1830), Batı’mn “sivil toplum” anlayışına katılmış bir düşünürdür. Fakat aynı zamanda görüşe önemli değişiklikler getirmiştir. Hegel’e göre “sivil toplum”, kazanç, şahsî mutluluk ve kişi statüsünün korunması gibi hayat kesitlerinin toplu olarak yaşanmış şeklinin ifadesidir, insanların tek tek yararlandıkları yaşam yönleri bu yolla kolektif bir şekil alır. Ancak bu kolektif şekil kendi başına yeterli değildir, zira bu biçimlerin simgelediği boyut insanların egoistliklerinin oluşturduğu boyuttur. Bu “çıkarlar sistemi”ni düzenleyen bitaraf bir güce ihtiyaç vardır.

Tarih böyle bir ihtiyacın karşısına bitaraf bir güç olarak “devlet”i çıkarmıştır. Bundan dolayı insanların gelişmesini şekillendiren toplumsal evreler içinde yalnız “sivil toplum” değil, insanların “devlet”in kapsamında yaşamaları da sayılmalıdır. Sivil toplum tarihsel bakımdan olduğu kadar kavramsal bakımdan da bir eksiği olan bir toplum aşamasıdır, insan ancak “devlet” birimi içinde yaşadığı zaman en “yüksek” amacına ulaşmıştır. Hegel’den “sivil toplum” sorununu devralan Marx’a göre, Hegel bu görüşünde yanılmıştır. Bir görüntü ve bir “aldatmaca” olduğunu anlayamadığı bir süreci gerekli bir evrim aşaması olarak göstermiştir. Marx’a göre Hegel “sivil toplum” ve “devlet”i iki ayrı birim olarak gördüğü için, devlette iktisadî faaliyetlere ve bu faaliyetleri düzenleyenlere “boyun eğme” hadisesini görememiştir. Kişinin ve sınıfların iktisadî çıkarlarını “vatandaş” olarak gördükleri işlemlerden ayırmak yanlıştır. Hegel, devleti, topluluk hayatının gerçek içeriği saydığı sivil toplumun dışında, ona şekil veren bir çerçeve olarak görmektedir. Oysa sivil toplumun biçimle 14 organik bir bağlantısı mevcuttur. Devlet, kişinin evrensel gelişmesinin sonucu değil, çıkarlarının şekillendirdiği bir sonuç olarak görülmelidir. Devlet şahsî çıkar çarkının dışına çıkamadığı için – 19. yüzyıl kapitalist devletinin aksine-insanların gelişmesine getirilmiş bir engeldir. “Sivil toplum” la ilgili olarak Hegel’de bir miktar üzerinde durulan, fakat Marx’ta bazen olumlu bir gelişme olarak gösterildiği halde çok zaman olumsuz olarak ele alınan bir nokta vardır. O da “sivil toplum”un Batı’da yalnız bazı sınıflara değil, genel olarak özerk grup şeklinde teşkilâtlanmaya bir imkân yaratmış olduğudur. 19.

yüzyılda sendikaların ortaya çıkışı bunun güzel bir örneğini verir. Aynı konuyla ilgili iki noktaya daha değinmek gerekir. Birincisi, sivil toplum-devlet bileşiminin MaRX’ın anlattığı kadar “çatlaksız” olmadığıdır, ikincisi de “sivil toplumu” olmayan, bu geleneğe dayanmayan topluluklarda devletin engellenmemiş bir bürokrasi yoluyla pekâlâ tahammül edilmez bir baskı yaratabileceğidir. Marx, “Asyaî” topluluklarla ilgili olarak bu özelliği ilk yazılarında vurgulamış, fakat sonradan arka plana atmıştır. Son olarak “sivil toplum”un 18. yüzyıldan itibaren yeni bir eksen kazandığını belirtmek gerekir. Bu eksen, kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve bu gelişmenin “aydın’larIN grup niteliğini ve etkinliğini değiştirmesiyle ilgilidir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir