Seyhan Livaneli – Canlar Hemingway Icin Caliyor

Hukukçu bir babanın dört çocuğundan üçüncüsü ve ailenin tek kızıdır. Babasının Savcı olarak görev yaptığı Silifke’de dünya’ya gelmiş ve yine babasının görevinin Ankara’ya ‘o beş yaşında iken’ yagıtay üyesi olarak atanması ile çocukluğu ve eğitim yaşamının büyük bir bölümü başkentte geçti. Eğitimini Ankara’da tamamlayan Seyhan Livaneli, İngilterede İnternational School Londra’da İngilizce eğitimi aldı. Yurdun çeşitli yerlerinde Türkçe öğretmenliği yapan Livaneli daha sonra Kültür Bakanlığında çalışmaya başlamıştır. On yıl T.C. Kültür Bakanlığı HAGEM Genel Müdürlüğü yapan Livaneli bu görevden üç yıl önce emekliye ayrıldı. Memleketimden Kadın Manzaraları, Aptal Dahiler v.b.yazı dizileri Sabah Gazetesinde yayınlanmıştır. Son Duvar aylık dergisinde yazarlık yapan Livaneli’nin öyküleri değişik dergilerde yayınlandı. Kültürel pek çok yazılı eserin proje yönetmenliğini yaptı. Eğitim ve öğretim ile ilgili mesleki kitaplar yazmıştır. Tüm bu işleri yaparken tabiî ki çok değerli ödüllerin de sahibi olan Livaneli’nin İLKSAN öykü yarışmasında “TEPEGÖZ” adlı öyküsü birincilik ödülü, Halk Kültürü alanında ve Aşık Veysel, Hacı Bektaş-ı Veli, Dede Korkut ve Alevi kültürü ile ilgili bilimsel toplantılarda ödüller aldı. Yayın yönetmenliğini yaptığı “HÜNKAR BEĞENDİ” isimli eseri Fransa’da “Dünyanın En İyi Tarihi Mutfak Kitabı” ödülünü aldı.


Geleneksel Kültür alanında yayına hazırladığı pek çok yayınlanmış kitabı vardır. İngilizce ve Türkçe hazırlanan bu kitapların çoğu uluslararası kitap fuarlarında sergilendi. Kızım Senem’e SUNUŞ Bir yılbaşı arifesi Havana’daydım. Castro’ya göre üç yıldızlı, Avrupalı bir turiste göre yıldızı tartışmalı bir otelin en üst katına Ernest Hemingway’in kaldığı odayı görmek için çıkıyordum. Asansör görevlisi genç Kübalı’nın yüzündeki ciddiyet, odayı görme merakı içindeki küçük gurubumuzu etkilemiş olmalı ki “tatil neş’esini ve kahkahalı sohbetleri” otelin lobisinde bırakmış gibiydik. Bir başka görevli, bizleri asansörcü çocuktan devraldı. Odanın dışında bekleyen başka bir görevliye teslim etti. Yeni emanetçimiz odanın kapısını yavaşça açıp, bir baş işaretiyle kendisini izlememizi istedi. Küçücük odayı tek kişilik bir yatak bölmüştü. Yatağın iki baş ucunda iki ahşap dolap vardı. Dolaplardan birinin üzerinde siyah bir telefon, diğerinde de bir sürahi ve boş bir bardak. Odanın dışarıya açılan, sokağa bakan penceresinden gür bir aydınlık ve salsa müziği geliyordu. Kapının hemen sağında kalan, küçük ahşap çalışma masasının üzerinde Hemingway’in kullandığı daktilo vardı. Bir kül tablası ise tek aksesuarıydı. Masanın üzerinde duran tel çerçeveli okuma gözlüğü ise ev sahibinin aşağıdaki bara bir Mohito içmeye gittiği, birazdan geri geleceği hissi veriyordu.

Küçük bir duş ile tuvalet ise odanın içinde kalan bir çıkıntıya sığdırılmıştı. Hemingway’in bütün konforu buydu. Görevli bizlere Hemingway’in o odada nasıl yaşadığını anlatmaya başladı. “İşte burada yatıyordu. Bu masada çalışıyordu.” Odadaki her şey, her eşya parçası sanki Hemingway her an geri gelebilirmiş, yazmaya başlayabilirmiş gibi sessiz bir bekleyiş içindeydi. Hemingway odasını anlatan Kübalı’nın söylediklerini dinlemiyordum. Pencereye sokulup onun belki binlerce defa baktığı sokağa baktım. Çoktan ağarmış saçlarını kızıla boyamış, gözlerinde Havana’nın simgelerinden biri haline gelmiş eski Amerikan arabalarının farlarını andıran kalın gözlükleri ile evinin kapısının önüne oturmuş yaşlı kadını gördüm. Yanından gelip geçen turist kalabalığı kadına bakıyordu. Ağzında taşıdığı bir karıştan uzun purosuyla dikkatleri çekeceğinden emin olan kadın oturduğu yerden ayaklarından birini ileri uzatmış, bir kapı çıkıntısına dayamıştı. İyice incelmiş varisli bacaklarını saran file çorap gençliğinde “dünyanın en eski mesleğini yaptığını” anlatan bir itirafçı gibiydi. Fotoğrafını çekmeye çalışan turistlere parmaklarını gösterip kaç Dolar ödeyeceklerini işaret ediyordu. Yaşı yetmişin üzerinde olan bu Batista dönemi artığı yaşlı fahişenin gençlik görüntüsü ile Havana’nın onur misafiri Hemingway’ın yalnızlık hali hayalimde göz göze geldi. Hemingway’in bu otel odasında yaşadığı yıllarda bu kadın da yirmili yaşlarında olmalıydı.

Batista daha Havana’dayken bu kadın karşıdaki küçük bara kimbilir kaç kez girip çıkmış, kimbilir kaç kez otelin dördüncü katındaki bu odanın penceresine “Aykırı Amerikalı gazeteci bana bakıyor mu acaba?” merakıyla bakmıştı. Belki de iri yarı Amerikalı’nın kolları onu sardığında bu ülkeyi bir gelin olarak terk edeceğini hayal etmişti. Bunları düşündüğümde Hemingway’in odasında ikisi Japon, altı kişiydik. İçerde topu topu yirmi dakika kaldık. Ağrında devasa purosuyla, buruş buruş yüzü ile turistlere “Kaçırılmaması gereken tipik bir Havanalı” pozu veren yaşlı kadın ise o süre içinde yirmiden fazla fotoğraf çektirmişti. Hemingway’ı tanıyan yüzlerce yaşlı Havanalı’dan sadece biriydi. Sıradan insanların hayatı zaman içinde pek çok kimse ile kesişir. Yürürken gölgelerine bastığımız insanların kimler olduğunu, ilerde neler yapacaklarını bilemeyiz. Hemingway’in Havana günlerini yaşayan binlerce insan da kimin olduğunu bilmeden bu dev Amerikalı’nın gölgesine basmıştır. Kazara vücuduna çarpmıştır. Göz göze gelmiştir. Tarihin tanıklarından biri olan belki de tarihe bizzat katkıda bulunan biri ile karşı karşıya olduklarını hiç bilmeden. Biyografik roman yazmak da böyle bir şey olmalı. Hiç tanımadığın, hiç yüz yüze gelmediğin biri hakkındakileri öğrenmek. Çektirdiği fotoğraflara bakıp ışığın yüzlere yansıttığı şifreleri çözmek.

Yazdıklarından duygularını anlamaya çalışmak. Neler hissettiğini keşfetmek. Seyhan Livaneli’yi okurken bunları sanki yaşar gibi oldum. Ernest Hemingway hakkında bizde yazılanlar, çevirilerden beslenmiştir. Hollywood’un hayal gücü ile süslenmiştir. Sonunda ortaya insan gibi insan olmayan bir Hemigway çıkmıştır. Hayatı boyunca kalıplardan nefret eden, kendisine dayatılan modellere itiraz eden bu aykırı insan zorla kalıplar içine sıkıştırılmış, tekrarlar içinde evrensel boyutlarından alınıp başka bir folklorik kalıbın içine sokulmuştur. Seyhan Livaneli, Hemingway’ı anlatırken onu zorla sokulduğu “medyatik kalıpların” içinden çıkarmaya çalışıyor. Etiyle, kanıyla, ruhuyla yeniden bir insan olarak aramıza katmaya çalışıyor. Keyifle okuyacak, mutlaka seveceksiniz. Hemingway’ın bize unutturulan insan tarafı ile yolunuz kesilecek. Kitabı bitirdiğinizde kendinizi bilmeden onun gölgesine basan binlerce insandan daha şanslı hissedeceksiniz. Selahattin DUMAN ÇANLAR HEMİNGWAY İÇİN ÇALIYOR I Top sesleri iyice yakınlaşmıştı. Havan toplarının sarsıntısı yeri sallıyor, ambulans güçlükle yol alıyordu. Ernest’in elleri direksiyona sımsıkı sarılmaktan uyuşmuş, kaskatı kalmıştı.

Bütün gücüyle arabayı yolda tutmaya çalışıyordu. Engebeli arazi her top mermisi düşüşünde yerin altından gelen hareketlerle yarılacakmışcasına oynuyor; Ernest, sıkmaktan uyuşan ellerini sırayla direksiyondan kaldırıp uyuşukluğunun geçmesi için hareket ettiriyor, onların karıncalanmasını biraz olsun azaltmaya çalışıyordu. Passini; “ Bir yer bulmalı sığınmalıyız, top mermileri neredeyse üzerimize düşecek, buralarda çok yakında bir sığınak olması gerek. Sağ tarafa ağaçların altına çek arabayı, oralarda bir tane vardı.” dedi. Bir yandan neler yapacaklarını planlıyor, diğer yandan talimatlar yağdırıyordu. Topçu taburları aralıklarla araziyi dövmeye devam ediyordu. Bu saldırının bitmek üzere olduğunu tahmin ediyorlardı. On beş dakika sonra yenisi başlayacaktı. Bir dahaki saldırıya kadar sığınağa girmiş olmalılardı. “Sığınak ne tarafımızda bu karanlıkta bulabilecek misin?” dedi Ernest. Ambulansın gürültüsü kesildi, artık ağaçların arasına girmişlerdi. Ellerini direksiyondan zor ayırdı Ernest, elleri hâlâ kapanmıyordu, kalıp gibi kaskatı kalmıştı. “El fenerini alalım,” dedi Passini. “Ben buralıyım hiç korkma sığınağı hemen bulurum.

” “Tamam yolu bulduk diyelim yaralıları oraya nasıl taşıyacağız? Bize kalın ip gerek. İki yaralıyı sedyeye bağlayalım, ötekini sırtıma bağla benim.” dedi Ernest. Passini her zamanki komando alışkanlığıyla çantasındaki uzun halatı gösterdi. Her şey tamamdı. Ellerindeki fenerlerle çevreyi araştırmaya başladılar. Arabadan yaralıların iniltileri geliyordu. Kısa sürede küçük bir kulübe buldular, top mermilerinden çok iyi korunabilecekleri bir yer değildi ama başka çareleri yoktu. Ambulansı sık ağaçlar yüzünden daha fazla yaklaştıramıyorlardı. Çaresiz yirmi metreye yakın bir mesafeyi yaralılarla gideceklerdi. Bir süre sonra yola koyulmuşlardı. Ernest’in sırtına aldığı yaralı asker ufak tefek çelimsiz bir gençti, ama sedyedekilerin ağırlığı omuzlarını çökertmişti. Ellerinin katılığı da tam geçmemişti. Sağ tarafının ılık ılık ıslaklığından askerin yarasının kanadığını fark etti. Sığınakta yarasına tampon yapmazsak ölür diye geçirdi aklından.

Belki hepsi ölecekti, belki kendisi ölecek o asker yaşayacaktı. Bunlar da nereden geldi aklıma diye geçirdi içinden. Bu düşüncelerle uğraşacağına ne gerekiyorsa onu yapmalıydı. Passini sedyenin ön tarafında sırtı Ernest’e dönük, yolu bulmaya çalışıyordu. Top atışları yine başlamıştı. Artık daha da yakından geliyordu sesleri. Her top mermisi düştüğünde, ortalık fırın kapağı açılmışcasına kızıllaşıyor, aydınlanıyordu. Ayaklarının altında yer sallanıyor, güçlükle ayakta duruyorlardı. “İyi ki yaralıları bağladık Passini.” diye seslendi Ernest. Söyledikleri top seslerinden anlaşılamadı. Mağara gibi bir yerden girdiler. Passini, Ernest’in arkasındaki yaralıyı çözdü, yere yatırdı. Daha sonra diğer yaralıları da onun yanına uzattılar. Çok yakınlarına bir mermi daha düştü.

Yer çok şiddetli sarsıldı, aynı anda dışarıdan gelen kızıl aydınlık içeriyi aydınlattı. Gorbini uzandığı yerden, “dört yüz yirmilik olabilir ya da Minnenwerfer’dir,” dedi.Top mermilerini iyi tanıyordu, savaş başladığından beri içindeydi. “Dağlarda dört yüz yirmilik yok ki hiç,” dedi Ernest. “Onlarda büyük skoda topları var, çukurlarını gördüm.” dedi Gorbini. Ernest Avusturyalıların bu topları kullandığını yeni öğreniyordu. Rinaldo’nun kanamasını durdurmak için çarşafı yırttı, yaranın üst kısmını iyice sıktı, zavallı asker kendinden geçmek üzere; “Ah mamma mia, mamma mia,” diye inliyordu. Bu inlemelere artık alışmıştı. Milano’ya ilk geldiğinde mühimmat deposu patlamış, yüzlerce ölü ve yaralı taşımıştı, hele ölü kadınları ve çocukları görmek Ernest’i çok sarsmıştı. Onlarca yaralının birbirine karışan inlemelerini işitmek yürekleri parçalıyordu. İnsanoğlu nelere katlanabiliyor diye kendisine şaşırıyordu. Ailesi geldi aklına şimdi orada gündüzdü, babası hastalarını muayene ediyor, annesi evi topluyor ya da yemek hazırlıyordur. Kardeşleri belki de dedesi ile birlikte balığa çıkmışlardır. Tüm aile yazın güzel günlerini yaşıyorlardır.

Ya buralar… Dünya ne tuhaftı, bir yanı başka, öte yanı bambaşka yaşamlarla dolu bir küre diye geçirdi içinden. Artık beklemekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Ernest tütününü çıkardı el fenerinin ışığında sardı. Çakmağıyla yaktı sigarasını. Ölmeden önce ona bu çakmağı armağan eden asker geldi aklına, “Unutulmamak için veriyorum, en azından sigaranı yaktıkça beni hatırlarsın,” demişti. Esmer uzun bolu bir İtalyan genciydi, ondokuz yaşındaydı; savaş, yaşayamadığı ömrünü alıp götürmüştü. Tam bunları düşünürken Passini’nin uzattığı şarabı gördü. “Böyle bir yerde bulunamayacak kadar güzel bir şarap,” dedi Passini. “Sanırım bizden önce sığınanlardan kalmış.” Yaralılar uykuya dalmışlardı, “saldırı bitse de hastaneye ulaştırsak bu askerleri” dedi Ernest. Uzun süredir İtalyan kırmızı hattında ambulans şoförlüğü yapıyordu, hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Bu göreve gelebilmek için Kansas City Star’da çalışırken yaptıklarını hatırladı. Gazetedeki muhabirliğinde hastanelerle, kazalarla, meşhurlarla ilgili çok haber yapmıştı ama sıcak savaşta olmak istiyordu. Asıl istediği cephede savaşmaktı ancak sol gözü iyi görmüyordu. Küçüklüğünde geçirdiği göz hastalığı neden olmuştu buna.

The Star gazetesinde gördüğü “Kızıl Haç Erkekleri Çağırıyor” manşetinin altında İtalya için dört ambulans şoförüne ihtiyaç olduğu yazılıydı. Ernest, Star’daki başka genç bir muhabirin gözü iyi görmediği hâlde Fransa’da dört ay ambulans kullandığını öğrenmişti. Arkadaşları Theodore Brunmback ve Wilson Hicks ile birlikte başvurmuşlardı. Başvuruları kabul edilmişti. Altı aylık kısa gazetecilik yaşamını bırakıp gelmişti buralara. Wilson, başvurunun bu kadar çabuk kabul edilmesinden mi, yoksa korkmasından mı bilinmez vazgeçmişti. Ernest ve Theodore muayene için çağrıldıkları New York’a gittikten hemen sonra, iki haftalık kurs görüp, Bordeaux’ya giden gemide bulmuşlardı kendilerini. Her şey o kadar hızla olup bitmişti ki kendileri bile inanamıyorlardı. Uzun ve zordu gemi yolculuğu ama Ernest’e hiç de öyle gelmiyordu. Chicago isimli gemi yaklaşık bir ay sonra Bordeaux’ya gelmişti. Milano trenine Paris’ten bineceklerdi. İlk kez Avrupa’ya gelmişti. İlk gördüğü, Almanlar’dan kalan mermiler olmuştu Paris’te. Her yer savaş kokuyordu. İki gün sonra bindikleri trenden Milono’daki Garibaldi İstasyonu’nda indiklerinde savaşın buralarda çok daha sıcak sürdüğü belli oluyordu.

İstasyon yaralılarla doluydu. Gavuzzi ve Gorbini, Passini’nin sarıp verdiği tütünü içiyorlar, Rinaldo’dan hiç ses çıkmıyordu. Ufak tefek genç asker, giysilerinin içinde iyice ufalmış, solgun yüzünde şaşkın acı dolu gözlerini duvara dikmiş yatıyordu. Ara sıra gözyaşları da akmasa onun öldüğünü sanacaktı Ernest. Artık top sesleri duyulmuyordu. Bir süre hiç ses çıkartmadan dışarıyı dinlediler. Ernest el fenerini aldı, ambulansı daha yakına getirecek bir yol aramak için dışarı çıktı. Passini’nin arkasından “biraz daha beklesek yardım gelebilirdi, atışların tamamen bittiği ne malum?” dediğini duymamıştı ama duysa da fark etmeyecekti. Kanamalı askeri kurtarabilmek için bir an önce gitmek zorundalardı. Passini çaresiz yaralıları kapıya doğru taşımaya çalışıyordu, her şey yolunda giderse, ambulans kapıya geldiğinde hemen bindiriverir bu cehennemden kaçabilirlerdi. Tam o anda kulakları sağır eden patlama duyuldu. Sarsıntıdan ayakta duramıyordu, yere çömeldi. Ortalık parlak kızıllıkla aydınlandı. “Ah Ernest, nerelerde yakaladı seni bu patlama, yaralı mısın, öldün mü?” diyerek fırladı sığınaktan Passini. Ormandan, alevler yükseliyordu.

Etrafta keskin barut kokusu yanmaya başlayan ağaçların kokusuna karışmıştı. Ambulansa kadar koştu karanlıkta. Ambulansın etrafında koşarak ararken, Ernest onu görmüştü, seslendi. “Kımıldayamıyorum, yardım et, tam ambulansa binecekken yakaladı beni adi top.” Bacaklarını oynatamıyordu, uyuşmuş gibiydiler. Passini onu ambulansa taşıdı. Sığınağa bir yol bulup geldiklerinde Ernest arabadan inemedi, ön koltuktan sürünerek direksiyona geçti. Bacakları pedallara basacak kadar hissetmeye başlamıştı. Passini tek başına yaralıları taşıyacaktı. İçeri girdiğinde Gorbini ayağa kalkmış Rinelado’yu kaldırıyordu. Gavuzzi, dayanacak bir değnek bulmuş ona yaslanarak kapıya yönelmişti. Kısa sürede hepsi ambulansa binmişlerdi. Ernest’in pantalonu parça parça olmuş, kalan parçalar kana bulanmış, bacaklarına yapışmıştı. Sanki bacaklarında delinmeyen yer yoktu. Bu deliklerden akan kanlar iplik iplik olan pantalonun rengini kızıllaştırmıştı.

Buna rağmen arabayı kullanmak zorundaydı. Bu yangın yerinde daha fazla kalamazlardı. Passini direksiyona geçmek için çok ısrar etti ama Ernest ona güvenemiyordu. Bu acemilikle böyle bozuk yollarda üstelik top mermilerinin sarsıntısı içinde arabayı kullanamaz , hepsinin yaşamı bir kat daha tehlikeye girerdi. Orman iyice tutuşmuştu, alevler gece olmasına rağmen temmuz sıcağına karışmış, açık camlardan yüzüne çarpıyordu. Passini, yaralı askerlerin başında arabada bulduğu bir şişe suyla onları serinletmeye çalışıyor, bir yandan da “ Milano’ya yarım saatlik yolumuz kaldı , oraya vardığımızda sizi hemen rahat temiz bir yatağa yatıracaklar, etrafınızda bir sürü güzel hemşire size çok iyi davranacak, hiçbir şeyiniz kalmayacak.” diyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir