Sezer Duru – Tezer Ozlu ye Armagan

Biz üç kardeş de Eylül ayında doğduk. Üstelik doğum günlerimiz aynı haftaya rastlar. Tezer ile Demiı’in doğum günleri ise nerdeyse aynı gündür. Birkaç saat farkı yüzünden Tezer’inki 10 Eylül olmuştur. Tezer’le ben yılın son aylarına doğru doğduğumuz ve de kız çocuğu olduğumuz için, babam nüfus cüzdanlarımıza bir sonraki yılı yazdırmayı uygun görmüş. Demir 1993 yılında bir dergiye Tezeğin doğumu ile ilgili olarak şunlan söyleyecektir: “1940 yıltnda İstanbul’da çalışan babamla bir yıl önce Burdur’a atanmış olan annem Simav kasabasmda birleştiler. Öğretmendiler. Tezer, kasabanın havuzlu, Arnavut kaldırımı döşeli küçük alanına bakan bir evde 10 Eylül 1942’de doğdu. Ben o zaman 7 yaşındaydım. Aileye kumral bir bebek gelmişti. Bu doğum olayını anımsıyorum…” Annemiz Nimet (Servet) Özlü ana tarafından Kafkasya kökenlidir. Babası bir İstanbul ailesinden gelir. Babamız Sabih Özlü’nün babası Halep’lidir. Annesi Ayşe ise Antakya’nın Belen yaylasına yerleşmiş Türkmen kökenli bir soydan gelir. Halep’e gelin gitmiş, orada Esma halamı ve babamı doğurmuş, sonralan kocası ile anlaşamadığı için iki çocuğunu da alıp Belen’e geri dönmüş.


Dedem çocuklarını geri alabilmek için babaannemin arkasından Belen’e adam yollar. O zamanlar 7 yaşında olan halam kaçırıldıkları arabadan yolda babamı salıverir. “Annem onsuz ne yapar?” diye düşünür. Böylece Halep’te kalan halam orada büyür, evlenir, çocukları ve torunları olur. Üç kez Türkiye’ye gelen halamızın her gelişi, çok uzağımızda, bize yabana olan ama kendisini çok yakın hissettiğimiz bir kişiyle karşılaşmak açısından olay niteliği taşır. Babaannemiz çok güzel Arapça konuşur, güneyin nefis bulgurlu yemeklerini pişirirdi. Kızının özlemini hep taşıdı. Okuması yazması olmadığı halde çok aydın bir kişiliğe sahipti. Ev işlerini yaparken Arapça ezgiler mırıldanırdı. Balkan savaşı sırasında oğlunu önüne katıp İskenderun’dan kalkan bir gemiyle İstanbul’daki kız kardeşinin yanma gelmiş ve oğlunu okutmuştu. Anneannem Hasibe de, çok içki içtiği için kocasından boşanmış, Sultanahmet meydanında gazete satmış, daha sonra üniversitede küçük bir işte çalışmıştı. Anneannemiz daha sonra babaannemizin erkek kardeşi Mehmet Efendi ile evlenecek; böylece annemizle babamız birbirlerini çocukluklarından itibaren tanıyacaklardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlatılan büyük eğitim seferberliği içinde annem de babam da öğretmen okullarında okuyup öğretmen olmuşlardı. Babamız sonra hukuk eğitimi de görmüş ve 1940 yüında fakülteyi bitirmişti. İkisi de İstanbul’u bırakıp o zamanın idealizmi içinde Anadolu’ya gençleri eğitmek için gitmişlerdi, bu yüzden bizim çocukluğumuz Simav, Ödemiş ve Gerede gibi kasabalarda geçti.

Ödemiş’ten bir gün Tezeı’le el ele tutuşarak yola çıktık, kentin dışma kadar yürüdük. Dünyanın sonunun nerede olduğunu, bu yolların nereye kadar gittiğini merak etmiştik. Çok sonraları Alman edebiyat eleştirmeni Ingrid Heinrich-Jost’a bir söyleşi sırasında şunları söyleyecekti Tezer: “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…” Ödemiş yıllarından aklımda kalanlar ilk kez incir yiyişimiz, tütün dizenlere yardım edişimiz, yazları çıktığımız Gölcük yaylası ve göl kıyısı, İzmir 1 e Nezahat (Somar) teyzelere gidişimiz, Demiı’in evdeki yemekleri beğenmeyip her gün lokantada yemesi, köpeği Joli, göğsünde olimpiyat halkaları olan beyaz ipekli elbiselerimizle ilgili. Tezeı’le bana hep aynı giysiler dikilirdi. Genellikle de anneannem tarafından. Evde yemekleri, kekleri de o yapardı. Babaannem ise temizlik, bulaşık gibi işlere bakardı. Gerede’deki yıllarda ise evimizden oldukça uzak olan okula her gün birlikte giderdik. Kışların çok soğuk geçtiği bu kasabada karların içinde kızak kayardık. Gezmeye bile atların çektiği kızak arabalarıyla gidilirdi. Evimiz çok büyüktü, eski Türk mimarisine göre yapılmış bir evdi, holünde bisiklete binerdik. Hafta sonları kent hamamı bizim aile tarafından kapatılır, orada saatlerce yıkandırdı. Yazları Esentepe yaylasına çıkılırdı.

Demir, İstanbul’a Kabataş Erkek Lisesi’ne yatılı gönderilmişti tatillerde geliyordu. Evdeki bir yüklüğü karanlık odaya çevirmişti, fotoğraf çekip kendisi basıyordu, ama ne yazık ki o zamanlardan kalma hemen hemen hiç fotoğraf yok. Tezer’in ağır bronşite yakalanması, anneannemizin genç yaşta ölüşü ve Bolu’ya gömülüşü hep bu döneme rastlar. Ben, babam ve babaannemle birlikte 1952’de İstanbul’a geldim. Tezer annemle bir kış daha geçirdi Gerede’de. Annemin tayini bekleniyordu. Tezer de ben de Taksim 29 Ekim İlkokulunu bitirdik. O zamanlar Gümüşsuyu’nda Teknik Üniversite yurdunun müdürlüğünü yapan babamla aynı yerin lojmanında kalıyorduk. Beyoğlu ile ilişkimiz işte bu çocuk yaşlarda başladı ve hep sürdü. Demir’le birlikte ilk kez sinemaya gittik o yıllarda. İlkokuldan sonra ben, ardımdan da Tezer Avusturya Kız Lisesi St. Georg’a gönderildik. Tezer’in bu okulda en yalan arkadaşı Gönenç Ertem oldu. Bir gün hepimize yeni adlar taktım. Sünk, Tünk, Günk, Bunni gibi.

Bu adlar tuttu. Daha sonra benimki Süm, Tezer 1 inki Tüm, Gönenç’inki Gümk olarak kaldı. Tezeı’in kitaplarında bu adlarla anılırız. Tezer çok küçük yaşlarda edebiyatla ilgilenmeye başladı, gerçek dünyasının edebiyat dünyası olduğunu kavradı. Dünya yazının tüm klasik yapıtlarım küçük yaşta okudu. Ortaokul dönemlerinde Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gogol, Steinbeck, Hemingway, Lagerlöf, Camus, Rilke, Hölderlin, Goethe, Schiller çok yakından tanıdığı yazarlardı. Ağabeyimiz de edebiyatçı olduğundan evimizde kitaptan bol şey yoktu. Demir’in evde özel bir odası vardı, bu oda genç edebiyatçılarla dolar taşardı. Hilmi Yavuz, Ferit Edgü, Oğuz Alplaçin, Ahmet Oktay, Ergin Ertem, Önay Sözer, Fethi Naci, Yağmur Atsız, Murat Katoğlu, Ömer Uluç, Sevim Burak, Yüksel Arslan, Orhan Duru, Edip Cansever, Metin Eloğlu hep o zamanlar tanıdığımız kişilerdi. Doğal olarak bize o zamanlar Demiı’in küçük kız kardeşleri gözüyle bakıyorlardı, sonradan çoğu dostlarımız oldu. Babam nasıl hepsinin babası gibi olduysa biz de hepsinin kız kardeşi gibi olduk. Beyoğlu’ndaki Baylan pastanesinin yaşamımızda önemli bir rol oynaması da ellili yıllara rastlar. Okulda çok iyi öğrencilerdik. Aklımızın yatmadığı durumlara isyan eder öğrencileri ardımızdan sürüklerdik. Edebiyat matineleri düzenler, Demir kanalıyla tanıdığımız genç yazarları davet ederdik.

Öğrendiklerimiz ve okuduklarımız Batı’yı görme isteğimizi kamçılıyordu. Türkiye zaten çok içine kapalı bir dönem geçiriyordu. Tezer, Gönenç ve ben hafta sonlan Sultanahmet alanına gider, o zamanlar İstanbul’a gelen tek tük turistle konuşmaya, Almanca-mızı ilerletmeye çabalardık. Yurtdışına çıkışa izin verilmiyordu. Daha sonra liseli öğrenciler olarak Menderes iktidarına karşı üniversitelilerin başkaldırılarına katıldık. 1960’ta Türkiye’de rejim değişikliği oldu. 1961 yaz tatilinde ilk kez Avrupa’ya gittik. Avusturya’ya. Tezer, Gönenç’le okulun gönderdiği bir kampa, ben de Viya-na’ya mektup arkadaşımın yanma. Hepimiz Viyana’da buluştuk, güzel günler geçirdik. 1962 yazında Tezer sınıf arkadaşı Güleı’le Almanya ve Hollanda’ya gitti. Aynı yıl ben liseyi bitirdim ve Almanya’ya, Tezer’in o yaz tanıdığı bir ailenin yanına gittim. O kış Tezer lise son sınıftaydı. Baharda liseyi bitirmemeye, okul bitirmenin hiç de önemli olmadığına karar vermiş. Nisan 1963’te Almanya’ya geldi.

Oldukça maceralı geçen iki aydan sora birlikte Paris’e gitmeye karar verdik. Paris’le ilgili olarak daha önce oraya giden Demir’den çok ilginç şeyler dinlemiştik. Eşyalarımızı o zamanlar Münih’de okuyan sınıf arkadaşım Nazan’a bırakarak otostopla yola koyulduk. Asla unutulmayacak anılarla dolu bir yolculuk yaparak ertesi sabah Paris’e vardık. Fransa’ya geçer geçmez oranm bize Almanya’dan daha yakın bir yer olduğunu anladık, ama ne yazık ki Fransızca bilmiyorduk. Son bindiğimiz kamyon bizi Paris dışındaki Porte de Lilas’da bıraktı. Bu mahalleyi aynı adlı filmden biliyorduk. Zaten ellili yılların sonuna doğru bilinçlenmemizde büyük rol oynayan etkenlerden biri de yeni gerçekçi akımın filmleriydi. Örneğin De Sica’nın Milano Mucizesi, Bisiklet Hırsızlan… Paris’de tek bildiğimiz yer adı Monte-parnasse’daki Cafe Select’di. Kahveye girdiğimizde yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Zorla bir yer bulduk, kahve ısmarladık. Biraz sonra içeriye Güner Sümer girdi. Uç ay sürecek olan Paris maceramız başladı. Güner sanırım o gece Tezer’e âşık oldu. Onun, bir apartmanın çatı katındaki ufak odasında birlikte kalmaya başladılar.

Her gün buluşuyor, grup halinde Select, Co-upol ve Dome’a gidiyor, Saint Germain’de geziyor, sergi açılışla-nnda ve davetlerde bulunuyorduk. Paris gerçek bir sanat ve sanatçı kentiydi. Tezer Paris’i çok sevdi, bana “Burası tam bize göre bir yer, kalalım burada” diyordu. Bende ise o cesaret yoktu. Daha sonraki yollaıda Tezer sık sık Paris’e gitti. Bense yıllar sonra 1985’te Tezer’le yeniden iki kez Paris’e gidecektim, ama bu kez onun tedavisi için, hastahanelere… Paris’de Yüksel Arslan, Mübin Orhon, Nejad, Remzi, Selim, Hakkı Anlı gibi ressamlarla dostluk ettik. Asaf Çiyiltepe Türkiye’ye dönmüş, orada Güneı’i bekliyordu, birlikte tiyatro kuracaklardı. Güner, Tezer’le evlenmek istiyordu. Bu niyetini İstanbul’daki ağabeyimize ve Ankara’da yaşayan kız kardeşi Adalet Ağaoğlu’na yazmıştı. Sonunda Paris’ten ayrıldık. Gene otostopla, bu kez İsviçre üzerinden Almanya’ya döndük. Paramız kalmadığı için Stuttgart’da bir ailenin yanmda kaldık. Tezer dondurma sattı, bense garsonluk yaptım, ama bir türlü geri dönüş parasını denkleştiremiyorduk. Sonunda o zamanlar her yaz tatilini İtalya’da geçiren annemiz Stutt-^art’a gelerek bizi toparladı. Münih üzerinden İstanbul’a döndük.

O zamanlar yolculuklar trenle yapılır ve günlerce sürerdi. Tezer 1963 sonbaharında Ankara’ya geçti. 1964 başında da Güner Sümekle evlendi. Türkiye Şeker Fabrikaları müdürlüğünde Almanca çevirmeni olarak çalıştı. Babamın isteğini kırmayarak ertesi yıl İstanbul Erkek Lisesi’nin sınavlarına dışardan girerek liseyi bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi Almanca eğitime geçmişti, kolej kısmı öğrencileri henüz ortaokuldaydı, bu yüzden bu okulun 1 numaralı diploması Tezer’inkiydi. Ankara’da AST tiyatrosu çevresinde bir yaşam başladı. Ben de ()rhan Duru ile evlenerek 1965’de Ankara’ya yerleşmiştim. Güner ve Asaf geceleri hep tiyatroda, Orhan da çalıştığı gazetede olurdu. Tezer, Asaf m FinlandiyalI karısı Pirkko ve ben hemen her akşamı birlikte geçirirdik. Ankara yıllarında en yakın dostlarımız Esin Esen, Sevgi Soy-.ıl, Adalet Ağaoğlu ve eşi Halim ağabey, Fahir Aksoy, ilhan Berk vı- eşi Edibe, askerliğini yaparken bizde kalan Ferit Edgü, tiyatrodan Ayberk Çölok, daha sonra oyunlarda rol alan Genco Erkal ve İsmet Ay oldular. Tezer, Brendan Behan’m “Gizli Ordu” adlı oyununda oyna-mı.ştı, tiyatro ile bir turneye gittiğini de anımsıyorum. AST turnedeyken trafik kazası geçirmiş, Asaf Çiyiltepe ağır yaralanmıştı.

Ankara’da Haziran 1967’de öldü. Onun ölümü hepimizi sarsan ilk genç ölüm oldu. Bu genç ölümler daha sonraki yıllarda hep sürecekti. Ankara’da geçirdiği son yılda Tezer, Goethe enstitüsünde çalıştı. On dokuz yaşındayken bir roman yazmıştı (ki bu roman kaybolmuştur), 1963’ten sonra Yeni İnsan, Yeni Ufuklar ve Yeni Dergi adlı dergilerde zaman zaman öykülerini yayınlamaya başlamıştı. Yazma isteği gittikçe artırıyor, zamanının büyük çoğunluğunu edebiyata ayırmak istiyordu. Ankara yıllarında yaptığı ilk çeviri kitaplan da Bilgi yayınevince yayımlanmıştı. Çeviri işini her zaman sürdürdü. O yıllarda Kafka ile uzun süre uğraştı, onu zaten yaşamının sonuna kadar da bırakmadı. Hastalanması da o günlere rastlar. Tezer’in hastalığı üzerine çok düşünmüşümdür. Ona ma-nik-depresif tanısı konmuştu. Bu hastalık her zaman, çevresindeki insanlardan bir darbe yediğinde, ona yapılan haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığında, toplumun büyük olaylara gebe olduğu, insanların öldürüldüğü, işkence gördüğü zamanlarda depreşiyordu. Tezer tanıdığı herkese karşı insanca yaklaşan, ezilenin yanında yer alan özverili bir kişiliğe sahipti. Çevresindeki olaylara ve kişilere karşı alaycı bir bakışı vardı, ama iş insana yapılan haksızlıklara geldiğinde isyan ederdi.

Çok zeki ve espiriliydi, güzel, gevrek bir kahkahası vardı. Ufak tefek (1.57 cm) ve ince olduğundan ne giyse yakışırdı. Zaten her zaman ve her koşulda şık olmuştur. Hassas ve çok duyarlı bir ruh yapısına sahipti. Kurulu düzenin öngördüğü koşulların hiçbirine uymazdı. Kentsoylu olmasına rağmen hep taşralı ailelere gelin olması garip bir çelişkidir. Son eşi Hans Peter Marti de İsviçre’nin ufak bir kasabasındandır. Güner Sümer’den ayrıldıktan sonra 1968’de İstanbul’a dönen Tezer bir süre annem ve babamla yaşadı. M.A.N ve Alman Birleşik İlaç fabrikalarmda Almanca çevirmeni olaak çalıştı. Asaf m dul eşi de İstanbul’a yerleşmişti, Pirkko’nun evinde tanıdığı genç sinemacı Erden Kıral’la Haziran 1968’de evlendi. 1985 yılının Kasım ayında Zürih’de birlikte gittiğimiz bir kahvede bana, Erden’in ana-ba-ba şefkati görmediğini, askeri okula atıldığını, genç yaşta elinde silahla sokağa fırlatıldığını (Aydemir olayına karışmıştı), bütün bunlara rağmen gene de ne kadar gayret sarf ettiğini, sinemacı olmayı başardığını, bunun büyük bir başarı olduğunu uzun uzun anlattığını anımsıyorum. Tezer’in Erden’le evliliği sırasında sürekli çalıştığını, kocasının sanatçı olabilmesi için onu bir öğrenci gibi yetiştirdiğini yakın çevresi çok iyi bilir.

1973 yılında Deniz adını koydukları bir kız çocukları dünyaya geldi. Deniz adı Tezeı’in Deniz Gezmiş’e duyduğu büyük sempati yüzünden konulmuştur. Tezer, Gezmiş’in erkek kardeşi ile dostluk kurdu ve aileyi teselli etmeye çabaladı. Ülkemizde yaşanan siyasal çalkantılar onu yıpratırcasına üzmüştür. Sağlığının bozulması bu yüzdendir. Tedavi gördüğü kliniklerde bile asla kabul edilemeyecek, utanç verici haksızlıklarla karşılaşmış, daha sonra bunlardan kitaplarında söz etmiştir. Erden ile önceleri Teşvikiye, daha sonra da Ayaspaşa’da oturdular. 1975 yılında babamın katkılarıyla alınan Arnavutköy sırtlarındaki Boğaz manzaralı küçük apartman dairesine taşındılar. Tezer bu evi çok sevmişti. Baharda çiçek açan dallar nerdeyse evin içine girerdi. Ama evin ısınma, su gibi sorunları bitmek bilmez, Tezeği sık sık annemin evinde kalmak zorunda bırakırdı. Gündelik yaşamın bu ağır koşullarına ne kadar çok sıkıldığını, zaman zaman bunaldığını biliyorum. Ankara’ya benim yanıma oldukça sık gelirdi, yazları hep birlikte Side’ye gidiyorduk. Kızı biraz büyüdükten sonra Tezer, İstanbul Türk-Alman Kültür Merkezi’nde program asistanı olarak çalışmaya başladı. Orada salonların dolduğu, ilgi çeken programlar hazırladı.

1980 yılında Berlin’de Türk I’.dcbiyatı günleri düzenledi. Bu yıllarda Almanya’da radyolar için Türk öyküleri çevirdi, Türk edebiyatını tanıtan programlar hazırladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir